Aynı Sarayın Kırk Kapısı: Sesimin Avlusunda, Edebiyat, Misafir Köşesi

Aynı Sarayın Kırk Kapısı: Sesimin Avlusunda yazısını ve Misafir Köşesi yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabilirsiniz.

Aynı Sarayın Kırk Kapısı: Sesimin Avlusunda

15.10.2019 12:08 - Misafir Köşesi
Aynı Sarayın Kırk Kapısı: Sesimin Avlusunda

Eda Ece Kavlak yazdı...

Elimde Okur Kitaplığı yayınlarından Ekim 2017'de çıkmış Sesimin Avlusunda isimli şiir kitabı var Mehmet Şamil'in. Kırk Kanatlı Bahçe ve Beni Merak Et Çünkü İyiyim'den sonra gelen. Selçuk Sümer Özel'in fotoğrafı kapak olmuş Sesimin Avlusunda kitabına. Kapakla başlıyor kitabın kapılarını aralayışım.

Suyun aydınlığında kendini arayan, yapraksız, belki kavlamış ağaçların refakatinde kendini bulutlara eş kılmış, hareket hâlinde, gözü döneceği / döneceğimiz yer olan toprakta yürüyen, belki kendine yürüdüğünden bile habersiz bir adam var kapakta. Bir sesi olmalı şairin bu dünya avlusunda.

Şair, şiirlerinde kendini arıyormuşçasına ya da sadece yazmak eyleminin sınırlarında dolaşırken asıl "ben"e ulaştığından, 40. yaşında 40 şiirine sola doğru yürüyen adamla başlamış. Kitabı bitirdiğinizde arka kapakta sağa doğru yürüyen, kendiyle karşılaşmaya sayılı adımları kalmış bir fotoğrafla uğurluyor bizi. Sormamız gereken soru şu belki de; önce kapağına bakışlarımızı hapsettiğimiz Sesimin Avlusunda birer birer temaşa ettiğimiz şiir sayfalarını kapattığımızda kendimize bir adım daha yaklaştırabiliyor mu bizi? Arka kapağa çekilen Kimlikler şiiri bu sorunun bir cevabı olmalı. O cevap bir soruya ulaştırıyor bizi:

daha kaç kimlik acının miladı sayılacak

Okuduklarımız bizim oluyor; peki biz okuduklarımızla "biz" olabiliyor muyuz? Mehmet Şamil'in kitaplarında, görmeye alışık olmadığımız bir içtenlikle karşılar bizi içindekiler sayfası. Bu aslında şairin tüm şiirlerinin ana başlığı gibidir: içiMdekiler. Sonra epigraf niyetine üç dize merhaba diyor ithaf sayfasında:

yitmesin diye sesim

geçmesin diye zaman

kırkına vardı şiirim

Aynı sayfanın sağ alt köşesinde 'sen'in 'ben'i için... cümlesi. Kimdir senin beni? Senin "ben" dediğin "sen"den başkası mıdır? Yoksa şair burada onda kaybolup kendi benini o mu sanıyor? Bir cümleye farklı anlamlar yükleyen, yine de yüksünmeyen kelimelerin, kâğıtların varlığına hamdolsun.

Kitaptaki şiirler başta İtibar dergisi olmak üzere önemli edebiyat dergilerinde yayımlanmış; bazıları yıllarca bir yerlerde bekletilmiş olsa da ilk sayfayı heyecanla açıyoruz. Çünkü şiir, aynı sarayın kırk kapısıdır.

İlk şiir, kitaba ismini veren "Sesimin Avlusunda". Üç bölümden oluşan şiirin ikinci bölümünün son mısraı kapağıyla bütünleşiyor kitabın:

kendine geldiğinde açık bulmalı kapıyı insan

Nedense "aynı nehirde iki defa yıkanılmaz" sözünü getiriyor aklıma bu mısra. İnsan kendilik kapısından çıktığında ne oluyor o kapıya? Yol geçen hanının kapısına mı dönüyor o kapı, yoksa anahtarı denizlere atılmış kilitlere mi gark oluyor? Kendine geldiğinde açık bulmalıysa kapıyı insan, gidişini belli etmeden gidebilmeli. Çünkü bir kez aşikâr edilince gidişler, kendisi bile kabule yanaşmaz insanın kendisini. Kendinden geçen, kendinden giden, açık bulmak umuduyla mı döner kendine? Her okuyanın farklı yorumlayacağı bir soru bu. Şiirler zaten böyle güzel...

İkinci şiir yine bir varlığı hatırlatıyor yokluğuyla... "Nefs Dağında Bir Çiçek".

bil ki ten ehli isen yüksün yine kendine

ışık vermeyecektir yağına su katılan bir çerağ

Hangimizin yağı su katılmamış, hangimizin yağı temiz? Hangimiz bir karanlığa ışık tutacak mahiyetteyiz? Ve yine hangimiz yorgunluğumuzun kendi yükümüzden başka bir şey olmadığını biliyor? Bu manâ söylemi, mesleği Türk İslam Edebiyatı olan şairi geleneğin iziyle Mısrî'ye, Yunus'a, Mevlânâ'ya, Yesevî hikmetlerine bağlayan irfan sofrasından nasiplendiriyor.

Mehmet Şamil'in şiiri genelde uzun soluklu. Belki kurguyu tek başına bırakmayışından belki alt kurgularla asıl kurguyu harmanlayışından olsa gerek bir iki sayfada bitmiyor şiirler. 17. sayfadaki "İcaz Vakitler" şiiri bu kabilden. İcaz az sözle çok şey anlatma sanatı. Peki az sözle çok şey anlatılan vakitler ne olabilir? 24 saati parçalara bölüyorum, uykuyu çıkarıyorum, yemeği çıkarıyorum, insanları çıkarıyorum. Evet, insanları çıkarıyorum. İnsanlara az sözle çok şey anlatılamıyor. Çünkü insanlar, kurduğunuz bir göz köprüsünü gönül köprüsüne çevirmekten acizdir çoğu zaman. Neyse ki sustuklarımızı duyan Allah var. Yani hiç kelimeyle, yok sözle çok anlam. Evet. İşte icaz...

İcaz Vakitler şiiri beş bölümleme ile çıkıyor okurun karşısına. Sabah, öğle, akşam, ikindi ve yatsı. Şairi takip edenler şiirin sabah bölümünü Posta Kodu Aşk'tan anımsayacaklardır. Yani şiire girmek için 18 yıllık bir bekleyiş bu. Sabah bölümünden önceki dörtlük ise, yatsı bölümünden sonraki dörtlüğün evveli. Şair şiirle, şiir şairle müsemma. Anlayamadıklarımız, henüz bilmeyişimizden ve şiirler, kolay teslim olan maşuklar değil. Gecenize talip olurlar, uykunuzu saklarlar kelimelerin arkasına. Ardında uykunuzu aradığınız her kelime dizilir yorgun inci misali. Uykunuz, geceniz gider, ama bir şiiriniz vardır artık henüz kimse okumasa da. İyi ki var şiirler ve ortak paydasında nasipleniyor acıtan anlam.

yiyelim. aç kalalım sofrada

sevelim. vuslata ermesin feryâdımız hiç

ölelim. cenâzemiz kalkmasın musallâdan

aşk diyelim adına tüm derdimizin

Bir sonraki şiir "Rh Pozitif Kahır". İtibar dergisinde yayınlanan bu şiirin yeri ayrıdır bende. Kahır çektiğini yaşadığı tüm indikatörlerle anlamış ve bunu kimliği haline getirmiş gibi, kabullenmiş gibi... Ve bir sitem iliklerimize işleyen, belki çaresizlik yenilmişliğinde:

savaşmayı bana da öğretseydi ayrılık

"Mayısla Gelen" bir başka farklılık, başka bir tarz. Şairin "on beşinci gecesinde şaban'ın" mısrasından hareketle Beraat şiirini 15. sayfaya yerleştirmesi gibi bu şiiri de özenle seçip yerleştirdiği sayfa numarası ipucu veriyor bir nebze, ancak şiirde birçok giz var. Tam anlamıyla çözümlenemeyecek bir aşk şiiri. Şiir içi noktalamalar ile şiiri serbest şiir hürmetine okurken mısraların heceyi ve kafiyeyi ritim olarak sunduğunu da görüyoruz.

Bahartesi yalnızlığa ithaf edilmiş bir şiir Baharpâre.

Bölümlerin baş harfleri "yalnız" kelimesini veriyor. Ancak yalnız kelimesi dahi yalnızlığı anlatmaya yetmiyor ne tuhaf... Şairin hayatı, şiirin yazılışı, kime yazıldığı... Bunlar bilinmeden bir düğüme benziyor şiir. Bir söz söylüyorsun apaçık, matbaalarda milyon kere çoğaltılıp farklı farklı zihinlere giriyorsun. Ama ulaştığın onca zihin, çözemiyor aşikâr ettiğini. Aşikâr edilen sır, daha da gizleniyor belki.

"ey kendinden başka mevsim tanımayan zemherir" diyen şair, zemheri dediği kişinin bencilliğinden, pâre pâre olmuş baharı, baharpâreyi mahvedişinden bahsediyor. Aslında zemheri'den kastını Beni Merak Et Çünkü İyiyim kitabında yer alan Bahar ile Zemheri şiirinden tanıyoruz. Ve hikâyenin acısını şu dizeden hissediyoruz:

utanmasın tarih diye yazmaz bizi vakanüvis

Baharpâre'nin "a." bölümünün ilk dizesi dipnota götürüyor gözlerimizi. Önceki şiir kitabındaki yoğunlukta olmasa da pek çok şiirde izaha muhtaç satırın dipnotta yer alan satırlarla yeniden kurgulandığını görüyoruz bu şiir kitabında da. Dipnotta yaralı kirazlar ifadesi var. Tadı en güzel olanlar. Bölümün son dizeleri yine kalbimizden vurmaya müptelâ. "kapanmayan defter"den kasıt amel defteri olmalı. Yani senin çektirdiğin acıyı ben yazmadım / yazmıyorum / kapatmaya muktedir değilime geliyor konu. Ki bu yüzden yüzüstü bırakılan fincanda çıkmaz âhımız. Çünkü gelecek, falcıların söylediği üç vakte kadar, beş vakte kadar sınırlamalarından ibaret değil. Her âh, âh ettirenin ardında rüzgâr.

"l." bölümüne açılıyor sayfa:

ey gülün hârına meftun olan bestedil

Gülün kendisi varken neden meftun olur ki insan dikenine? Kalbi bağlanan kimdir âşıktan başka? Ya bilmediğinden gülü, ya da teslim olduğundan güle götürecek hara. Yoksa "har"dan kasıt ateş mi? Ki bundan sonra şairin "yanlışlıkla icat edilmedi bu yalnızlık bu hicran" ifadesi açıklıyor ilk dizeyi biraz daha. Bu yalnızlık aslında en başından belliydi. Yani âşık bile bile yürümüştür ateşe.

Ne kadar kısa tutmaya çabalasam o kadar esniyor, genişliyor kelimeler. Belki de bu şiirin en sevdiğim kısmına geçmeliyim artık.

sahi sen niye/yine yoksun

cümlenin ayrılan öğelerinde

zehirlenmiş bir ırmağa akıyorsun ne acı

o zaman çay demleyeyim / belki içmem

İlk iki mısra beni benden almaya yetiyor. Anlatmaya kelime çağırıyorum, hepsi kayıp. Devam edince koşup geliyor şen çocuklar gibi kelimelerim, oyundan çağrılmanın hüznü dağılıyor anlatacaklarıma bu yüzden. "zehirlenmiş bir ırmağa akıyorsun ne acı" derken, temizsin, kirleniyorsun demeye mi çıkıyor bu cümlenin yolu? Deryanın katresi olmaya, zehirli-zehirsiz yeter ki deryayla olmaya niyetlenmiş birini vazgeçirmek ne mümkün? "o zaman çay demleyeyim / belki içmem" ve böylece boşa gider her zehirlenmiş ırmağa akan temiz su damlaları gibi çay. Kendime varmayan bir yolda çırpınıp dururum kendimi arayıp! Zehirlenmiş bir ırmağa akıyoruz ne acı... Beni Merak Et Çünkü İyiyim der gibi bir ironi. Bunu sıklıkla görüyoruz Mehmet Şamil'in şiirinde.

"ı." bölümüne geçmeye zorluyorum kendimi. Ne de olsa "adrese yok ihtiyacı yazılmamış mektubun". Ne mektubun adrese tamahı var, ne de adresin haberi var kendini aramayan, ona varmayan mektuptan. Ve şair bir kez daha noktayı koyuyor:

boşluk insandan dedim daha güvenli

Bizler de şiir basıyoruz boşlukta gönül yaralarımıza. "z." bölümündeyim. Yalnız'lığın son deminde:

madem nasip tutmamış sessiz sedasız kader

nasıl unutuyorsa yarın öyle hatırlanacak

Nasibimiz kaderimiz, kaderimiz nasibimiz olamamışsa mayası tutmayan bir yoğurt gibi yüzümüzü ekşitecek lâl kesilen kaderimiz. Bugün unuttuğumuzu yarın öyle hatırlayacak oluşumuza ağlayalım. Aldığımız ahları boğar belki gözyaşı ve nasip tutmayan kaderi tereddüde düşürür.

ne iktibas ne intihal aşk yalınkat bir sabır

Aşk ne alıntı, ne aşırma... Bu mısra aklıma şairin bir sözünü getiriyor, acı bir anıdan ziyadesiyle arta kalan:"Hüzne ve özleme gark olmuşların sözlüğünde sabır güzel bir kelimeden ötedir..."

Bir sonraki şiir bir sonraki giz. "Yok/Sun"

Okuyanların aklına yok'a eklenmiş sun eki ve diğer anlamı olan yoksunluk geliyor. Hangisinin ipine tutunmamız gerektiğini gösterecek belki satırlar. Ya da başka anlamlar eklenecek. Şiiri arka arkaya okuyup yine de bir şey söyleyememek... Sesli-sessiz tekrar tekrar okuyup bir sükûta teslim olmak. Satıra göre ayrı noktalamaya göre ayrı anlam. Şimdi hangi kelimelerden bir cümle inşa etmeli? O hâlde:

bir mevsim daha

geçiyor kapıdan. telaşla ağla

yan kent! pervaz görmeden ölüyor kuşlar

yoksun

Yoksun kuşlar, pervaz görmeden ölüyor mü diyor şair; Sen yoksun, kuşlar pervaz görmeden ölüyor mü diyor yoksa; Pervaz görmekten yoksun kuşlar ölüyor diyordur belki de. Devamında Telaşla ağlayan kent. Ya da Telaşla ağla, yan kent. Toparlamaya çalıştığımda Sen yoksun diye yanan kentte pervaz bulamadan / göremeden ölüyor kuşlar anlamına çıkıyorum. Kuşbakışı bakınca bütün anlamlar gözümün önüne düşüyor. Her yer değiştiren kelimede okur yeni heyecanlara kapılıyor. Akıllarda şu soru: Acaba şair hangisini demek istedi? İşte tam bu sorunun cevabını ararken bir şairin kendi şiirini okumasının anlamlılığına demirliyorum.

Zaman zaman kelimelerdeki büyük harflerin okunduğunda ya da okunmadığında anlamı farklılaştırdığına ve bunun bir imlâ hatası olmadığına şahitlik ediyorum:

tutukluyum kokusuz güllerine Bakmaktan

Ya da kokusuz güllerine akıyorum diye tutukluyum. Suçluyum seni seviyorum diye ve sen yoksun, ellerim senden yoksun. Ah Şair, anlamlar denizindeki küçük kayığımıza sığmıyor kelimeler. Bulamıyoruz sendeki anlamı. Hâlâ aynı ve o küçük gibi görünen hacimli şiirdeyim:

gözlerin parlıyor şiirde hüzün/baz

en ıhlamur çiçeği oluyorsun bazen

/ masamda demli âh

Gözleri ne zaman parlar insanın? Mutlulukta bazen ya da yaşlar gözlerine hücum edip su gibi berraklaşınca."gözlerin parlıyor şiirde hüzün" yoksa hüzün de mi ağlıyor, ya da mutlu mu? "gözlerin parlıyor şiirde hüzünbaz" hüzne baştan ayağa bulanmış, bizzatihi hüzün olmuş ve şiirde parlıyorsun. Ya da bazen ıhlamur çiçeği oluyorsun, bazen masamda demli bir âh...

Aslında en kötüsü de şu ki "ne zaman ayrılık olsa yoksun". Ayrılmayı da tek başıma öğreniyorum senden yoksun. Ya da yoksun olan ne ayrılık, ne sensin. Yoksunum ben, ben yoksunum; sen yok/sun!

"çâresiz/im" başka bir duraksatıp yol ayrımına sokan ifade. İm, iz-işaret-emâre olarak ayrılırsa çaresizlikten, bütün izler çâresiz kalmış olacak:

çâresiz/im...esrik harflerle d/okunmaktan

satır arası. yolunu Şaşırmaktan

Çâresiz işaretler, kendinden geçip okunmaktan, ya da kendinden geçen harflerle dokunmaktan, satır arası eksik okunmaktan, satır araları eksik dokunmaktan ve yolunu şaşırmaktan, aşırmaktan... Ya da çâresizim... Anlaşılmıyorum... Sonuca varırken sen yoksun ve ben anlamdan müstesnayım. Sen yokken anlam yoksun...

Her satırında yeni anlam peşinde koşmaya değer bir şiir. Pusulada kaybolmak da ne demek? Bu nasıl bir yolunu kaybetmişlik ki yol gösterecek olan göstermekten aciz!

"iki ayna Yarasında" ya da "iki ayna arasında" ki bu seninle beniz. Ya da tek kişinin iki ayna arasındaki çoklu kişiliği... Bu başka hâller mi yaralıyor bizi? İki aynanın yarası bu yüzden midir? "kelimeler küs" mü bu yüzden? "kelimeler küskün, kalemim aciz yok/sun" diye. Kelimeler küs, kün (ol emri) çünkü kalemim aciz ve yoksun, kalemim aciz çünkü senden yok/sun...

İşte şiir, bu değil mi? Anlam denizinde sürükleniyoruz. Her şiirde daha çok kelime birikiyor kayığımıza. Batacağız. Ve bu denizde bizi her bulan kendi tanıdığı sanacak. Ama sen yine de diyor "hiçbir tanık isteme ayrılığın hissine"

  1. sayfada üstad Sezai Karakoç'a ithaf edilen bir şiir var. İki sayfalık bu şiirde, üstadın eser isimleriyle oluşturulmuş dizeler. Gülümsetiyor bu şiir. Vefa'nın İstanbul'da bir semt adı olarak kalmayışını hatırlatıyor bize.
  2. sayfadan başlayıp sekiz sayfa süren "Benim Adım Özgürlük" şiirinde şair, haksızlığa tahammül edemediği günlerden bahsediyor. 28 Şubat'ı iliklerine kadar hissettiği o günlerin şiiri bu. Kardeş bir şiir ise "Ben Hayatın Bahanesi Olmak İçin Doğdum" adıyla yer buluyor kendine. Sekiz bölümün, bölüm başlarındaki harfler okunduğunda "özgürlük" kelimesine ulaşıyoruz. Acı, satırlardan akıp üzerimize dökülüyor.

dost bildiklerim devrilişime bahis oynasın ifadesiyle başlıyor şiir. Dönüp geriye baktığımızda özgürlük bahsinde kazanan tarafta yer alıyor şair. "ö." bölümünde, ömür ve ölüm kurgusu merhaba ve elvedâ mısralarıyla kurgulanmış.

"z." bölümüne geçiyoruz. Burada kurgu zindan kelimesi üzerine kurulmuş. "Anahtarı bendedir zindanlarımın" diyerek Necip Fazıl Kısakürek ideolocyasından mülhemle meydan okuyor. Suçsuz bir insanı hapsedebilirsiniz elbet, ama suçlu bir insanı hapsetseniz de etmeseniz de vicdanı onun zindanı olacaktır. Şair "anahtarı bendedir zindanlarımın" diyerek, benim vicdanım rahatken, beni attığınız hiçbir zindana hapsolmam derinliğinde özgürleşiyor.

"g." bölümünde gençlik, gömülmek, geçen zaman, gurur işleniyor. "her dakika defnedilen gençliğim / sabrı dünya diye gömmüş kalbine" diyerek bu dünyanın sabredilecek, ve yine sabredilecek, sonra yine sabredilecek bir yer olduğunu hatırlatıyor. "Dünyada rahat yoktur" hadisini hatırlatıyor.

"ü." bölümü ümit bahşediyor. "rengi beyaz binlerce güvercin kanatlanır ruhumda" dizeleriyle barışa, umuda ve özgürlüğe kanatlanıyor.

"r." bölümünün kurgusunu seçemiyorum. Ancak,

elleri kavrayan kelepçe değil / yüzünde beliren korkudur yalnız dizeleri asıl zindanlarımızın sevdiklerimizin acılarını, korkularını gideremeyeceğimiz korkusu olduğunu vurguluyor. En büyük kelepçe de, ayak bağı da bu çaresizlik.

"l." bölümünü yorumlayamıyorum. Yeniden "ü" bölümü, yine ümitvâr, yine heyecanlı.

"k." bölümünde şair her şeyi toparlamış şiiri finale hazırlıyor. Olay hem gülünecek, hem ağlanacak bir hâl almış gibi. Ağlamaktan kızarmış, belki kan ağlamış gözlere kahkahayı yasakla diyor. Ama mısralardan bir gurur, bir isyan ve özgürlük dökülüyor.

Bir kez daha anlıyoruz ki, bir şairin hayatını bilmeye uğraşmak, bin kilide uyan anahtar...

  1. sayfayı açtığımızda "Bir Şiir İnfilak Etti".

Bu şiirde bir incelik, zarif bir işçilik fark ettiriyor kendini. Kısa şiirlerde bunu çoğunlukla yapıyor Mehmet Şamil. Noktaların koyulduğu yere göre okusam başka anlam, mısra mısra okusam başka anlam, birleştirerek okusam başka anlam çıkıyor ortaya. Şiirin ismi oradan geliyor belki, şiir neresine dokunsanız orasından infilak ediyor. "sin" kelimeleri çarpıyor gözüme. Kimi yerde "sin"in mezar anlamından kaçabiliriz belki. Ancak aynı sin bizi son dizede de bekliyor:

sustu ayna / sustu hırka / sustu söz

ne hâl / adımı sır ve sîn ettim de geldim

Her şey ölüm sessizliğinde, adım silinecek hafızlardan ve sır olacak, adımı mezar taşıma yazacaklar, adımı sır ve sîn ettim de geldim. Yani ki benliğimden geçtim de geldim. Yakamızı bırakmıyor benlik, adımızı sîn ve sır etmeliyiz. Sonra aklıma yâsîn geliyor. Ey insan anlamı da mı verilmişti? Sahi, sin için sözlüklerin söylediği hangi anlamları katıp da noktaladı şair şiiri: diş, süre, insan, mezar...

Bir sonraki şiir "Sûfî İlham ve Sükût"

Kelimelerin baş harfinden "sis" oluşuyor. Bir sis perdesini aralayacağınız hissiyle oturuyorsunuz karşısında şiirin. Kaybolacağımız hissini de veriyor bu başlangıç. Tasavvuf edebiyatıyla hemhâl şairin Hırka Söz ve Ayna şiirinden sonra belki de en tasavvufî ifâdelerine tanıklık ediyoruz. Öne çıkarılan sûfî, ilhâm, inşirah, belâ, Hayy ve sükût sûretinde perdeyi aralayıp hâcegân sofrasına oturup bütün kapıları açacak anahtarın izini sürüyor burada şair:

hatmedelim nakşımızı dilimizdir ehl-i cân

bütün kapıları açan anahtarın peşinde

diz çöktük s ü k û t ile nazar kılsın hâcegân

"Okunmayacak Şiir"e düşüyor yolum. Dörtlüklerin son harflerinden "pena" kelimesi oluşuyor. Neden baktın son harflere diye sormayın. Şair her mısraya başka bulmacalar saklıyor, yetmiyormuş gibi dörtlüklere, harflere, sayılara da saklambaç oynatıyor. Bunların okur tarafından bulunamayacak olmasına da üzülmüyor nedense. Okunmayacak Şiir pena gibi. Telli sazların çalınışını kolaylaştırır pena, eli acıtmaz böylelikle. Okunmayacak şiir de canımızı acıtmayacak, aklımızı karıştırmayacaktır bu bağlamda.

"Asil Bir Hikâye" var bir sonraki sayfada. Kelimelerin büyüsüne inanırım. Kelimelerin silahlardan daha öldürücü olduğunu görüyoruz bir kez daha. Bağlıyor elimizi ayağımızı, bağlıyor sesimizi ve nefesimizi. Her geçen saniyede bir harf intihar ediyor. Boşluğuna bırakıyor kendini ayrılığın. Ölü ayna huzurunda sayıklayan bendenler karşısında şair yalancıktan ifşâ edildiğini söylüyor. Her şiir zaten şairin ifşâsı değil midir? Şiir şiiri sökse de ateşi ateşle söndüremeyiz:

meğer akrep ölünce ağlıyormuş başaklar

yamacımda rüzgâra el sallayan çocuksun

ateşi ateşle mi söndüreceksin söyle

"Güle Ah" şiirindeyim. İlk iki mısradan sonra onbeş tane nokta var. Anlamsız değil bu noktalar, ama şair ne gizlediyse bulamıyorum. Aynı noktalar son iki mısradan önce de var. Orada da onbeş tane. İlk iki ve son iki mısranın arasına açılan bir parantez gibi bu noktalar. Giriş, gelişme ve sonuç gibi. Bu kurgulama pek çok şiirinde var zaten şairin. Aradaki dizeler okunmadan da anlamlılar. Ancak parantezler neyin ne olduğunu sunduğundan, önceki ve sonraki dizeleri ancak bu onbeş noktaların arasıyla anlayabiliyoruz. Bir de onbeş noktayı anlasak...

"Son İlk ve Nûr" şiirinde yine sin kelimesini görüyoruz. Baş harflerin birleşiminden oluşuyor bu sefer. Ama şiirin anlamında mezar bulamıyorum. Bu şiir Efendimiz (sav) için yazılmış na't türünde. Farklı bir kafiyeleme tekniği var ve bendler üçer mısralık. Peki "son ilk" ne demekti? Kaçımız bundan haberdar? Şair yine levlake sırrıyla geleneğin izinden söz harmanlıyor. "dün senin, bugün senin / gün devrilir yarına" diyerek, Allah'ın İslam'ı koruyacağını ve bu nedenle dîn-i mubînin elçisinin hem düne, hem bugüne hem de yarına, yani kıyamete kadar korunacağı, varlığının bilineceği işleniyor. Gururlanıyorum burada:

misâfirim olmaz mı heyecânımda sürûr

dün senin bugün senin / gün devrilir yarına

bir kılavuz bir müjde / sen son İlk ve yağan Nûr

Sayfa 68'deki "Beduh"şiirini çözemiyorum ilkin. Epigrafındaki -2468- sayısı muhtemelen ebced hesabı düşürülmüş bir kelime olduğunu düşünürken beduh kelimesinin mektuplara iliştirilen tılsımlı bir kelime olduğu bilgisine varıyorum. Şairin bilgisine bir kez daha hayran kalırken, aslında kelimenin anlamının şiirin içinde de saklandığını görüyorum neden sonra:

tılsımlı bir mektubum kalbine postalanan

Sayfa 104'e kadar uzuyor şiirler. Her sayfada başka bir derinlik başka bir âh. Sonra kitabın son kelimesine takılıp kalıyoruz. Son iki dize ve son kelime huzur kapısının anahtarı. Bilerek seçilmiş şeddeli bir kelime ile bitiyor. Cennet gibi, Muhammed gibi, bütün üzgünlüklerin üzerine arka kapaktaki "daha kaç kimlik acının miladı sayılacak" acısının da üstüne Allah diyerek noktalıyor kitabı:

üzülme! pas tutmaz şeddeli kelimeler

değil mi ki insanın tesellisidir: Allah

Derin bir nefes alıyoruz. Pas, metalin oksitlenmesi olayıysa ve işleyen demirler pas tutmuyorsa, şeddeli kelimeler uyumuyor olmalı. İşte bundandır ki insanın tesellisidir Allah. Kitabın kapağını kapatıyorum ve kendine sayılı adımları kalan adam koşuyor benliğine. Ve son dize aklından gitmeyerek, teselliyi Allah'tan başkasında aramayarak kavuşacak kavlamış ağaçların refakâtinde suya yansıyan bulanık sûretten ziyade kendisine. Ve kavuşuyor... Pas tutmayanı anladığımız zaman, kendine geldiğinde kapıyı açık bulacak insan...

Sesimin Avlusunda bütün haykırışıyla kendi sükûtumuza çağırıyor şimdi bizi.


Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 15.10.2019 12:08 - Güncelleme Tarihi: 15.10.2019 12:08
1931
Yorumlar
  • Vedat Gülfirat 2020.07.03 18:42

    Başarılı bir çalışma .

Misafir Köşesi Hakkında

Misafir Köşesi

Kitaphaber ailesine misafir olmuş konuk yazarların yazılarını bu profilde bulabilirsiniz.

Misafir Köşesi ismine kayıtlı 1014 yazı bulunmaktadır.