İnsanlık Tarihi Boyu Devlet Siyaset Medeniyet, Düşünce, Sait ALİOĞLU

İnsanlık Tarihi Boyu Devlet Siyaset Medeniyet yazısını ve Sait ALİOĞLU yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabilirsiniz.

İnsanlık Tarihi Boyu Devlet Siyaset Medeniyet

08.02.2016 09:08 - Sait ALİOĞLU
İnsanlık Tarihi Boyu Devlet Siyaset Medeniyet

İsmail Kazdal tarafından seksen küsur yaşından sonra, Müslümanları, kendi düşünceleri açısından bilgi sahibi kılma adına kaleme alıp yayımla(t)mış bulunduğu “…insanlığın medeniyet farklılıklarının nasıl doğduğunu ve insanları batıla sürükleyenlerin neler olduğunu anlatan bir eser” olarak takdim ettiği kitap olan  “Aykırı Düşünceler Dizisi’ içerisinde okuyucusuna sunulmuş bulunan “İnsanlık Tarihi Boyu DEVLET SİYASET MEDENİYET” çalışması içerdiği konular ve yaklaşımlar açısından önem arzetmektedir.

 Yazarı tanıma sadedinde…

 Yazarın, bu eserde tam üç sayfa tutacak oranda “Hayatım” başlığı altında, bir hayli de tafsilatlı bir biyografisi bulunmaktadır.

 Gerçi, yazar tarafından kaleme alınmış bulunan biyografinin tam tafsilatlı şekli ise, “Seremcam-1” adlı eserinde bulunmaktaydı.. Yazarın bu eserlerden ziyade, onlarca yıldır hem Müslüman kitle içerisinde bulunması, hem İslâmcı camia içerisinde kendine özgü hatırlı bir yer edinmiş olması ve düşüncelerini olgusal açıdan Babıâli merkezli olarak, dergi, gazete ve kitap unsuru üzerinden insanlarla paylaşması, yakın tarihimizin bir tanığı ve sistemden ziyade, yayımladığı eserlerin muhteviyatından ötürü, gelenekçi, ya da yazarın tabiriyle “ye, iç, rahatına bak” formülasyonu içerisinde Ortodoks parametrelere sahip gelenekçi kitle ve çevrelerin baskısına maruz kalmış olması ve uzun yıllar yayıncılık hayatından çekilmeye mecbur bırakılması sonucu yazar, başka işlerle uğraşmak zorunda kalmış bulunmaktadır.

 Kitap bir takdim, sunuş ve giriş kısmı ile birlikte tam yedi bölümden oluşmakta. İlk iki bölüm Müslümanların atası hükmünde bulunan Hz. İbrahim(a) da dâhil olmak üzere beş büyük peygamberin hayatını, mücadelesin ve zamanını insanlık tarihi seyri içerisinde anlatmaktadır.

 İkinci bölüm, “İnsanlığın üzerine doğan İslam güneşi” ana başlığı altında Mekke döneminden başlayarak Emevi Devleti ve sonrasına kadar olan safhayı tüm açıklığıyla ve konulara getirmeye çalıştığı özgün ve aynı zamanda da Kur’an’a uygun düşecek yorumlarla temas etmektedir.

 Diğer bölümler ise, Osmanlı ile başlayan, Batı ile birlikte, İslam dünyası dışında bulunan doğuyu ve günümüzde cari olan seküler mantaliteyi yeterince anlayabilmemiz içinde Yahudi’nin kökenine kadar inmeye çalışarak özgünlüğünü korumaya çalışmaktadır.

 Dana sonraki bölüm ise ‘Osmanlının tükenişinin akabinde kurulan Türkiye cumhuriyeti devleti bağlamında var olan “çağdaş” sorunları irdelemeye çalışmaktadır. Son bölüm ise İslam devleti konusuna ayrılmış olup kitap “Devlet medeniyet ve siyaset konusuna ayrılmış yazarın son sözleriyle tamamlanmaktadır.

 Devlet Siyaset Medeniyet” eserinden hareketle…

 Devlet Siyaset Medeniyet adlı eserin bir yerinde yazar şöyle demektedir; “Bizce, Hz. Âdem a.s. dönemi etken ve edilgen açısından sınıfsız bir topluluk olarak düşünülmelidir.” (s.23)  El’an bu yaklaşımınız doğru olup bir hakikati de içermektedir.

 Tarihi süreçte, Allah’tan almış olduğu salt vahiy ile birlikte toplumsal öncü olarak da görev üstenmiş bulunan peygamberlerin, hemen herkesten ileride bulunmaları hasebiyle birer öncü oldukları ve aldıkları vahiy sonucu akıllarını da kullanarak, insanların maddi planda sıçrama yapmalarını –ilk geminin inşası vs.- sağlamalarına bakıldığında, onların öğretisi ışığında “en azından” belli bir müddet toplumsal yapıda sınıfın oluşmadığını bilmekteyiz. Zaten bir iş bölümü ve hak ve görevlerin farklılığı dışında sınıfsal yapının oluşması pek mümkün görünmemekteydi. Bu da konjönktürel olmaktan ziyade gerekli ve hatta “gücü eline geçirdikten sonra” kendini ilah yerine koyan sulta sahiplerinin vs. insanların olumsuz davranışları bir sınıflılığı doğurdu ki, hu en başta rızk konusunda Allah’ı (haşa)  yeterli görmeme olgusu üzerinden apaçık şirkti.

 Günümüze geldiğimizde, Emevilerden başlamak üzere sanayi devrimi ile farklılaşan mülk anlayışı, yürürlükte olan kapitalist sistemle birlikte gelenekçi ve mistik din anlayışının da pompalaması ile “Müslüman zengin olmalıdır ve Müslüman’ın zengini makbuldür” yollu yanlış ve çarpık anlayışlara bakıldığında Müslümanların olmasını arzuladıkları ümmet bilincine rağmen sınıflı toplum olgusuna, neredeyse kapanmayacak oranda kapı araladığını ve bundan dolayı da Müslümanların ezici çoğunluğu tarafından içselleştirildiği görülür.

 Bu anlayışın, başta Hz. Âdem olmak üzere peygamberlerin, Hz. Muhammed(s)’in kutlu mesajının ve ortak iyi(maruf) çerçevesinde insanlığın içerisine girdiği arayışları, literatürel yanlışlıklar uğruna heba etmek ve zimnen de olsa, bu çabaları boşa çıkarmaktı. Yazarda bu yukarıda alıntıladığımız cümle ile, konuyu özetlemeye çalışmaktadır.

 Yazar yine eserin bir yerinde “Hz. Süleyman a.s.’ın yaşadığı dönemde muazzam bir güç haline gelmiş olan devlet, o öldükten sonra taht, yani devlet, kurtlar tarafından, yani, Allah’a gerekli biçimde inanmayan münafıklar tarafından aşındırılmış, Süleyman döneminde faaliyet gösteren insanlar, cinler, kuşlar, işlerini bırakmış ve devlet yıkılmıştır.” (s.47)Demektedir.

 Kur’an’ın anlattığı üzere yöneticilik ile peygamberliği kendinde mezcetmiş bulunan Hz. Süleyman’ın, ‘yine’ Allah’ın isteği ve kulunda istidadı bağlamında kurucu temelleri bulunan ve tarihte çok örneği bulunan güce dayalı olmayıp hakka ve hukuka bağlı olarak kurulduğu ve yürütüldüğü bilinen bu devletin, başında bir peygamber bulunmasına rağmen, onun irtihalini izleyen süreçte, gerek insanlar ve gerekse de cinlerin kifayetsizliğine bağlı olarak devletin yıkılmaya yüz tuttuğunu görmekteyiz. Süleyman (a)’ın kurduğu devlet, sonuçta bir devletin oluşumu, kurulması, yaşaması, yıkılması ve çöküşü açısından bakıldığında, ister sal güce, ister hakka hukuka dayansın, ister klasik ve isterse de modern paradigmalara sahip bulunsun, insanı özne değil de, nesneleştirmeye giriştiğinde sonun başlangıcına ulaşmış demektir.

 Bundan hareketle sorarsak; insan unsurunu içeren yapıların onun kifayetsizliği sonucu son bulmakta olup, bu sonun birçok unsur açısından özellikle de Ortadoğu ikliminde ve yaklaşık yüz iki yüz yıllık sorunlarını ‘hak ve adalet kriterleri ve olgusu içerisinde’ ve “tarafların meşru istekleri” istikametinde çözümü konusunda yeterli bir karinenin pek bulunmamasından ve hatta oluşturul(a)mamasından hareketle Anadolu coğrafyasında olumsuz etkileri söz konusu olacak mıydı? Olmaması için de iktidarların gelip geçici, toplumun, hak ve ödevlerin ise kalıcı olduğunu belirtmiş olursak eğer, daha sağlıklı davranmış olmaz mıyız?

  Kur’an’ı olduğu gibi anlamak ya da Selefiye adı altında gölge boksu yapmak…

 Yazar günümüzde başta Müslümanları olmak üzere, İslâm dünyasına çöreklenmek isteyen istilacı Batılı güçlerinde, işgal düşüncelerini pekiştirmede önemli katalizör bir görevi, belki istemeyerek de olsa icra makamında bulunan Selefi ve tekfirci akımların düşünsel dünyalarını oluşturduğu gözlemlenen Seleflikten hareketle, bu işin temeline giderek bizlere bir profil çizmekte ve başlangıç anının bir resmini çekmektedir.

 “Bazı tarihçiler, Allah Resulü a.s. ayetlere karışır korkusuyla kendi sözünün yazıya raptedilmemesini söylemesine rağmen, bazı hadis rivayetçilerinin O’nun sözlerini yazdıklarını iddia etmişlerdir. Bazı tarihçiler ashabı kutsal göstermişler ve onların kurdukları güce dayalı saltanat sistemini eleştirmemişlerdir.” (s. 74) dedikten sonra meselenin hadis olgusu üzerinden kapatıldığını ifade sadedinde şu gerçeği dile getirmektedir; “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisini takip ederseniz bana gelirsiniz.” Gibi hadislere dayanarak o nesli kutsamışlar ve yaptıkları her şeyi doğru kabul etmişler ve bu duruma seleficilik demişlerdir”

İşte, yanlışı, doğrusu ve ona yüklenen olumsuz anlam açısından kendi zamanının bir yol kazasına kurban gittiğine inandığımız Mutezile dışında Şii ve Sünni itikad kampları dışında kaldığı halde, öteden beri işin uzmanı açısından Ehl-i Sünnet’in içerisinde değerlendirile duran, zamanında arız olan bozulma, çürüme ve yozlaşmaya karşı ‘iyi bir işlev gördüğü bilinen, ama buna rağmen hem döneminin  tümden de yanlış olmayan düşünsel farklılıklarına ve hasetsen de günümüzde meydana gelmiş bulunan farklılıklara tahammül edemediği için, yaşanan acılara kaynaklık teşkil ettiğini gördüğümüz Selefi İslâm anlayışının izale edilmesi artık bir aciliyet kesbetmektedir.

 Selefiyenin içerisinde bulunduğu yanlışın her şeyden ziyade, asıl kaynak olması gereken ve hiçbir ‘insani’ müdahaleye maruz kalmadan Müslüman’ın kimliğini oluşturan ve şaşmaz ilkeler belirleyen Kur’an’ın yerine, aslında Hz. Muhammed(s)’ın sözleri sayılan hadislere koşut olarak uydurulanı ile oluşturulan ve esas mesajın ise güme gitmesini sağlayan bir vasata baktığımızda şimdilik karşımıza IŞİD gibi acaip ve garip yapıların çıktığını görürüz.

 Yazar da adı geçen eserinde bu konuya temas etmektedir.

 Kürt sorununa bir bakış…

 Gelinen süreçte gerek PKK’nın Batılı güçler adına üzerine aldığı vesayet savaşı ve gerekse de kendi ifadesiyle bir “Türkiye partisi” olma söylemi bu vesayet savaşının gölgesinde kalması sonucu iddiası bir hayli zayıflayan HDP’nin durduğu noktaya bakıldığında, Kürt sorununun çözümü hep ertelenmekte ve giderek çıkmaza girmektedir. Buna birde başta İslâmcı bakış açısının etkisiyle eşitlik ve adalet ilkesine dayanan politik söylemle Kürt halkından da oy alan, ama zaman geçince, var olan sorunları çözme düşüncesini korumakla birlikte, yüzünü otoriter devletçiliğe döndüğü gözlemlenen Ak Parti’nin ve özellikle de sayın Erdoğan’ın işe tuz biber olan bazı yaklaşımlarına bakıldığında çözüme dair umutlarımızın giderek azaldığını görmekteyiz.

 Yazar, Ak Parti’nin son on-on iki yıldır kazandığı seçim sonuçlarına bakarak; “Bereket son on-on iki yılın devleti, seçimler aracılığı ile Müslüman Kürtleri merkezde tutmuş, tam ayrılmaya engel olmuştu.” (s.221)  derken bir kaygı da görülmektedir bu ifadelerde İnşallah yanılıyor olabiliriz. Zira, bizzat çözümün sağlanması adına işin başında bulunduğu ve kendisin işin takipçisi olduğunu topluma deklare eden sayın Erdoğan’ın, sivil anlayışın aksine, resmi çerçeveyi devreye soktuğu ve ‘Müslüman –Sünni- Kürt halkının’ doğal temsilcileri hükmünde bulunan cemaat ve STK’ları işin içerisine dâhil etmediği ve aslında bu kanadın etkisini unuttuğu ya da ötelendiği gerçeği baz alındığında, Batılı güçler adına bir vesayet savaşını ihale alan PKK ve bağlaşıklarının nezdinde Kürt halkının devletten yana olma istidadı ciddi bir anlam ifade etmemekteydi.

 Dışarının taşeronu olarak “cemaat”…

 Yazar almış olduğu İslâmi formasyona binaen, şimdilerde adı paralel yapı olarak resmi güçler tarafından tesmiye edilen Fethullah Gülen grubuna, ya da ‘cemaat’ olarak bilinen yapıya karşı, siyasi açıdan olmakla birlikte, aslında itikadi farklılıklar üzerinden karşı durmaktadır. Bu hareketin, gelmiş olduğu noktaya bakıldığında, başta mevcut iktidarın ve dolayısıyla da devletin ve toplumun düşmanı bir profil çizmesinden de öte, temeli, sözde İslâmi olmakla birlikte şirke, hurafelerle bezenmiş yanlış bir din anlayışına dayandığından ötürü olumlu bir karşılık bulmamaktadır.

 Ki, yazarın kendi döneminde birlikte hareket ettiği ve günümüzde İslâmcı çevrelerin başta din olgusu olmak üzere sosyal, siyasal vb. alanlarda oluşmuş bulunan düşüncelerine, düşünce yapılarına sunmaya çalıştıkları çabalara bakıldığında, iki cenahın, İslâm’ı referans almalarına rağmen, birisinin dini araçsallaştırdığı, diğerinin ise, dine yönelerek, kendilerinden Allah tarafından istenen amaca hizmeti öngördüğü çok rahatlıkla ve sarahatle söylenebilirdi.

 Yazar, cemaati, bir proje olarak CIA’cı Graham Fuller’e kadar götürmektedir. Onun şahsında oluşan ılımlı İslam projesine atıf yapmaktadır“Dış güçlere bağlı bu çete,  evrensel güçlerin bizim ülkemizde kurguladığı ve 1971 yılından bu yana meşhur CİA’cı Graham Fuller tarafından keşfedilip kullanılan önemli bir projedir.(s.223)

 Gelinen noktada, bu ifadelerin hiçte yabana atılamayacağı artık gün gibi ortadadır.

 Sol düşünceye ve sol partilere bakış…

 İslâm’ın kendisini ‘evrensel’ bir konumda tanıttığı gibi, hemen hepsi Batıcı paradigmaya bağlı olarak ortaya çıkan ideolojilerde, kendi yapılarını düşünsel plandan başlamak üzere evrensel olarak tanıtmaktadır. Bunda yadırganacak bir şeyde yoktur aslında…

 Kendi açısından evrenselliğini dile getiren Marksizm’in içerisinden çıkmış bulunan sol anlayışların, kendini devletle özdeş kılmış grup ve gruplarını sarf-ı nazar ettiğimizde, sol grupların kahir ekseriyeti evrensellik mottosunu kullanmıştır. Bu da, Marksizm üzerinden okunduğunda anlaşılır bir şeydir. Anlaşılmayan ise solun “yerli ve milli” ya da ‘ulusalcılık’ adına iddialarının çoğundan vazgeçip varolan sistemin bir parçası haline gelmesidir. Hatta bu durum İslâmcı yapılar içinde sıkıntılı ve üstesinden gelinmesi hayli bir zor durumu yansıtırdı.

 Buradan hareketle yazar “Sol düşünürler ülke insanının özelliklerine karşı oldukları müddetçe, yerli bir sol düşünce üretemezler. Yani milli bir sol parti olamazlar.”(s. 235) diyor ve sonra ise şunları ekliyordu “Keşke olsaydı! Çünkü muhalifi olmayan bir demokrasi olamaz, olsa da yaşamaz.”

 Sol düşünürlerin hale yıla getirilmeleri, aynı zamanda onları iktidar olma fikrinden alıkoyup, yine onları iktidar olmaktan uzaklaştırmak olmaz mı? Yine buna bağlı olarak muhalifi olan demokrasi, hangi gücün iktidara gelmesini ve iktidarda kalmasını da belirlemiş olmuyor mu? Yine, Ak Parti’nin on dört-on beş yıllık bir iktidar sürecinde, kurucu kadroda bulunup da her düşünceye açık, onların örgütlenmesini, onlar ve ülkenin geleceği açısından olumlu ve gerekli gören bir avuç insan dışında, gerek ‘partili’ gerekse de, özellikle de ‘cemaat’le aranın açılmasının verdiği bir hızla muhalifi ve muhalefeti olmayan ortamların oluşması ‘kendi otoritesinin’ kurulması ve perçinlenmesi için elzem gören bir anlayış, ya da farklı ideolojik anlayışlar olduğu sürece, demokrasi, örgütlenme özgürlüğü ve birlikte yaşama düşüncesi kalabilir miydi? Bu da cevaplanması gereken konumunu şimdilik korumaktadır.

 Demokrasi ve Ehl-i hal ve’l-akd mes’elesi…

 Afgan toplumunda Loya Jirga (Büyük Meclis); klasik Türk toplumunda kısacası ‘Aksakallılar’ olarak bilinen ve hakiki temellere dayanması gereken Kur’ani/İslâmi özelliği bulunan sahih toplumsal yapılarda önen arzeden yönetim için olmazsa olmaz hükmünde bulunduğu kaynaklarda belirtilen “Ehl-i hal ve’l-akd” kurumunun tekrardan canlandırılması ve demokrasinin yerine ikame edilmesi konusu eserde işlemekte olup şu ifadeler geçmektedir. “…Ehl-i hal ve’l-akd grubunu doğru kabul edecek olursak, o zaman seçimli demokrasi rafa kalkmaz mı?” sorusunu soranlar haklıdırlar. Çünkü Millet Meclisinin yerini almış olan marifete ve güzel ahlaka dayalı Ehl-i hal ve’l-akd meclisi uygulaması olacaksa, evet seçim rafa kalkmaktadır. Ama ütopik olmaktan kurtulmak için şu andaki dünya konjonktürüne baktığımızda  Ehl-i hal ve’l-akd grubunu oluşturacak noktaya gidinceye kadar, bugünkü demokrasinin tek fazileti olan bildiğimiz manadaki seçim devam edebilir.” (s. 249)

 Buradan hareketle düşündüğümüzde, saltanat dönemlerini es geçtiğimizde, bu hal akdi grubunun hangi dönemde uygulandığı; uygulandı ise nasıl sonuçlar elde edildiği; elde edilen sonuçların hakikaten ne işe yaradığı; zamanın ve anlayışın değiştiği modern dönemlere geldiğimize ve yönetim işinin ‘kutsal bir iş’ olmaktan ziyade, insanlar açısından sadece adalet kriterine bağlı kalındıktan sonra, yöntemin demokrasi ya da herhangi bir tarzda olduğu bugünden sonra ne anlam ifade edecektir? Kaldı ki, şu an iktidarda bulunan ve varlığından alabildiğine yararlanıldığı görülen Ak Parti’yi oluşturan kurucu aklın ve esas kadrosunun yöntem olarak demokrasiden başka bir yönteme tevessül edebilecek midir ki, farklı ve uygulanması hemen hemen vaki olmamış klasik bir yönteme neden ihtiyaç hissedilsin ayrıca?

 İslâm devleti…

 Bir kavramsallaştırma olan ‘İslâm devleti’ olgusu, bize kalırsa, kendi bütünlüğü içerisinde bir hakikate mebni olmakla birlikte, modern zamanlarda işin ilgilisi tarafından ele alınmıştır. Bununla birlikte, amaca hizmet etmesi açısından, bizzat peygamberlerin işin içerisinde bulunduğu süreçlerde oluşturulan ve marifete dayanan ve bundan ötürü de iltifatı içeren biz öze sahiptir. Bu konuda yazar; “…ideal İslam devleti en sonunda yine insanların ihtiyacı olan marifetlere bütün toplumların iltifat etmesi şeklinde oluşacaktır.”(s.241) diyerek meseleyi özetlemektedir.

 

İnsanlık Tarihi Boyunca DEVLET SİYASET VE MEDENİYET, İsmail Kazdal, Erguvan Yayınevi, 1.Baskı, Şubat 2015 İSTANBUL


Yazar: Sait ALİOĞLU - Yayın Tarihi: 08.02.2016 09:08 - Güncelleme Tarihi: 08.02.2016 09:08
2392

Sait ALİOĞLU Hakkında

Sait ALİOĞLU

Araştırmacı yazar. haberdurus.com'un editörlüğünü yapmakta olup çeşitli konuları içeren yazı ve araştırma çalışmalarını sürdürmektedir.

Sait ALİOĞLU ismine kayıtlı 79 yazı bulunmaktadır.

Twitter Facebook