Mazhar Bağlı: Şehir, İnsanın Doğaya Karşı İnşa Ettiği Kültürel Birikimlerin Yapılı Halidir
Şehir denilince dört başı mamur yerleşim yerleri akla gelir genellikle sizin şehir tanımınız nedir. Bir şehri şehir yapan temel unsurları sayacak olursak bu unsurların başında neler gelmektedir?
Şehir, insanın güven içinde yaşamak, sahip olduğu ütopyayı yansıtmak, kültürel ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak ve aynı zamanda kurallı bir şekilde yaşamak için inşa ettiği çok boyutlu mekândır. Şehirler insanların hayalindeki kusursuzluğu (cenneti) yansıtan mekânlardır. Bundan dolayı da her bir kültürün kendine ait bir şehir uygulaması vardır. Dünyadaki her bir medeniyetin özgün bir kenti vardır.
Şehir, insanın doğaya karşı inşa ettiği kültürel birikimlerin yapılı halidir. Bir yerleşim biriminin şehir olabilmesi için bence en başta bir mitolojisinin, bir hikâyesinin, bir kimliğinin ve özgün bir kültürünün olması gerekir.
Nüfusa, yönetim organizasyon örgütlenmesine ve temel ihtiyaçlara cevap verecek imkânlara sahip olması gerekir.
O halde şehir, insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarının sistemli ve kurallı bir şekilde karşılanabildiği mekânlardır. Zaten bundan dolayı da muhtaç insanların göç etmek istedikleri yer her zaman şehirdir. Bana göre şehirler aynı zamanda orada yaşayan kişilerin kimliğine özgün referanslar sunabilen kaynaklardır. İnsanın sosyalleşme sürecini belirleyen en etkin sosyal çevredir. İnsanın aidiyetini güçlendiren ve kimliğini kıymetli hale getiren hikâyelerin yaşandığı mekânlardır şehirler. Hikâyesi olmayan bir yerleşim birimi bence ancak konut alanı olur, şehir olamaz.
İslam terminolojisinde şehir, medine ile birlikte kullanılagelmiştir. İslam tarihi incelendiğinde bunun ilk biçimi Yesrib’ten Medineye dönüş ile kendini göstermektedir. İslam ile birlikte şehirlerin Medineleşmesini nasıl okumalıyız?
İslam özde şehirli bir dindir. Köylü değildir. Tabi burada köyden kast ettiğim şey fizikî bir mekân değildir. Bir ilişki biçimi ve işleyiş tarzıdır. Yani İslam, kuralları ve adaleti öncelleyen bir toplumsal yapı öngörür. Toplumun böyle bir işleyişe sahip olması ise ancak adalet ve kurucu güç olan ahlak ile mümkündür. Adalete ve ahlaka yönelmeyen bir yapı ancak “yığın” olur.
Asıl gaye değer üreten bir mekanizma kurmaktır. Zaten dünyalık haller bizi hep bu gayeden alıkoymak için varlar. Toplumun ortak paydasının adalet olması hem toplumsal, hem ahlaki hem de akidevî bir konudur. Adalet, sadece toplumsal alanla ilgili değildir. Aynı zamanda iman ile de ilgili bir parametredir.
Mutasavvıflara göre her kapıyı açan ve Esma-ül Hüsna’daki bir terkipten oluşan “ism-i azam” duasında hangi isimlerin olduğu bilinmez ama bilinen tek isim “el adl”dır. Yani adalettir. Zaten İslam’ın temel hedefi de budur, adaleti tesis etmektir. İşte Medine, bu değerin tesis edildiği yerdir. Adaletin tesis edilebildiği mekân olarak şehir, yani Medine, müslümanca yaşamanın mekânıdır.
Karye (köy), kuralı belli olmayan ya da adalete ve standarda dayalı olmayan kuralların ve adetlerin cari olduğu yerdir, Medine ise adaletin cari olduğu yerdir. Vesikaya dayalı ortak bir yaşamın kurulduğu ve medeniyetin tohumlarının ekildiği topraktır. İslam dini mekânı, Allah’ın varlığının tecelligahı ve aynı zamanda adaletin uygulanabildiği zemin olarak kabul eder.
İslam’ın bu özelliği onu bir “şehir medeniyeti” haline getirmiştir. İslami geleneğin egemen olduğu coğrafyada vaktiyle her bir şehir bir yıldız gibiydi. Her bir şehrin bir hususiyeti vardı. Bir alamet-i farikası olurdu.
Bölgeler, şehirler ile anılırdı. Şam, Bağdat, Buhara, İstanbul, Isfahan, Kahire ve Fes gibi şehirler sadece bir ili tanımlayan alanlar değillerdi.
Aslında geleneksel dönemde hem İslam hem de diğer coğrafyalarda şehirler son derece gelişmiş ve canlıydılar. İslam şehirleri ile diğerleri arasındaki tek fark şuydu: Müslümanların yaşadıkları şehirler çözüm üreten merkezlerdi. Batı ve diğer medeniyetlerin şehirleri ise görece kaos üreten merkezlerdi.
İslam coğrafyasının şehirleri referans merkezlerdi. Kriter belirleyen değerlerin üretildiği alanlardı.
Şehir ve medeniyet ilişkisi nasıl şekillenir?
Şehirler medeniyetlerin beşiğidir. Medeniyetler, şehirlerde doğarlar ve büyürler. Medeniyeti taşıyan da şehirlerdir. Her medeniyetin ideal bir şehir modeli vardır. Ve her medeniyet kendi şehrini kurar aynı zamanda. Her medeniyetin kendine özgü bir şehir planı ve mimarisi de vardır keza.
Sanıyorum birini diğerinden ayrı düşünemeyiz. Ama işe ideal olanın muhayyilede oluşmasından başlarsak ki bunun daha sağlıklı olduğu inancındayım, şehirleri kuran medeniyettir. Bundan dolayı da İslam medeniyetinin şehirlerinden söz edebiliriz. Aynı şekilde Roma şehirlerinden ya da Bizans.
Medeniyetlerin en görünür yüzü, şehirler ve mimaridir. Şehirleri canlı birer organizma gibi düşünürsek medeniyet ona üflenen ruhtur. Bu ruhun canlılık emaresi de kültürdür denilebilir. Medeniyet, herhangi bir toplumun sahip olduğu ideal güzelliğe öykünme çabasının sonucu elde ettiği tüm kazanımlardır. Bundan dolayı da medeniyet doğrudan şehirde somutlaşır.
Medeniyet, bir ülkenin sahip olduğu sanat, bilim, teknik ve inanç sisteminin toplamından müteşekkil değerler sistemidir. Şehirler ise bu sistemin görünür kılındığı mekânlardır, değerlerin uygulama sahalarıdır. Her medeniyetin özgün bir şehir yapısı ve kimliğinin olmasını da bununla izah edebiliriz.
Konutlardan, çarşılardan, kamusal binalardan velhasıl fiziki mekânlardan canlı bir organizma veya süper-organik (insan ve mekândan daha fazla onların üstünde bir olgu olarak) mekânları inşa edebilen yapıdır medeniyet. Şehirde var olanlardan bir fazlasını içeren bir üst mekanizmadır medeniyet. Var olanların işleyişini sağlayan motor gücüdür.
Bazı sosyal bilimciler ve kent bilimciler şehir ve kent ayrımı yapmaktadır. Bize göre de şehir daha çok gelenek ile yoğrulmuş bir mekân iken kent ise daha çok modernizm ile kurgulanan bir mekân olarak durmaktadır. Siz bu ayrımı nasıl okuyorsunuz?
Şehir ile kent arasında bir ayrım yapılabilir mi sorusu benim de çokça kafa yorduğum konulardan birisidir. Şehir geleneksel olanı, kent ise modern olanı ifade ediyor gibi bir yaklaşım var. Lakin buradaki kavram kargaşası bence sadece var olan olguyu tanımlama ile ilgili bir kriz değil, aynı zamanda bilgi kuramıyla ilgili de bir sorunsala işaret ediyor.
Modern bilgi sistemi ile geleneksel bilgi sistemleri arasında ciddi bir yarık var. Bu geçmiş ile aramıza giren bir uçurum gibidir. Oysa insan, geçmiş mirasın ona sağladığı deneyimleri bir bilgiye dönüştürerek kendisini geliştirebilir. Kent, reddi mirası da içeren nevzuhur bir mekânsal ve kurumsal alana işaret ediyor gibi duruyor.
Şehir ile kent kavramlarının etimolojisine kabaca göz attığımızda aslında bu ayrımın tarihi-kültürel bir bağlamının da olduğunu söyleyebiliriz.
Bilindiği gibi Kent, Soğdca kand "şehir, kale" sözcüğünden gelmektedir. Pers dili orijinli bir kelimedir. Dil devriminde öz Türkçe sanılarak “şehir”in yerine kullanılmaya başlandı. Kent kelimesinin ideolojik bir saikle şehir kavramının yerine kullanıldığı söylenebilir. Bundan dolayı da şehir kadim olanı, kent ise modern ve yeni olanı ifade eder denilmektedir. Bu tartışmaların haklı olduğunu da söyleyebiliriz. Zira kavramlarla zihniyet arasında son derece derin bir bağ olduğunu sanıyorum ayrıca vurgulamaya gerek yoktur.
Oysa “şehir” kelimesi de farsçadır. Şahr kökünden gelmektedir. Vilayet, memleket, devlet, ülke ve krallık anlamına gelir. Geniş anlamda ise içinde farklılıkların veya çeşitli renklerin öğütülüp-ezildiği ezdirildiği yer veya alet anlamındadır.
Aslında burada başka bir konuya dikkat çekmek isterim, bakın batı dillerinde şehir için belki onlarca ifade vardır. Ama bizim dilimizde sadece birkaç tane ifade var. Bu durum aslında toplumların hayatında kentin yerine de işaret eden göstergeler olarak da değerlendirilebilir.
Modernizm öncesi birçok şehrin yapısını biçimlendiren, onları ortaya çıkartan temel faktörün din olduğu görülmektedir. Örneğin Atina, Kudüs, Mekke, Medine, Roma, İstanbul gibi kadim şehirlerin oluşmasında dinsel faktörün etkisi yoğun biçimde olduğu gözlemlenmiştir. Modernizm ile birlikte şehirler nelerini yitirdi?
Benim bugün bildiğim tüm kadim şehirlerin mutlaka dini-mitolojik bir hikâyesi vardır. Bizim için Mekke, şehirlerin anasıdır. Arzın merkezi, evrenin referans noktasıdır. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem, cennetten kovulmuş olmanın ızdırabını dindirmek için ne yapması gerektiğini Allah’tan talep ettiğinde ona iç huzur bulmak için Kabe’yi tavaf etmesi emredildi. Kâbe’nin üstünde, arşa kadar olan gökte meleklerin yaptığı gibi yaparak içini ferahlatabileceği ona emredildi.
Kâbe, Allahın emri ile inşa edilen ilk evdir. Daha sonra İbrahim aleyhisselam onu yeniden canlandırır. Zemzem, cennetten bu dünyaya akan bir çeşme gibidir. Medine’de efendimizin devesinin oturduğu yerde onun mescit yapılmıştır.
Roma, Romus ve Romeleus’un hikâyesi ile kurulur.
Her şehrin kendine ait bir hikâyesi vardır. Şehirlerin kurulmasında mutlaka ilahi-ruhani bir işaret aranmıştır.
Mekke, Kudüs, Atina, Bağdat, Buhara, İstanbul, Şanlıurfa…
Sezai bey (Karakoç) bu durumu çok yalın ve çarpıcı bir şekilde dile getirir:
“Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.”
Modernizm ile beraber şehirler ruhlarını ve mitolojilerini kaybettiler. Malum modernizm için Weber’ın kullandığı ifade “büyü bozumu sonrası dönem”dir. Büyü bozuldu, şairin de dediği gibi “yeraltı suları çekildi”. Özgün şehirler, benzeşen kentlere dönüştüler.
Kent, üretim ve tüketim ilişkisi üzerinden yükselmeye başladı. Oysa şehirler ise inanç ve ibadet üzerinden inşa ediliyordu. Modern kentler artık ilahi olanı ve insanın ruhlarının dikkate alınmadan seri üretilen konut alanlarına dönüştüler.
Şehir ve kent denilince bu ikisinin ayrışması ve belki de postmodernizmin getirmiş olduğu “iç içe geçmişlik” halini mekânlar üzerinden nasıl okuyabiliriz?
Modernizmin bittiği ve post modernizmin başladığı an, bilindiği gibi mimari üzerinden başlatılır.
Modern paradigmanın öngördüğü formlarla özellikle İngiltere’de inşa edilen konutlar, ihtiyaçlara cevap veremez hale gelince 1970’lerde dinamitlerle yıkıldılar. O gün aynı zamanda modernizmin de çatladığı, yıkıldığı gün olarak kabul edilir.
Meta bir anlatı olan modernizm, bağlamsız ve derme çatma yeni bir paradigma ile sarsıldı. Ancak işler düzelmedi. Yeni bir kaos doğdu. “Her şey uyar” (every thing goes) sloganı ile kör bir nihilizm canlanmaya başladı. İçinde her şeyin olduğu bir kuram egemen olmaya başladı. İyilik, ahlak ve doğruluk gibi kavramların ve değerlerin sarsıldığı yeni bir durumdan bahsediyoruz aslında.
Sanıyorum bütün bunlar sonunda insanın ruhunda var olan o asli yurduna olan özlemin yansımaları ve çelişkileridir. Düşünün biz hem cennetin burada olmadığını ve olamayacağını biliyoruz hem de burayı bir cennet mekâna dönüştürmek istiyoruz. Bu belki de bizi hep dengeleyen bir çelişkidir. Anlamlı bir çelişki. İnsanın varlığını anlamlı kılan çabanın da kaynağı budur zaten.
Bu kaotik durumdan kurtulmanın yeni bir kent tasarımı ile mümkün olduğu fark edildi denilebilir bana göre. Planlı kent döneminden estetik kent aşamasına geçilmesi için belki de bu kaosun yaşanması gerekirdi.
Konuyu biraz farklı boyuta taşımak adına; bugüne kadar şehir, kent, mekân, yerleşim yerleri üzerine genellikle mimarlar, mühendisler, kent ve çevre bilimcileri ilgilenirken son zamanlarda sosyal bilimcilerin de bu mekânlar üzerine eğildiğiyle karşılaşıyoruz. Sosyal bilimcilerin “kentin-şehrin mimarlara bırakılmayacak derece önemli olduğunun farkına” vardı mı acaba?
Victor Hugo, romanlarından birisindeki bir papaz karakterine çok ilginç bir cümle söyletir. “Bu (matbaayı kast ederek) şunu (mimariyi) öldürecek.” (Matbaa mimariyi öldürecek)
Tabi teknolojinin çok güçlü bir kullanım alanı var. Aynı zamanda insanlar onun ideolojisini benimsemeden tüm icatlarını kullanmakta ve yaygınlaştırmaktadırlar. İdeolojisini benimsemeden pratiklerini gönüllü olarak yerine getirdiğimiz bir bilgi türü var karşımızda. Kimsenin itiraz edemediği bir gelişme.
Her alanı domine eden yeni teknik ilerleme aslında tek tipleştirmeye neden olmakta ve doğal olarak özgün farklılıkları bertaraf etmektedir.
Bu durum, mimarinin yok olması anlamına geliyordu. Düşünün bugün dünyanın pek çok yerinde sosyal konut olarak tanımladığımız toplu yaşama alanları, bazı iç dekorasyonlar hariç hemen hemen tüm dünyada aynıdır. Çin’den Avusturalya’ya, Amerika’dan Türkiye’ye ve hatta Afrika’ya kadar benzer konut bloklarıyla karşılaşabiliyoruz.
Bütün bunlar işin sosyolojisinin ihmal edilmesinden kaynaklıdır bence. Toplumun mekana ait değerlerinin paranteze alındığı bir paradigma vardı. Ancak bu ihtiyaçlara cevap vermeyince işler değişti. Yeniden insan çevresini kurmaktadır.
Bu yeni sürecin en önemli hassasiyeti insani alanın yeniden kurulmasıdır. Yani toplumsal farklılıkların dikkate alınmasıdır. Zira modern teknoloji insani olanı hem düşünsel hem de pratik olarak dışarıda bırakmaktadır.
Bundan dolayı da yeni dünyada en çok ihtiyaç duyulan bilimlerden birisi sosyoloji diğeri de sosyal antropolojidir. Bugün insanı dışlayan yapıları ya da planların varlığını mimariye mal etmek de bence haksızlık olur.
Bu bence biraz farklı bir şey, mimarlık tekniği, mühendislik hesapları ve piyasa koşullarını dikkate alan nevzuhur bir bina bilgisi denilse belki daha doğru olur. Nevzuhur bina bilgisine mimarlık maskesi giydirilmiştir diyebiliriz. İşte sosyoloji bu maskeyi düşürebilecek olan biricik alanlardan birisidir.
Harvey, “Kent Hakkı” yazısında şunları aktarır: “Ne tür bir kent istediğimiz sorusu ne tür toplumsal bağlar, doğa ile ilişki, yaşam biçimleri, teknolojiler ve güzel duyu değerleri arzuladığımız sorusundan ayrılamaz. Kent hakkı kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok öte bir şeydir: Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır.” Bizler toplum olarak nasıl bir kent istediğimizin farkında mıyız?
David Harvey, Kente ekonomi politik perspektiften bakar. O, kent çalışmalarında genel olarak kapitalist sistemin adaletsizliği üzerinde durur. Ve aynı zamanda mekân kavramını da kapitalist sermaye birikimin hareketleri ve krizleri kapsamında ele alır. Harvey’e göre kapitalist kentleşme, üretim sürecinde ekonomik krize giren sermayeyi, üretime dayalı olmayan “kâr” üzerinden kurtarır.
Harvey, kentsel rant teorisini sermaye birikiminin dinamiğiyle açıklarken kenti oluşturan çevrenin sağladığı imkanların her bir aktörün hakkı olduğunu savunur.
Gerçekten de kentler, büyük oranda fırsatlar üreten mekanizmalardır ve bunların oluşması her bir kişinin varlığı ile şekillenir. Bu birikim herkesin hakkıdır ve herkes için bir imkâna ve katma değere dönüştürülmelidir.
Şimdi burada asıl soru şu, tam da sizin bahsettiğiniz kentin sunduğu haklar ve bizim nasıl bir kent arzuladığımız duygusunun çarpışmasının sosyolojik yansımaları nelerdir?
Ben burada sorunun hak ve adalet ortak paydasında bir vizyon öngörmemiz gerektiğini bir kez daha vurgulamak gerekir. Zira bizim varlığımızın anlamıdır adalet. Kendimizi değiştirerek kenti de kenti değiştirerek de kendimizi de değiştirebiliriz galiba.
Harvey’in Kent Hakkı ile ilgili söylediklerini haksız rant ve kapitalist sermayeye itiraz olarak ele aldığımızda buna karşı çıkmak bu iki döngünün oluşturduğu bir sistemin içinde kalarak olmayacağını da unutmamak gerekir.
Şehirlerin artık kentleşmeye başladığı çağımızda kent politikalarımız ve toplu konutlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sanıyorum en başta şunu belirtmemiz gerekiyor, bizim toplumumuzda insanlar bir konut sahibi olmayı çok çok önemsiyor ve arzu ediyorlar. Aileyi önemsiyoruz ve aile için sabit bir mekân olmazsa olmazdır. Dünyada mekân, ahrette iman diye bir halk deyimimiz bile vardır.
İnsanların konut sahibi olma taleplerini makul bir şekilde çözmek gerekir. Keza sahip olduğumuz konut stokunun da depreme karşı son derece dayanıksız olduğunu ve büyük bir risk barındırdığını da biliyoruz. Bu iki konu, yani mekân/ev sahibi olma isteği ve sahip olduğumuz konutların kahir ekseriyetinin risk barındırdığı konuları bu alandaki tüm çalışmaları ve politikaları belirlemektedir.
AK Parti iktidarından önce insanlar, bir konut sahibi olmak için bir ömür boyu çalışmayı göze alıyorlardı ve çalışıyorlardı da. Ev kiraları orta gelirli bir memurun maaşının yarısı kadardı. Aile bütçesinin en büyük miktarı konut kirasına gidiyordu. lira idi. İnsanların kahir ekseriyeti ev sahiplerine çalışıyor gibiydi.
Bu idare edilebilir bir durum değildi gerçekten. Bu döngüyü AK Parti TOKİ ile kırdı. Bugün artık TOKİ’den fazlasını bekleme hakkımız da var. Asgari ihtiyaçların karşılanmasından sonra özgün ve kimlikli yapılara, toplumsal değerler ile medeniyet tasavvuruna riayet eden konut politikaları geliştirmek gerekiyor. Korkarım ki TOKİ, ilk dönemde kurulduğu vatandaşı ucuz konut sahibi etme ruhundan vazgeçmez. Çünkü bu alanda kalmaya çok hevesli gibi duruyor. Belki de artık konut inşa etmenin mantığı ve politikasının değiştiği, değişmesi gerektiğini tüm toplumsal bileşenler dile getirmelidirler. Akademisyenler de politikacılar da halk da.
Son olarak şunu özellikle vurgulamak istiyorum, her medeniyetin her inancın ve kültür coğrafyasının özgün bir kent planı ve mimarisi vardır. Bizim de kendi inancımızı, kültürümüzü ve medeniyetimizi temsil eden örnek bir kent planına şiddetle ihtiyacımız vardır. Uygulanabilir bir plan yapıp derhal uygulamalıyız. Kişisel olarak, kendimize ait bir şehir planının uygulanmadığını görmeden ölürsem sahiden gözüm arkada kalır.
Avrupa’da, özellikle onbeşinci ve onaltıncı yüzyılda ideal geometrik formda inşa edilen şehirlere gıpta ile baktığımı ve aynı zamanda da kıskandığımı itiraf etmeliyim. Biz de kendi şehrimizi kurabiliriz. Müslümanların yaşadığı bir şehir nasıl olmalıdır sorusunu sorup cevabını mekânda verebileceğimiz bir şehir…
Yazar: Bilal CAN - Yayın Tarihi: 17.05.2016 09:00 - Güncelleme Tarihi: 12.05.2016 15:24