Sağanak Romanına Felsefik Bir Çözümleme, Edebiyat, Şerife Saliha BUĞA

Sağanak Romanına Felsefik Bir Çözümleme yazısını ve Şerife Saliha BUĞA yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabilirsiniz.

Sağanak Romanına Felsefik Bir Çözümleme

10.03.2021 09:00 - Şerife Saliha BUĞA
Sağanak Romanına Felsefik Bir Çözümleme

“Evet azizim! Ben bu hayallerin arkasında

gizlenmiş olan hayalleri arıyorum.”

(A’mâk-ı Hayal)[1]

Platon’un “mağarası” nda bulunan insanlarla “izm” ler çarkına sıkışıp kalan günümüz insanı arasında ne fark vardır? Saramago’nun ‘Mağara’ eserini okuduktan sonra kitap üzerine yaptığım okumalar esnasında, kaleme alanın ismini öğrenmeye nail olamadığım bir inceleme yazısında şu yorumla karşılaşmıştım:“Mağara adamı baki kaldı sadece, ona artık modern insan diyoruz. Tas aynı kalsa da hamam değişti… Medeniyet olarak lanse edilen şey ise yedi milyar insanın içine sığabildiği bir ‘mağaradan’[2] ibaret sadece.” İşte Gürocak’ın ilk romanı olan Sağanak’ta günümüz “mağarasından” bir kesit ortaya koymaktadır. Derdi vardır ve derdini gürül gürül haykırmaktadır tabir-i caizse…

Platon, Devlet’ in 7. Kitabı’na bir alegori ile başlar, “Mağara Alegorisi”. “Bilgi ve bilgisizlik bakımından insan doğasına ilişkin bir tasarı”[3] olan bu alegori şu şekildedir: “Şimdi, dedim, insan denen yaratığı eğitimle aydınlanmış ve aydınlanmamış olarak düşün. Bunu şöyle bir benzetmeyle anlatayım: Yer altında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. Önde boydan boya ışığa açılan bir giriş… İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki kafalarını bile oynatamıyorlar. Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında. Mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani şu kukla oynatanların seyircilerle kendi arasına koydukları ve üstünde marifetlerini gösterdikleri bölme var ya onun gibi bir duvar. (“Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir…”[4]) Bu alçak duvar arkasında insanlar düşün. Ellerinde türlü türlü araçlar, taştan, tahtadan yapılmış, insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyorlar. Bu taşıdıkları şeyler bölmenin üstünde görülüyor. Gelip geçen insanların kimi konuşuyor, kimi susuyor.”[5]

Mağarada yaşayan insanlar tüm bu yansımaları “gerçeklik” olarak algılarlar. Fakat biri bir gün zincirlerinden kurtulmayı başarıp mağaranın dışına çıkar ve ışığa bakınca gözleri kamaşır. Gözleri ışığa alıştığında ise olan bitenin farkına varır ve gördüklerinin asıl gerçeklik olduğunu anlar. Dönüp arkadaşlarına da anlatmak onları da çözmek ister fakat ona inanmazlar ve çıkmaya ikna olmazlar. O ise artık mağarada kalamaz. “Boş hayallere dönmekten, eskiden yaşadığı gibi yaşamaktansa, Homeros’taki Akhilleus gibi, ‘fakir bir çiftçinin hizmetinde uşak olmayı,’ dünyanın bütün dertlerine katlanmaktan bin kere daha iyi,” bulur.[6] Eserde Yalım karakteri, zincirlerinden kurtulmayı reddedip “mağara”da kalmayı tercih ederek alegorinin insanlarını temsil eder sanki.

“-Gidiyorum ve bir daha gelmeyeceğim. Neden biliyor musun, sen delisin ve bu saçma düşüncelerinle beni de delirteceksin. Hayat, özünde ne kadar basit. Bir bak etrafına! İnsanlar yiyip, içip, sevişiyor, evlenip çocuk doğuruyorlar. Alışveriş merkezlerine gidiyorlar. Dedikodu yapıyorlar. Zamanı öldürmek için oyunlar icat ediyorlar. En son ne zaman televizyon açıp saçma bir dizi, bir yarışma programı izledin? Efsun inan bana hayatta hiçbir anlamı olmayan şeyler var. Her şey üzerine düşünmek zorunda değilsin, lütfen biraz gevşe. Seni istemedim çünkü senin gözlerinden bakınca dünya karmakarışık yorucu bir yer. Sürekli bir sersemleme ve afallama yaşattın bana… Sen tehlikelisin!(…) Bulanıksın sen. Durmadan biçim değiştiren bir suretin var.(…) Ama gerçek şu ki insana her türlü deliliği yaptıracak bir şeytansın.”[7]

Yalım ve sarf ettiği bu sözlerde beden bulan tüm bu mağara insanları ise Nietzsche’nin “sürü insanı” tabirini akıllara getirmektedir. Zira Nietzsche’de insanlar realiteyi görebilme veya görememeleri, bu yüzden de realiteyi başka başka tarzlarda değerlendirmeleri bakımından üç ana tipte toplanabilir:[8] Sürü insanı, özgür insan ve trajik insan. Sürü insanı kimdir diye sorduğumuzda ise, “Sürü insanı moralli insandır.”[9] cevabına muhatap oluruz; fakat bu moral kişinin özgürlüğüne ket vurmaktadır. Zira: “Sürü insanının tek yaptığı, bu morale boyun eğmektir. Yapıp ettiklerini yöneten, olayları ve durumları kendi gözleriyle görmesine dayanan kendi değerlendirmeleri değil, geçerlikte olan moralin değer yargılarıdır. Çeşitli davranışların değeri kesindir; her tek insan bu değerlendirmeye bağlıdır. Bu moral değer yargılarına aykırı bir davranışta bulunduğunda –bu davranış, ister bu moralin ötesine adım atan bir davranış, isterse de bu morale göre geride olan bir davranış olsun, her iki durumda- kişinin rahatı kaçar, yaşama hakkı tanınmaz ona: çünkü o ‘ahlâksız’dır.”[10]

“Sürü, moral dışı insanları kendine benzetmek, onların etkili olmasını önlemek, onları ‘zararsız’ duruma getirmek ister; bunu yapamayınca da onlara ‘kötü insan’ der. Bu şekilde, geçerlikte olan moral değer yargılarının şeylere uygun olmadığını gören birçok kişi de, ‘kötü insan’ damgasından kurtulabilmek için kendilerini harcarlar; çünkü sürü çoğunluktur: ona karşı durabilmek için çok kuvvetli, çok yürekli olmak, kendi gözlerine kayıtsız şartsız inanmak gerekir… Her babayiğit dayanamaz buna.”[11] Yalım da dayanamayacaktır buna, kendi gözleriyle görmek ona zor gelecektir. Onca zaman sonra Efsun’un dünyasına adım atabilmek için cesaret toplayıp gelir fakat yine de bunu başaramaz! Ana karakterimiz Efsun ise kendi halinde, başarılı bir iç mimardır. Fakat bir gün çalıştığı iş yerinde yaşanan bir olay üzerine Hasan Usta ile gerçekleştirdiği diyalog hayatı sorgulamaya başlamasına neden olur. Kardeşi olarak gördüğü arkadaşı Ilgın’a yazdığı mektupta sarf ettiği şu cümleler, geçerlikte olan moralin dışına çıkaran ilk adım olarak nitelenen ‘büyük kopma’nın Efsun’un hayatında nasıl gerçekleştiğine ışık tutar:

“O gün eve gittim. Gün boyu bir şey yemediğim hâlde kustum. Yöneticilerime yaranmak için kapıldığım hırs sanki bir çeşit aside dönüşüp midemi deldi. Hayattaki asıl dertleri yok saydıran, beni zenginlerin şaşaasına hizmetçi eden, yanlış delinmiş iki parça odun için aklımı şaşırtan işim bir anda düşmanım gibi görünmeye başladı gözüme.”[12]

Bu olay onun için bir kopma noktası olmuştur fakat, “Kişinin bunun farkına varmasıyla, geçerlikte olan morale ve onun dayandığı değerlendirme tarzına ‘hayır’ demesi, yani ‘ben istiyorum’ demesi arasındaki yol, uzun ve basamaklıdır.”[13] Efsun kendi iç dünyasında sorgulamalara başlasa dahi hayat henüz net değildir, ışığa gözleri alışmamıştır. Gerçekliği daha net bir şekilde algılaması ise Meryem’le tanıştıktan sonra olacaktır. Basamakları emin adımlarla çıkmaya başlar. Bilhassa yaptığı okumalar ve bu okumalar esnasında yeni tanımaya başladığı Mevlana, Muhyiddin İbnu’l Arâbî ve daha nice isimlerin eserleri ona farklı dünyaların kapılarını açar. Onun için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Ona ve nicelerine gösterilenlerin bir gölgeden ibaret olduğunu bunların gerçeklik olmadığını kavramaya başlamıştır; gözü güneşe alışmıştır. Bu durum defterine yazdığı “Selam olsun, insan tekine, mikro âleme. Sorumluluğu alan, kabul eden tek bir insan, ayı da böler, kurumlara da kafa tutar, devletleri de yıkar, kötü geleneği de dümdüz eder, yenisini de kurar, gıcır gıcır!”[14] şeklinde başlayan yazısında ortaya koyduğu ifadelerden anlaşılmaktadır. Artık karşımızda Nietzsche’in “özgür insan” diye nitelediği insan tipi vardır. Zira özgür insan:

“İçinde yetiştiği ve yaşadığı sürüden kopmuş, kendi yolunu arayan, insanla ilgili şeyleri, insanın her şeyini kendi gözleriyle görmek isteyen insandır.[15] Kendi zamanının en yüksek değer ölçülerini kendisi yakalamak isteyen böyle bir ötenin insanı, her şeyden önce, kendi zamanını kendinde ‘arkada bırakmak’ –bu onun güç denemesidir-; bundan sonra da yalnız zamanını değil, o güne dek zamanına karşı olan tiksintisini ve zamanıyla çatışmasını da, zamanından dolayı çektiği acıyı da, zamanına aykırılığını da, romantizmini de arkada bırakmak zorundadır.”[16]

Efsun’un da yaptığı budur. Her şeye bir çizik atar; kızgınlıklarına, kırgınlıklarına… Ve hatta annesini öldürerek hayatını altüst eden babasını dahi anlamaya çalışır. Artık, içe hicret ederek, yanlışa evet demeden, olası yanlış tutum ve davranışa düşmeden bireysel bir tecdidi gerçekleştirecek tedbirleri almayı tercih edecektir. [17] Zira içindeki mikro âleme çeki düzen vermeden sıra dışarıdakine gelemezdi.[18] Böylece de fikrî ve fıkhî yenilenmesini temin edebilecektir.[19] Sıra artık, “Kapitalizm, çürümüş ataerkil zihniyetin en semiz çocuğu ve ben en başta ona karşıyım…”[20] dediği kapitalizm özelinde ‘izm’lere karşı harekete geçmeye gelmiştir. Tıpkı gerçekliği gören adamın geri dönüp arkadaşlarını uyarmak, tüm bu yaşadıklarının bir yanılsamadan ibaret olduğunu anlatmak istemesi gibi.

Sorunun kökenine inmeye çalışır ve karşısında kapitalizmin hedef aldığı, sivri çarkları arasında acımasızca öğütmeye çalıştığı kadınları bulur. Sistemin tek kurbanlarının sadece kadınlar olmadığının da bilincindedir fakat “kadının aldığı yaralar toplum için çok daha ciddi sorunları tetikliyor, çünkü kadın aynı zamanda annelik rolüyle erkeği de yetiştiriyor.”[21] Zaten annesinden dolayı hassas olduğu bu konu üzerinde ah vah edip bir köşeye çekilmektense harekete geçmeyi yeğler ve kültürel, tarihsel, dinsel, sosyolojik, psikolojik, antromorfik vb tüm boyutlarıyla kadınlık meselesini ele almak istediği bir dergi çıkarmaya karar verir. Hayalci değil gerçekçidir, “Gerçekçi olmak gerekirse ömrümün bu uyanışı görmeye yetmeyeceğini biliyorum, fakat bu kavgayı vermekten başka yapabileceğim bir şey yok. Belki değiştirilemez olanı değiştirebilmeye kudretimiz yok. Öte yandan zaten öleceksek ömrümü anlam bulduğum uğraşlarla harcamak isterim.”[22] Bu konuda yazarın tetebbuâtı, konuya olan hâkimiyeti dikkatleri celbetmektedir. Fakat konunun dışına çıkmamak için sadece kısaca değinip geçmekle yetineceğim. “Feminizmi aklamaya çabalamak, feministlere mazeret uydurmak, onlarla empati yapmak artık boşuna. Onları biraz, hatta adamakıllı eleştirmenin zamanı geldi bana kalırsa.”[23] diyerek bu davasında kendini feministlerden ayrı tutar. Öne sürdüğü yaklaşımlar ve eleştiriler ise hiç yabana atılacak cinsten değildir. Gerçek hayatta da üzerinde ciddiyetle durulması gereken savlar ortaya koymaktadır.

“Biraz bağır çağır bir yaygara koparan, öfke saçan feministleri eleştirmeyi; biraz eleştirdiğim konulara çözüm önerileri üretmek ve en önemlisi derdimi sahiplenecek insanlarla bir araya gelmeyi arzuluyorum. Çünkü bu, tek başıma verebileceğim bir mücadele değil. Dergi evet…”[24] diyerek derdini editöre ve bundan sonra her daim destekçisi olarak yanında göreceği Yaman’a anlatır… Ve harekete geçerler. Tıpkı Nietzsche’nin özgür insanı gibi; “Özgür insan, yolu açan insan, hazırlayıcı insandır. Açtığı yol, büyük çapta yaratıcıların yolu, başarılarıyla yeni değerler ortaya koyanların, trajik kişilerin yoludur. Bu, aslan-insanın, ‘hayır’ diyen insanın ana özelliğidir, denebilir.”[25] Efsun’da tüm ‘izm’lere, haksızlıklara ‘hayır’ diyen ve bu uğurda yol açanlardandır. Yaptığı çalışmalar etkisini göstermeye başlar ve pek çok kişiye ulaşmayı, davasını beraber yürütebileceği arkadaşlar edinmeyi başarır. Mağaradan çıkmayı reddederek gerçekliğe sırt dönenler gibi kapitalizminde gönüllü neferi olarak nitelendirilebilecek kimseler tarafından tepkiyle karşılanırlar. Tam bir ‘nevabit’tirler*.

Nietzsche’nin ortaya koyduğu son insan tipi ise, öncesinde bahsettiğimiz üzere, trajik insandır. Kimdir bu trajik insan: “Trajik insan ‘hayır’ yapan, ama ‘evet’ diyen; hayata ‘evet’ diyen, olduğu gibi hayata ‘evet’ diyen, hayatı olduğu gibi isteyen ve seven insandır.”[26] ‘Olduğu gibi hayata evet demek’ ise A’mâk-ı Hayal’de geçen ‘saadet’ hakkındaki şu kelâmı hatırlara getirir: “-Ey Beşeriyet! Saadet, hayatı olduğu gibi kabul etmek, yüklediği yüklere razı olmak ve hayatın iyiye gitmesi için gayret etmektedir.”[27]

Trajik insana ulaşmak, bir diğer ifadeyle de dinin ve felsefenin peşinde olduğu ‘saadet’e ulaşmak ise insanın zindanlarından kurtulmasını gerektirir. Ali Şeriati bu zindanları dört başlık altında toplar, bunlar; tabiat zindanı, tarih zindanı, toplum zindanı ve insanın kendi zindanı şeklindedir. Her bir zindandan kurtulabilmek insanın tekâmülü açısından büyük önem arz etmektedir lâkin aşılması gereken en zor zindan olarak ‘kendi zindan’ı durmaktadır insanın karşısında. Peki, karakterimiz Efsun için bir trajik insan nitelemesi yapabilir miyiz? Efsun, kendi zindanından kurtulabilmiş midir? Kim bilebilir…

Sağanak’ın her bir karakteri o yedi milyarlık mağarada yaşayan insanların, yani bizlerin birer örneği gibidir. Sevgili Gürocak, incelikli üslubuyla günümüz mağarasını koymuştur ortaya, başta da ifade ettiğimiz üzere. Her ne kadar Platon’un alegorisi dikkatleri celbetse de “Atina uyuşuk bir at ve ben de bu atı uyandırmaya çalışan at sineğiyim,” diyen hocası Sokrates’ e de bir selam yollamaktan geri durmaz. Eserin ismi de bu noktada manidardır; tüm insanlığı ‘sağanak’a tutmak, sözlerin o üstün gücüyle farkındalık yaratıp Sokrates gibi insanlığı uyandırmaya çalışmak ister sanki.

[1] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Amak-ı Hayal, Bilge Kültür Sanat Yayınları, 2015, s. 109

[2] Mağara Adamı, s. 2.

[3] Serdar Uslu, Platon’da Düzen Sorunu, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı, 2007, s. 120

[4] En’am 6/32

[5] Platon, Devlet, İş Bankası Kültür Yayınları, çev. Sabahattin Eyüboğlu- M. Ali Cimcoz, 2016, 514a- 515a, s. 231.

[6] Platon, a.g.e., 516d, s. 234.

[7] Manolya Gürocak, Sağanak, İz Yayınları, 2019, s. 40-41.

[8] İoanna Kuçuradi, Nietzsche ve İnsan, TFK Yayınları, 2016, s. 25.

[9] Kuçuradi, a.g.e., s. 27.

[10] Kuçuradi, a.g.e., s. 28.

[11] Kuçuradi, a.g.e., s. 31.

[12] Gürocak, a.g.e., s. 130.

[13] Kuçuradi, s. 53.

[14] Gürocak, a.g.e., s. 63.

[15] Kuçuradi, a.g.e., s. 52.

[16] İoanna Kuçuradi, s. 54.

[17] İbn Bacce, Tedbîru’l- Mütevahhid, Tercüme ve Telif: M. Uyanık, A. Akyol, Elis Yayınları, 2017; Mevlüt Uyanık, İslam Felsefesinde “Bireysel Yönetim” ve “Bireysel Ahlak” Tasavvuru, s.171.

[18] Gürocak, a.g.e., s. 65.

[19] İbn Bacce, a.g.m., s. 172.

[20] Gürocak, a.g.e., s. 101.

[21] Gürocak, a.g.e., s. 70.

[22] Gürocak, a.g.e., s. 72.

[23] Gürocak, a.g.e., s. 69.

[24] Gürocak, a.g.e., s. 70.

[25] Kuçuradi, a.g.e., s. 61.

*Nebat/Nevabit:Özel anlamda erdemsiz ve ahlâki açıdan sorunlu toplumlarda doğru görüş sahibi kişileri; genel anlamda doğru veya yanlış olsun toplumun geneline aykırı görüşleri benimseyen kişiler için kullanılır. Ayrık otu.(İbn Bacce, a.g.m., s. 172.)

[26] Kuçuradi, a.g.e., s. 69.

[27] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, a.g.e., s. 105.


Yazar: Şerife Saliha BUĞA - Yayın Tarihi: 10.03.2021 09:00 - Güncelleme Tarihi: 02.03.2021 22:35
4409

Şerife Saliha BUĞA Hakkında

Şerife Saliha BUĞA

1994’te Kayseri’nin Yeşilhisar ilçesinde doğdu. Lise öğrenimini Yeşilhisar Anadolu Lisesi’nde gördü. 2017’de Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden (İngilizce) mezun oldu. “Kendini Bil” sözünü kendine gaye edinmiş, bu uğurda ‘insan’ kalmak ve insan olarak son nefesini vermek üzere çaba harcayan, ‘insan’ denen meçhulün peşinde koşan, tek sığınağı kitaplar olan bir ademkızı…

Şerife Saliha BUĞA ismine kayıtlı 24 yazı bulunmaktadır.

Twitter