15 Temmuz Dosyası: O Gece
Gerçeğin gerçekliğini yitirdiği, kırılıp dağıldığı, olağanüstü bir geceydi o gece. Devlet denen büyülü yapı bozulmuş, parçalanmış, parçaları her yere saçılmıştı. Kafamızda Tanrı'dan sonraki en büyük güç çatırdıyordu. Genç kuşaklar olarak bizler, ilk defa askeri darbenin ne menem bir şey olduğunu gözlerimizle müşahede ediyorduk. O yüzden şaşkındık. Dijital devrim sonrasında yaşanan bu darbe, hep tarih kitaplarından okuduğumuz, sabaha karşı okunan bildirilerle halka açıklanan, hiç kimsenin haberi olmadan ülkenin önemli kişilerinin tutuklanıp cezaevine gönderildiği darbelerden biraz farklıydı. Çünkü artık cep telefonu vardı ve hiçbir şeyin gizli kalma ihtimali yoktu. Bundan dolayı insanlar başlarda pek bir şey anlayamadılar. Yine de herkes şok halindeydi. Şoku atlatır atlatmaz, biraz da sevki tabii ile sokaklara çıktık. Zaten kafamızda çok kısa süre önce melun bir askeri darbeyle Mısır'da iktidardan indirilen Muhammed Mursi vardı. Ülkemizin Mısır gibi olmasını istemiyorduk. Yine Amerika'nın etki ajanlarından Michael Rubin'in dört ay önce attığı tweetler geçti aklımdan: "Yalnız kaldı, kimsesi yok, olası bir askeri darbede Avrupa onu yalnız bırakacaktır." diyordu cumhurbaşkanı için. Ama milleti yalnız bırakmadı cumhurun başını…
Türk milletinin gücünü o zaman gördüm. Saraçhane'de abdest alan sakallı dedelerimiz sanki geçmişten çıkıp gelmiş gibiydiler. Tarih tekerrür ediyordu. Demek anlatılanların hepsi doğruydu. Malazgirt'te, Çanakkale'de Dumlupınar'da dinlediğimiz kahramanlık hikayeleri masal değildi. Gerçekten de imanlı göğüslere top tüfek işlemiyordu. Gerçekten de bu dünyada iman en büyük kuvvetti. Gerçekten de Seyit Onbaşı gibi sıradan bir nefer, iman gücüyle o topu kaldırabilecek kuvvete erişebiliyordu. Geçmiş bütün ihtişamıyla canlanıyordu gözlerimizin önünde… Hiç ummadığımız insanlar birer kahramana dönüşüyordu. Tankların önüne yatanlar, köprüde kurşunlara karşı yürüyenler, "İnsan bir kere ölür, adam gibi ölür, ben ölmeye hazırım" diyerek ölüme koşa koşa gidenler…15 Temmuz tam anlamıyla sıradan insanın destanıdır. Her gün yanından geçtiğimiz, görmezden geldiğimiz, ara ara küçümsediğimiz Anadolu insanının destanı. Anadolu insanının bütün irfanı, bütün fazileti, bütün derinliği o gün tecessüm etti.
Sonra yurdun her köşesinden selalar okunmaya başlandı. Selalar ilk defa ölüm haberi vermek için değil direniş çağrısı yapmak için okunuyordu. Seferberlik için okunuyordu. Yine o zaman anladım bu ülkenin mayasının neden sağlam olduğunu. Yıllar yılı topraklarımızın üstünde inleyen davudi sesler, selalar, ezanlar, Kuranlar bizi zor günlere hazırlamak içinmiş meğer. O gün anladım bunların hepsinin kuru bir slogan olmadığını. Hani büyük şair Mehmet Akif diyordu ya: "Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez, toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez." sözlerindeki gibi toplu vuran yüreklere ne top ne de tüfek işleyebiliyordu. Her şey sanki gökten inen görünmez bir elin müdahalesiyle vuku buluyordu.
Üzücü olan şudur ki milletin parasıyla milleti korumak için alınan silahların yine millete doğrultulmasıydı. Daha da üzücü olan Kurtuluş Savaşı'nda dahi bombalanmayan Gazi meclisimizin bombalanmasıydı. Bu nasıl mankurtlaşmış kafaydı ki kendi milletine silah doğrultabiliyordu? Yine o anda "Millete doğrultulmuş namluya saygı duymam." diyen yiğit adam gelmişti aklıma. Biz de saygı duymadık. Tarihimize utanç vesikası olarak geçecek hayasız saldırılara karşı Kuva-yı Milliye ruhuyla direndik. Maşeri vicdanlarımızda derin yaralar açan, demokrasimize ve milli irademize saldıran cuntacıları hezimete uğrattık. Belki bir taraftan bütün dünyaya rezil olmuştuk ama bir taraftan da bütün dünyaya çok büyük mesaj veriyorduk. Ve bütün dünyaya ilan ediyorduk: "Bu millet sahibi olduğu kutsallarını geçmişte olduğu gibi şimdi de gelecekte de alçaklara hiçbir zaman çiğnetmedi, çiğnetmeyecektir."
Yazar: Mustafa BUĞAZ - Yayın Tarihi: 14.07.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 09.07.2024 15:02