A. Erkan AKAY İle Yazım Serüvenini Konuştuk
İlk kitabınızın yazılış öyküsünü bize anlatır mısınız?
Yazma merakımı ve yazdıklarımı okuyanların telafuz ettiği kabiliyet pırıltısını içimde saklı tutmakla beraber aslında kitap yazma niyetim yoktu. Ama kardeşimin böyle bir niyeti vardı. Birlikte yıllardır çalıştığımız iş alanımızda edindiğimiz ticari tecrübeyi insanlara aktarmak istiyordu. Dönem dönem bu niyetinden bahseder “Abi yazalım şu kitabı...” der dururdu. İlkin çok ciddiye almamıştım ancak bunun geçici bir heves olmadığına kani olunca “sen işin teknik kısmını hazırla, ben derleyip toparlarım.” dedim. O da gerçekten iyi bir içerik oluşturdu ama kitabın çekici bir tarafı yoktu. Ben de işin içinde yaşadığımız ilginç olayları, düşme-kalkma anlarımızı hikâyeleştirdim, kitabın düzenlemesini, düzeltmelerini yaptım ve kafe-restoran işletmeciliğine kalkışmayı düşünenler için “Hayallerin Karın Doyursun” isimli ilk kitabımız Konya'da Çizgi Kitabevi'nden çıkmış oldu. Tabii bu benim yazarlık serüvenimin başlangıcı sayılmaz, bu kitabı daha çok kardeşimin kitabı olarak görüyorum ama benim kitaplarıma da bu olay vesile olmuştur. Şöyle ki; Çizgi Kitabevi o günlerde Kayalıpark Yayınları'nı yeni kurmuş, çocuk kitapları konusunda da bir çalışmaya girişmişti. Sohbet ederken benim de bu alana meraklı olduğumu duyunca benden çocuk kitapları istediler. Ben de o heyecanla, gıda mühendisi olmamdan da hareketle çocuklara yönelik bir sağlıklı beslenme kitabı yazmaya niyetlendim. Bunu çocukların anlayacağı ve hoşlanacağı bir tarzda yapmak gerekiyordu. Bu nedenle kısa hikâyeler yazmaya karar verdim. On hikâye ortaya çıkarınca hemen yayınevime gönderdim ancak nedendir hiç merak etmemek gerekir dönüş alamadım. Neden “merak etmemek gerekir” dediğimi az sonra anlayacaksınız. Oysa talep oradan gelmişti. Ben de hikâyelerimin beğenilmediğini düşünerek bir karamsarlığa kapıldım ve o hayal kırıklığıyla yazmaya devam etmedim. Bir gün eşim beni tekrar harekete geçirdi, hemen pes etmemem, hikâyelerimi başka yayınevlerine de göndermem konusunda teşvik etti. Ben de söz tutup hikâyelerimi umutsuzca da olsa Hayy Kitap'a gönderdim. Hiç beklemediğim şekilde, yanlış hatırlamıyorsam birkaç saat içinde aradılar. Genel yayın yönetmeni Canan Hanım ki sonraki süreçte çok desteğini görmüşümdür, aklında tam da böyle bir proje olduğunu, başını iki elinin arasına almış ne yapacağını düşünürken benim e-postamı aldığını, hikâyelerimi çok beğendiğini söyledi. Hayy Kitap biliyorsunuz sağlıklı beslenme konusunda bir yetişkinlere yönelik bir çok kitap sunmuş, bu alanda uzmanlaşmış, tanınmış bir yayınevi. Canan Karatay, Yavuz Dizdar, Ahmet Rasim Küçükusta gibi bir çok hocanın kitapları oradan çıkıyor. Çocuk kitapları konusunda da aynı çizgiyi izlemek isterlermiş. Hedeflerimiz örtüşmüş yani. “Hemen bu hikâyelerin devamını yazın, bunu bir seri olarak çıkartalım.” dediler. Ben böylesi beklenmedik bir müjdenin itkisiyle o gece on hikaye daha yazdım. “Yetmez.” dediler. Bir on hikâye daha istediler. O son on hikâye iki ayda ancak çıktı. Ama neticede “Sağlıklı Beslenme Hikâyeleri” başlığı altında her biri altı hikâye içeren beş kitaplık ilk çocuk kitabı serim çıkmış oldu. Yani musibet gibi görünen işten hayır hasıl oldu. İşte bu yüzden her işin iç yüzünü pek fazla merak etmemek gerekir.
İlk eserinizi ne zaman yazdınız? Neler hissettiniz?
2017'de kardeşimle birlikte o bahsettiğim mesleki rehber kitabı çıkardıktan sonra 2018'de de ilk çocuk kitabımı yazmış oldum. Yaşadığım hissi; büyük bir heyecan ve zihnimin derinlerinde tuttuğum bir hayale daha ulaşma hazzı olarak tanımlayabilirim. Şükürle birlikte elbette... En tekdüze hayatların bile çözülmesi mümkün olmayan bağlantılar içeren birer hikâye olduğunu düşünürüm çünkü imkansız gördüğüm için peşinden dahi koşmadığım birden fazla hayalimi hiç beklemediğim anlarda, öngörülemez bağlarla bana bağlanmış olarak önümde bulmuşumdur. Yazarlık da bunlardan biri. İlk ve ortaokul yıllarında kompozisyon ödevlerim hep öğretmenlerimin takdirini alırdı. Yarışmaların kadrolu öğrencisiydim ama bizim dönem bu anlamda biraz şanssızdır. Bir yeteneğimizi görünce elimizden tutup da sen bu işi iyi yapıyorsun gel şöyle yap, şurda yap, şunlarla yap diyen olmadı. Önceki nesillerden bunu çok duyarız. Bir öğretmen çocuğun hayatını değiştirir, sonra o çocuk ülkenin, milletin kaderini değiştirecek işler yapar. Bizim çocukluğumuzdan itibaren eğitim meselesi öğrenciler açısından bir yarış, eğitimciler açısından da bir ticaret meselesi olduğu için biz kimsenin derdi olmadık. Kolejde okumanın dezavantajı da olabilir bu. Sadece müşteriymişiz, şimdi anlıyorum. Şimdi bu çok daha kötü tabii, ben de o nedenle sadece çocukları, gençleri dert edinerek yazmak niyetindeyim. Yapabildiğim kadar bu işin benim açımdan hiçbir ticari yanı olmaması için gayret göstereceğim.
Yazmasaydınız delirir miydiniz? Yazmak sizin için ne anlam ifade ediyor?
Bugünün dünyasında delirmek için yazmamaya, yazamamaya ihtiyaç yok. Aslında hepimiz zaten delirdik. Önümüze ne konursa kabullenir olduk. Bundan büyük delilik olmaz. Dert sahibi insanın yazarak bu dertten kurtulduğu ve böylelikle delirmekten, intihar etmekten kurtulduğu kastıyla bu delirme söylemi pek popüler oldu, sorunuz da biraz bu söyleme nazire yaparcasına sorulmuş bir soru belli ki ama keşke delirseydik de yazmaktan değil ama o yazdıran dertten kurtulabilseydik. Öyle kolay olmuyor galiba. Yazdıklarımız hemen herşeyi düzeltiveriyor mu ki delirmeyelim? Aksine yazdıkça, okudukça insanın yükü ağırlaşıyor. Kendini değiştirme zorunluluğu artıyor. Yazıp da yazdıklarınıza göre yaşamıyorsanız -bunu okuyup da okuduklarınıza göre yaşamıyorsanız ya da bilip de bildiklerinize göre yaşamıyorsanız diye de tevil edebiliriz- pek anlamı yok ve hatta bu, bir de üstüne utanç verici bir hâl. İnsan kendinden utanarak kendini değiştirebiliyor ve sonrasında da dünyayı değiştirmeye dair bir gücü olabiliyor. Yazmanın benim için ne ifade ettiğini herhalde böyle özetleyebilirim. Beni sadece yazdığım anlarda belki dünyadan sıyırıyor ama bu başka işler için de geçerli. Önemli olan yaptığımız işlerin insanlığa, çocuklarımıza, geleceğimize fayda, katkı vermesidir. İlk insandan son insana giden zincirin bir halkası olarak bizden sonrakileri ne kadar kuvvetlendirebildiğimizdir. Son insan ortada dımdızlak kaldığında ya rahmani ya da şeytani bir eğilimde olacak. O son tek insanı benim çocuğummuş gibi kabul edip, onun üzerine ne etkim olacağına odaklanmış durumdayım. Aksi halde ben keyfime bakarım, birileri gerekeni yapar düşüncesinde yaşanıyor ki hepimizi birden felakete sürükleyen galiba bu.
Size göre okumak, yazmanın neresindedir? Okumadan yazmak mümkün mü?
Yazmak bir kabiliyet. Ve her kabiliyet gibi o da geliştirilmeye ve üzerine emek verilmeye muhtaç. O emeğin önemli bir kısmı da okumak olsa gerek. Ben, belki biraz da matematik-fen temelli bir eğitimden geçtiğim için, alanları itibarıyla daha fazla okuyarak yetişen büyüklerimin, akranlarımın birikimlerinin daha fazla olduğunu görüyorum. Bizim neslin sayısalcılarının sözelle en ufak bir irtibatı yoktu. Tersi de doğrudur. Dolayısıyla biz okumanın hakikâtini geç farkettik. Felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi alanlarda mâna arayışı binlerce yıldır devam ediyor. Bu alanlarda insanlığın sahip olduğu birikimin tamamına vakıf olmak imkansızsa da ne kadarına sahipseniz gidişata yön vermek üzerine geliştireceğiniz düşüncenin etkinliği de o kadar olacaktır. Maddi bilimlerde ise kaydedilen gelişim belki de manevi gelişimimizi olumsuz etkiliyor. Buna karar vermiş dahi değiliz. Kendimizi, insanlığı ve zamanı derinlemesine okuyarak olumluya doğru bir ilerleme hedefi taşımak ve onunla amel etmek gerekiyor.
Tamamlanan veya tamamlamaya çalıştığınız çalışmalarınız hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?
Az önce bahsettiğim seri olarak çıkan ilk kitaplarımdan sonra yine Hayy Kitap Çocuk'tan II. Abdülhamit'in Hafiyeleri isimli, yine üç hikâyeden oluşan bir kitabım çıktı. Bu da yayınevimin talebi üzerine yazdığım ama çok içime sinen bir çalışma oldu. İlk hikâyede Abdülhamid Han'ın hayvanlarıyla, ikinci hikâyede Söğüt'ten İstanbul'a kapıkulu olmaya gelen bir genç olan Karakeçili Mustafa ve İstanbul'un efsane olmuş, en genç tulumbacı reislerinden Çiroz Ali'yle, üçüncü hikâyede de İstanbul'un meczuplarıyla üç farklı sırlı olay çözülüyor. Hem eğlenceli hem de tarihe merak uyandıran bir kitap oldu. Okurlarından çok olumlu tepkiler aldı.
Son olarak da henüz yeni tamamlanmış ve yayımlanmış kitabım; Kara Kapan. Burada da banknotun tarihinden kripto paranın geleceğine doğru giden bir süreçte insanlığın kapıldığı kara kapanı; faiz, para, dünya meselelerini irdeledim. İnsanlığa bir yol çizmenin, islamın sancaktarlığını yapma iddiasını taşırken aslında gülünecek haldeyiz. Bunu böylece söylemek gerekiyor maalesef. Bunu böylece yetişkinlere söyleyip, henüz o kapanlara kapılmamış olan çocuklarımız, gençlerimiz için daha naif bir tarz benimsiyor, hikâye yazıyoruz. Belki onlar önlerine konan her akıma, her kapana kapılmazlar diye umut ederek...
Şu sıralar okuduklarınızı bizimle paylaşır mısınız?
Son okuduklarım Edip Cansever şiirleriydi. Yeni yayınevim Morena'dan çıkan ve bana hediye edilen birkaç kitabı okudum; Puhu'nun Rüyası, Akıl Okuyucusu gibi... Bir de on üç yaşında bir yazarımız harika bir çocuk kitabı yazmış, onu hayranlıkla okudum; “BeÇaSö Operasyonu” isimli. Bunlar dışında masamda bir Fıkıh Usûlü duruyor ara ara göz attığım, baba tavsiyesi... Faulkner'ın Ses ve Öfkesi'ni, tekraren Simyacı'yı, Tarık Buğra'nın Gençliğim Eyvah'ını bu yakınlarda okudum. Bazı öykü dergilerini ara ara alıyorum. Okuma alışkanlık haline gelirse bir şekilde okuyacak birşeyler buluyor insan. Dönem oluyor ara verip bir zihninizin boşalmasını da istiyorsunuz. Okumalarımda çeşitlilik olursa daha az yorulduğumu hissediyorum. Farklı türlere ve konulara yönelmeyi tavsiye ederim. Hem dinginlik, hem zenginlik için...
Yazar: Kitaphaber - Yayın Tarihi: 06.09.2019 09:00 - Güncelleme Tarihi: 03.09.2019 14:53