Alevi Geleneğin Genetik Patronları
Enes GÜLLÜ yazdı…
Hacı Bektaş-ı Veli’nin çocuğu var mı? Bu sorunun evet veya hayır cevabı üzerine Bektaşilik’te iki ekol bulunmaktadır. “Evet, var.” kısmı için hazretin vefatından bugüne 750 yıllık dönemde tarihçiler adeta susmuş gibidir. Günümüzde de ülkemizin en önemli kamusal bilgi kaynaklarından biri olan Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde konuya ilişkin maddelere bakıldığında da bu sessizliğin sürdürüldüğü gözükmektedir. Ansiklopedide 1997 yılında vefat eden dedebabalardan Bedri Noyan’ın dahi bir maddesinin bulunmasına rağmen Cemalettin Çelebi’ye dair bir içeriğe ulaşılamaması bu suskunluğa örnektir. Elbette bu durum soruya “Hayır, yok.” cevabının verildiğini gösteriyor da olabilir. Olmayan şey üzerine elbette konuşulamaz.
Bu konuda sessiz kalınan taraf hakkında Ortadoğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde Meral Salman Yıkmış tarafından hazırlanmış, üniversitede 2012 Eylül ayında kabul edilmiş, 2014 yılında da İletişim Yayınları’ndan basılmış, aradan altı yıl geçmesine rağmen henüz 1. baskısında bulunan bir doktora tezi var elimde. Sultanahmet İletişim Han’daki yayınevinin satış ofisinde bu yılın ikinci gününde buldum raflar arasında. İsmi Hacı Bektaş Veli’nin Evlatları. Yolun mürşitleri: Ulusoy Ailesi.
Yazılı edebiyat içinde biyografi türünün ayrı bir zevki vardır, tadana malumdur. Bu durum yalnızca şahıs biyografileri için değil aile, şehir, bina hatta kitap biyografileri için de geçerlidir. Ancak “niçin bu kitap?” özeline inilirse genelde tarih veya ilahiyat fakültelerinin tasavvuf bölümlerinde yazılan tezlerde rastlanacak bir konunun sosyoloji bölümünde çalışılması, denebilir. Yazarın ilgisinin nereden geldiği merak uyandıran bir husus. Bu merakın cevabı yazarın araştırma sürecini anlattığı ilk bölümde bulunuyor. Meral Hanım o kısımda Nevşehir, Hacıbektaşlı olduğunu söylüyor ve yıllık düzenlenen etkinliklerde ilçeye gelen ziyaretçilerin aile üyelerine uğramalarından bahsediyor. Yüksek lisans tezinde de bu etkinlikleri konu edindiğini açıklıyor. [1]
İnsanın aileye merakı bir kitap hazırlamak için yeterli sebeptir ancak akademik bir tez için özellikle sosyolojide geçerli sebep olamaz. Buradan sonra beni sürükleyen şey bu kısmı aydınlatma isteğiydi.
Araştırma süreci hakkındaki bilgilerden sonra sekülerleşme teorileriyle devam eden yazar özellikle Jose Casanova’nın dinin azalması, dinin seküler alandan farklılaşması ve dinin özel alana çekilmesi, marjinalleşmesi olarak üç boyutla açıkladığı sekülerizm teorisi üzerinde duruyor. Türkiye sekülerleşmesinin serencamını da bu teori üzerinden anlatıp tahlilini yapıyor. Ardından merakımızı giderecek olan bu metne tez statüsü kazandıran sebebi veriyor: “Evkaf vekâletinin kapatıldığı, tekke ve zaviyelerin ortadan kaldırıldığı, medreselerin lağvedildiği, harflerin değiştirildiği dahası yasaklandığı, en önemlisi de hukukun değiştirildiği yazarın deyimiyle militan bir sekülerist olan cumhuriyet rejiminde nasıl olur da bir aile kutsiyetini korur?”sorusuna bir cevap arayışında olmak…
Bunun için tarikatın tarihine eğilen Yıkmış, ilk elde Aşıkpaşazade’nin Hacı Bektaş Veli’nin Baba İlyas’ın müridi olduğu yönünde düştüğü kayıtlar ve Hacı Bektaş Veli’nin kendisine atfedilen Velayetname ismindeki menakıbname dışında pek kaynağın olmamasından haklı olarak yakınıyor. Osmanlı arşivinden yayınlanmış belgelerin yanında John Kingsley Birge, Fuat Köprülü, Jhon Robert Barnes, Süreyya Faruqhi, Irene Melikoff, Ahmed Yaşar Ocak, Hülya Küçük gibi 20. Yüzyıl araştırmacılarının eserlerinden yararlandığı da atıflarında ve kaynakçasında gözüküyor.
Yazar bahsi geçen kaynaklara göre Hacı Bektaş Veli’den sonra Kırşehir ve Kayseri’deki bazı mülklerin ayrıca bugünkü Hacıbektaş ilçesinin ve Süleymanlı bölgesinin içerisinde bulunduğu arazinin müstesna vakıf olarak tekkeye tahsis edildiğini ve hem bu vakfın mütevellisi hem dergâhın postnişini olarak Balım Sultan’a kadar Hacı Bektaş Veli’nin çocuklarının bulunduğu söylemektedir. Balım Sultan’ın Balkanlardan gelerek postnişin kabul edilmesinden sonra tarikat Çelebi ve Babagan olmak üzere iki yol üzere devam etmiştir.
Balım Sultan, tarihî kesinlikle Balkanlar’dan gelmesine ve Babagan kolunun onun tarikatı düzenleyip Çelebiler gibi başkalarına da postnişin olma yolunu açtığını kabul etmesine rağmen Çelebi kolu da Balım Sultan’ın aileden biri olduğunu ve postnişin olmasında herhangi bir ekstrem durum olmadığını kabul etmektedir. Ayrıca Çelebiler haricindekilerin postnişin olma uygulamasının Balım Sultan’dan yaklaşık 50 yıl sonra dergâha postnişin olarak atanan Sersem Ali ile başladığını ilave etmektedir. Bu durum bize şunu göstermektedir ki Balım Sultan iki taraf içinde vazgeçilmez bir kişiliktir. Yalnızca şu durum bile Pir-i Sâni ünvanının neden kendisine dendiğini sarih bir şekilde ortaya koymaktadır.
Çelebiler, Hacı Bektaş Veli’nin soyundan geldiklerini, tarikatın başında da bu soydan yaşayan bir erkeğin olması gerektiğini savunan bu yüzden genetik miras sayesinde bu hakka sahip olduklarına inananlar; Babagan kolu ise Hacı Bektaş Veli’yi mücerret yani bekâr kabul edip kendisine tâbi olanların çalışarak en üst makama kadar çıkabileceğine inananlar olarak tanımlanır. Bu iki anlayış “bel evlatları” ve “yol evlatları” şeklinde galat olmuştur.
Çelebiler’in sistemdeki yerine itirazlar yalnızca “dışarıdan” değil ailenin vakıf gelirlerinden yararlanmakla birlikte postnişin olamayan başka üyelerinden de gelmiştir. Hacı Bektaş Veli’nin torunlarından Resul Bali’nin evlatları postnişin olmadan vefat ettikleri için onların torunları artık bu hakkı kaybetmişlerdir. Diğer torun Mürsel Bali’nin evlatları o makamda bulunmuşlardır. Bu duruma itiraz gelmiş, aile Hüdadadlı ve Mürselli şeklinde ikiye ayrılmıştır. Düşülen kayıttan 1764’te bu sebep kaynaklı bir anlaşmazlığı çözmek için devlet tarafından yapılan müdahalenin belgesi bu “aile içi” meselenin uzun yıllar sürdüğünün bir ispatı kabul edilmiştir.
Mürselli kolu postnişinlikte devam etse de Hüdadlı kolununda Mürselli kolu gibi soy bilincini muhafaza ettiği eserin sonunda evlilik bilgileri arasında 20. yüzyılda ailenin yaptığı evliliklerin istatistikleri değerlendirilirken Hüdadadlı koluyla yapılan evliliklerin belirtilmesinden belli olmaktadır.
Ancak asıl büyük meselenin Çelebiler ve Babagan kolu arasında sürdüğü de bellidir. Bu iki hizbin mücadelesinin yazılı bir tartışmayla sahneye çıkması Hacı Bektaş Veli’nin vefatından yaklaşık 640 yıl sonraya denk gelir. 1909 yılında Babagan yolundan Rıfkı Baba’nın Bektaşi Sırrı isimli kitabının fitili ateşlediği görülür. Bu kitapta Çelebilerin Hacı Bektaş Veli’nin torunları olmadığı, Babagan yolunun en üst makamında bulunan dedebabaları sürmek için saraylara giden insanlar oldukları gibi ağır ithamlar ve sert ifadeler yer almaktadır. 1915 yılında Bektaşi Sırrı’na cevap olarak Cemalettin Çelebi Müdafaa isimli kitabı yayınlar. Aileleri hakkındaki resmî belgeleri, fermanları, kayıtları kitaba koyan Cemalettin Çelebi ayrıca saraya niçin gittiği gibi konulara açıklık getiren ve diğer iddialara cevap niteliğinde yazılar kaleme alıp bunlara da kitapta yer verir.
Cemalettin Çelebi zamanında Birinci Dünya Savaşı için Enver ve Talat Paşaların onunla görüştükleri ve Mevlevi Alayı gibi bir taburla savaşa katılmalarını istedikleri kaydı da ilginç bir bilgi. Bu isteğe olumlu cevap veren Cemalettin Çelebi kendi önderliğinde Alevi- Bektaşi erkeklerden müteşekkil bir taburla doğu cephesine gitmiş. Yazar aile üyeleriyle yaptığı görüşmelerde ailedekilerin taburun fotoğrafını gösterirken bu tabura “Vay anam” taburu dendiğini, top ve silah seslerini duyan taburun hep bir ağızdan “Vay anam vay” dedikleri için bu ismin verildiğini anlatan not düşmüş. Tabur cepheye vardığında savaş bittiğinden savaşmadan döndüğü de ek bilgi olarak verilmiş.
Cemalettin Çelebi’nin I. Dünya Savaşı’ndan sonra I. Meclis’e Kırşehir vekili olarak geldiğini hatta mecliste ikinci başvekil görevini yürüttüğünü biliyoruz. Eserde meclisten önce Mustafa Kemal’in Aralık 1919’da Kırşehir’de hem Hacı Bektaş Veli’yi ziyaret ettiği hem de Cemalettin Çelebi ile görüştüğü kaydı düşülmüş. Aileyle yapılan görüşmelerde aile üyeleri arasında hâlâ anlatılan bu olaydan bahsedilmiş. Hatta Çelebi ile beraber Mustafa Kemal’in de içki içmesi onun da Alevi-Bektaşi olduğunu düşündürmüş.
Yazar, liderlerin Cemalettin Çelebi ve vefatı sonrasında postnişin olan kardeşi Veliyettin Çelebi ile görüşmelerinin sebebi olarak Çelebileri 6 milyon Alevi’nin başındaki otorite olarak görmelerini zikrediyor. 28 Ekim 1927 nüfus sayımında yaklaşık olarak Türkiye Cumhuriyeti nüfusu 13 milyon 648 bin çıkıyor. Bu tarihten 8 yıl öncesinde daha az olduğu âşikar. 1914 Dahiliye Nezareti’nin Nüfus istatistiğine göre ise Hicaz, Yemen, Bağdat, Suriye ve Balkanların da dâhil olduğu imparatorluk coğrafyasında toplam Müslüman sayısı 15 milyon gözüküyor. Bunların 6 milyonu Alevi’ydi demek akli bir muhakeme olmasa gerek.
Devrimlerle manevi rütbelerinin sökülmesi, vakıflarının kapatılması, mütevelliliklerinin düşürülmesi, gelirlerin kesilmesi gibi uygulamaların ailede nasıl karşılandığı sorusuna genelde susularak geçildiği notu düşülmüş. Bir mülakatta şu an ki aile lideri Veliyettin Hürrem Ulusoy’un bunları desteklediğini belirten sözlerde aktarılmış tabi.
Bunu okuyunca aklıma Rahmi Turan’ın Balkan gezisini anlattığı Sözcü Gazetesindeki akıllara ziyan yazısı geldi. Nasıl bir psikoz içinde olduklarını itiraf sadedindeki bu yazıda, CHP vekillerinin de içinde bulunduğu kemalist ekip Çankaya Belediyesi’nin düzenlediği bir Balkan Gezisi’ne gidiyorlar. Uğradıkları her yerde Mustafa Kemal’in bir resminin olup olmadığını kontrol eden ekip olmayan yerlerde “neden yok, nasıl, olmaz” çığlıkları içerisinde feryat figan geziyor. Kalkandelen’de Alaca Camii’ne gidip bakıyorlar. Camide İstanbul manzaralı resimler var. Cehaletini kusan Rahmi Turan hemen yapıştırıyor tabî “Hani dinimizde resim günahtır diyenler var ya bu zihniyet burayı görmeli.” diyor. Elbette şekle takılı bu muhakeme resim ama hangi resim sorusunu sormuyor. Onun hayvani ve insani nefs taşıyan canlıların resmi olduğunu bilmiyor, araştırmıyor. Bunlar yetmiyor, Kalkandelen’de Harabati Baba Bektaşi Tekkesi’ne gidiyorlar. Konuyla alakalı kısım burada yaşanıyor. Duvarlara bakıyorlar Türkiye’den ve dünyadan devlet adamlarının resmi var ama Atatürk’ün resmini yine bulamıyorlar. Kafile yine, “nasıl olmaz” feryadına başlıyor. Anlattığına göre şeyh, “Atatürk bizim ibadethanelerimizi kapattı” diyor. Tabi ağızlarından çıkan, şeyhin sözüyle hiçbir mantıki bağ bulunmayan birkaç cümleyle şeyhe de ayarı verdiklerini söyleyip oradan dini vecibelerini yerine getirmiş bir inanan gibi huşu içinde ayrılıyorlar.
Ailenin suskunluğunun anlamı Rahmi Turan’ın anlattığı bu hikâyede gizli gibi geldi bana. Zaten kitabın ilerleyen bölümlerinde aileden 1954 yılı seçimlerinde Demokrat Parti’den Tokat milletvekili seçilmiş Yusuf İzzettin Ulusoy’un 1946 doğumlu kızı babasının görüşlerini bu minvalde aktarıyor: “ Mesela benim babam İsmet İnönü’yü tutmazdı. Bize şöyle yaptı böyle yaptı, adam ne yapsın. Babam Menderesçiydi, amcamın birisi, dayım milletvekili oldu. Bu dayıma küstüler. Dayım CHP’den aday oldu diye…” konuşmanın devamında konuşan hanımefendinin kendi görüşleri var. Yusuf İzzettin Bey’in Mustafa Kemal için de söyledikleri İsmet İnönü için dedikleriyle aynı. 1953 doğumlu başka bir Ulusoy erkekle yapılan konuşmayı da bu konuda aktarmış yazar: “Sadece Ulusoyların değil diğer Çelebilerin yaşlıları da hep sağcıydı. … Bir de Cumhuriyet’in ilk yıllarında tekke ve zaviyelerin kapatıldığı yıllarda biraz yoğun baskılar olmuş, bizim aile üzerinde bunun da etkisi olabilir.” Üç noktayla atladığım veya eksik koyduğum yerler tarihsel bir durumu ifade etmekten ziyade konuşanın kendi görüşlerini içeriyor. Bu bakımdan yer vermediğimi peşinen söylemek istiyorum.
Bir de bu konuşmalarda şaşırdığım bir nokta var. Normal şartlar altında yol düsturu ve adabı gereğince büyüklerin yaşayanlardan çok daha feyizli ve ince düşünceli olduğu kabul edilir. Böyle olmasa dahi bunların dillendirilmemesi beklenir. Alıntı içerisinde koyamadığım yerlerde bir tarafta Yusuf İzzettin Bey’in kızı babasına böyle düşündüğü için kızgın olduğunu ve onların durumu anlamadığını söyleyebiliyorken diğer tarafta sözleri aktarılan aileden diğer kişi atalarının olayları sezemediğini, dünyanın durumunu düşünemedikleri için aile büyüklerinin CHP’ye düşman olduğunu, olayları iyi idrak edemediklerini söyleyebiliyor. Sanırım yazarın kapalı Alevi toplumunun çözümünde ekonomi, eğitim düzeyi gibi dış şartları saydığı gibi eski kuşakları saygıyla anlatması gerekirken zikredilen ifadelerle sövgüyle tahkir eden aile tutumunu da zikretmesi gerekiyordu.
Kronolojik aile biyografisine dönersek Veliyeddin Çelebi 1934’deki soyadı kanunuyla Ulusoy soyadı alıyor. 1940 yılındaki vefatından sonra yerine henüz hukuk fakültesi öğrencisiyken oğlu Feyzullah Ulusoy geçmiş. Avukatlıkla geçimini sağlarken cemaatteki görüşmeler sonucunda bu mesleği yalan söyleme mecburiyeti yüzünden bıraktığı ve çiftçilikle uğraştığı kaydedilmiş. Bu durum genetik sorumlulukla modern eğitimin getirdiği dünyevî sorumlulukların çatışması şeklinde yorumlanmış.
Alevi cemaatin hiyerarşik yapısına da değinen yazar, “Mürşit-Dede-Talip” ten oluşan üçlü bir anlayışın var olduğunu söylüyor. Mürşit, öncesinde Çelebi cumhuriyette ise Ulusoy ailesinden seçilen kişi, dedeler mürşitten müsaadeyle farklı yörelerdeki cemaatin dinî referanslara uygun hayatı yaşamasını sağlayan, onları yöneten, sorunları çözen, bilgilendiren kişi, talipler de bir nevi bu hizmeti alan kişiler. Bir dördüncü olarak da mürşit konumunda olmayan, cemaatle ilgili herhangi bir işte sorumluluğu olmamasına rağmen hiyerarşide dedelerden üst konumda olan Ulusoy ailesine mensup diğer erkekler geliyor. Bunlara da efendi olarak seslenildiği ifade edilmiş.
Kente göçün, eğitim düzeyinin artmasının, zirai faaliyetlerden ziyade memur ve diğer meslek gruplarına doğru gelir kaynaklarının değişmesinin zikredilen hiyerarşiyi çözdüğü kaydedilmiş. Ancak Feyzullah Ulusoy’a gelen mektuplarda da geçen efendilerin cemaatin bulunduğu farklı iller, bölgeleri gezerek Hakullah adı altında paralar topladığı da rahatsızlık veren durumlar arasında gösterilmiş. Vermeden alma biçiminde tanımlanmış bu durumun Feyzullah Bey tarafından da olumsuz karşılandığı ama onun aile üyelerine engel olamadığı da belirtilmiş. Bu konu için 1970 doğumlu bir “efendi” ile yapılan görüşmede kendisinin ziyaretlere gittiğini ve cemaatle bilgisini paylaştığını ve yardımlardan faydalandığını rahatlıkla söylediği görülüyor.
Kitapta ailenin tek parti dönemi sonrasında demokrasiye geçildiği dönemdeki politik alandaki varlığı da ilgi çekici. Özellikle bir Alevi partisi olarak anılan Türkiye Birlik Partisi serüveni, Demirel’e verilen güvenoyuyla parti içindeki krizler, aile arasında yaşanan sıkıntılar da hikâye edilen kısımlardan.
Ailenin durumu ve yapısı hakkında günümüze değin bu bilgileri veren Yıkmış, tez sorusuna yaz boyu özellikle her yıl 16-18 ağustosta düzenlenen Hacı Bektaş Veli’yi anma törenlerindeki gelen ziyaretçilerle Ulusoylar arasındaki ilişkileri gözlemleyerek bir cevap arıyor. Yıkmış, kutsiyetin muhafazasını tek bir mürşitten, efendilere bölünmüş olan otoritenin taliplerle olan daha kişisel ilişkilerine dayandırıyor. Ziyaretçinin yöresinin, eğitim durumunun ve yaşının farklı ilişki biçimleri meydana getirdiğini belirtiyor. Kutsiyetin aktarımı olarak nitelediği ailenin hiyerarşideki yerinden yararlandırma işleminin taliplere şifa ve talih amaçlı dokunma ve yiyecek, bez hediyeleriyle gerçekleştirildiğini yazıyor.
İkinci olarak da ailenin kendi durumunu korumak adına aile içi evliliklere ağırlık verdiği tespitini yapıyor.
Tarihi verilerden ve yazarın saha çalışmalarından yola çıkarak diyebiliriz ki aileye bağlı Alevi toplumunda bir silah gibi kullanılan Yahudilerin Herem uygulamasının aynısı olan “düşkün ilan etme” yani toplumdan dışlama cezası yaşadığımız dünya itibariyle etkinliğini yitirmiştir. Bu cezanın suçlarından biri olan Alevi toplumu dışına gelin vermenin Ulusoy ailesinde dahî görülmesi en büyük delildir.
Tarikatların yasaklanması, tekke ve zaviyelerin kapatılması kararı daha önce geçtiği üzere Hacıbektaş’taki Bektaşi- Alevi “asitanesi”ni de kapsamıştır. Asli hüviyetinden koparılmış mekânın 1964’de ancak müze olarak açılabilmesi yitim sebeplerinin başında sayılması gerek. Bu yüzden bugün çokça gündemde olan cemevlerinin ibadethane statüsünü belediye meclislerinde onaylama girişimlerine öncelikle Alevi toplumunun karşı durması gerekmekte. Çünkü kapanma sebebi bu değildir ki eline oyuncak verilmiş çocuklar gibi tatmin olsunlar. Muhalefet etmeleri gereken şey mekânlarından eden kanun ve istekte bulunmaları gereken şey de bu kanunun artık kaldırılması, olması gerekmez mi?
Özetle açıklamalarını takip ettiğim ailenin ve cemaatin lideri Veliyyettin Hürrem Ulusoy’un Alevî inancı toplumda yitiriliyor kaygısının sebebini artık bugüne kadar yitirilmemesinin sebebi neydi sorusuyla araması gerekiyor. Veliyettin bey artık zor olsa da cemaatinin devamını arzuluyorsa, bugünle değil öncelikle o günlerle hesaplaşmalıdır. Uçurumdan yuvarlamışçasına cemaatin akıbetini bu hale bırakan asıl faillere destek olmaktan vazgeçmelidir.
Son olarak, Sokrates’in Platon’un Apoloji metninin sonunda yer alan, yargılandığı ve ölüme mahkûm edildiği davada, kararın açıklanmasını müteakip yaptığı konuşmasındaki vasiyeti buraya aktarmak istiyorum: “ Beyler, oğullarım yetişkin olduğunda, paraya ya da başka bir şeye erdemden daha fazla değer verdiğini görürseniz, benim sizi rahatsız ettiğim gibi sizler de onları rahatsız edip cezalandırın. Bir hiç oldukları hâlde kendilerini bir şey sanır, yapmaları gerekenleri yapmaz ve hiçbir değerleri olmadığı hâlde bir değerleri olduğunu düşünürlerse, benim size yaptığım gibi onları eleştirin. Böyle yaparsanız hem ben hem oğullarım, sizden hak ettiğimiz karşılığı almış oluruz.”[2]
Bu sözlere Hacı Bektaş Hazretleri’nin de katılmayacağını düşünemeyiz değil mi? Özellikle bazı filozof yazarlar gibi Eflatun-u İlahî adını veriyorsak… Hacı Bektaş Veli ve Sokrates’i yönlendiren sesin aynı kaynaktan geldiğine inanıyorsak.
[1] Hacı Bektaş Veli’nin Evlatları, Meral Salman Yıkmış, İletişim Yayınları, 287 s., İstanbul
[2] Platon, Sokrates’in Savunması, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev. Ari Çokona, Sayfa 62
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 16.09.2020 09:00 - Güncelleme Tarihi: 17.11.2021 22:07
Değişik...