Arkeolojide Çarkın Eksik Dişi: Dini Boyut
Elif SULUBEY yazdı...
Bilal Toprak, geçtiğimiz yıllarda Milel Nihal Yayınları aracılığıyla okurla buluşan Din Arkeolojisi ve Göbekli Tepe adlı eserinin önsözünde ülkemizde birbiriyle oldukça bağlantılı iki disiplin olan dinler tarihi ve arkeoloji arasında disiplinlerarası çalışmaların yapılmamasına dikkat çekerek, din bilimcilerin ve arkeologların işbirliği içinde yapacakları çalışmalar olmadan geçmişte yaşananlara dair doğru yorumların elde edilemeyeceğini dile getiriyor. Eser bu soruna bir nebze açıklık getirmesi ve son dönemlerde tarihi verilerde büyük değişime yol açan Göbekli Tepe'yi konu edinen faydalı bir çalışma olmuş. Dinler tarihçisi olmasıyla sebebiyle Toprak'ın doktora tezine dayanan bu eser, kısa bir girişin ardından dört bölümden oluşuyor.
Yazar eserinin "Arkeolojinin Arkeolojisi: Tarihsel Gelişim ve Türkiye'de Seyir" (s. 23-65.) isimli ilk bölümünde Batı'da ve ülkemizde arkeolojik düşüncenin tarihsel seyrini analiz eder. İlk olarak geçmişin kalıntılarına duyulan ilgi ve saygının temelinde din olduğunu, ayrıca geçmişin insan tarafından gizemli ve mükemmel olduğu hissi uyandırdığını dile getirir. Yunanlılar ve Romalıların eskiye ait nesnelere tapınmaları, Orta Çağ'da Kilisenin, Kutsal Kitap'ta yer alan Dünya'nın başlangıç tarihinden haber vermesi bu anlayışın örneklerindendir. Toprak, geçmişe dair ilginin Orta Çağ Avrupa'sında var olduğu şekliyle devam ederken Batılıların Müslüman milletlerin bu konuya ilgisinin görmezden geldiğini belirtir. "Eski Mısır ve Orta Doğu'ya ait tüm bilgileri sadece Yahudi, Yunan ve Roma kaynaklarına dayandıran bakış açısı, Müslümanların geçmişe dair yüzlerce cilde ulaşan ilmi çabalarını bilimsel faaliyet olarak görmemektedir." (s. 27.)
Toprak, devletlerin arkeolojiye yönelmesinin temelinde iki faktör olduğunu ileri sürer: Bunlardan bir tanesi kendi uluslarının varlığını geçmişe dayandırmasıdır ki İngiltere geçmişini Roma İmparatorluğu'na dayandırmak; bununla ilgili kanıtlara ulaşmak için bu alana yönelmiştir. İkinci faktör ise arkeoloji çalışmalarının ülkelerin, dünya mirasını sahiplenme, diğer ülkeler arasında saygınlık sağlama imkânı olarak görmesidir. Bundan dolayı devletler sadece kendi topraklarında değil, başka ülkelerin sınırları içinde de bu faaliyetleri yürütmüşlerdir.
Yazar, daha sonra süreçsel arkeoloji ve post-süreçsel arkeolojiye yer verir ve bu iki olgunun tutarlı ve eksik yönlerini dile getirir: "Süreçsel arkeolojiye göre geçmiş bir sistem olarak kabul edilir ve böylece inşa edilen mekanik düşünce sayesinde genellemeler yapılarak çeşitli sonuçlara varılır. Bu sonuçlar sayesinde belli dönemler, topluluklar veya oluşumlar hakkında bilgi verilir." (s. 44.) Süreçsel arkeoloji her ne kadar geçmişi sistemli bir şekilde değerlendirmişse de din ve sanat konularını göz ardı etmiştir. Bu sebepten dolayı post-süreçsel arkeoloji, süreçsel arkeolojinin bir alternatifi olarak ortaya çıkmıştır. Post- süreçsel arkeolojiye göre geçmişi ulaşmanın tek bir yolu yoktur ve nesnel bir yaklaşımla ulaşmak mümkün değildir. Her toplum ve her dönem kendi içindeki problemleriyle, değerleriyle ve tutumlarıyla değerlendirilmelidir. Geçmiş tek bir arkeologun görüşüne bırakılmamalı; arkeolog olmayanların da düşünceleri dikkate alınmalıdır. Yazarın bu konu hakkında verdiği "Afrikalı Mezar Alan Projesi" iyi bir örneklik teşkil eder.
Yazar, bölümün sonunda Türkiye'de arkeolojinin seyri konusuna yer verir. Osmanlı zamanında devletin geniş topraklara sahip olması yazarın ifadesiyle onu bir arkeoloji laboratuarına dönüşmesine imkân sağlamıştır. Batı ülkelerinin, Mısır, Irak, Anadolu gibi yerlerde arkeoloji çalışmaları yapmaları, devletin bu konularla ilgili yasalar çıkarmasına sebebiyet vermiştir. Devletin arkeoloji alanında çalışmalar yapması ise Batı'ya öğrenim amacıyla giden öğrenciler ve seyahatler yapan padişahlar öncülüğünde gerçekleşmiştir. Osmanlı dönemi arkeolojisi için Osman Hamdi Bey bir dönüm noktası olmuştur: "Arkeolojik kazı yapan ilk Türk arkeolog unvanı sahip olan Osman Hamdi Bey gerek hukuki yollardan gerekse bürokrasideki nüfuzunu kullanarak Osmanlı Devleti'nin kendi topraklarında bulunan tüm eski eserlerin tek sahibi olduğunu ortaya koymuştur." (s. 57.) Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise arkeoloji çalışmaları bu dönemde ortaya atılan "Türk Tarihi Tezi" düşüncesi etrafında şekillenmiştir. Bu tezin iki amacı vardı: Birincisi Türklerin uygarlığın kurucu unsurlarından biri olduğunu dünyaya ispatlamak; ikincisi ise rejimin kökeninin Osmanlı'ndan kalma din temelli bir anlayışa değil, Orta Asya merkezli etnik bir temele dayandırmaktır. Bu dönemde arkeolojik çalışmalar hem Almanya'ya gönderilen öğrencilerin hem de Hitlerin baskısında kaçan Alman arkeologların Türkiye'ye gelmesinden dolayı nispeten Almanların etkisinde kalmıştır. Bu dönemden günümüze kadar olan süreçte ise ülkede düşünce değişikliği olmuştur. Buna göre: "Türk Tarihi Tezi" düşüncesinin yerini "Türk İslam Sentezi" düşüncesi almıştır. Toprak, bu düşünce değişikliğinden sadece arkeoloji disiplininin etkilenmediğini ileri sürer. Buna göre Türk arkeolojisi önceki teoriden vazgeçmiş ancak yerine yeni bir teori koyamamış ve durma noktasına gelmiştir: "Bu yıllarda dünyada, Amerika menşeli süreçsel-arkeoloji tartışılırken, Türkiye'de tam bir sessizlik hâkimdi." (s. 63.)
Yazar "Arkeoloji Biliminin Köken Sorunu Ve Disiplinlerarası Çalışmalar" (s. 69-117.) isimli ikinci bölümde ise ilk olarak Arkeoloji Bilimini üç boyutuyla ele alır. Bunlar arkeolojinin politik, bilimsel ve dini kökenleridir. 18. yüzyılın ortalarında Avrupa uygarlığının kökenlerini bulma görevini üstlenmesiyle ortaya çıkan arkeoloji, sömürgeciliğin hız kazandığı 19. yüzyıla gelindiğinde oryantalizm ve antropoloji gibi alanlarla beraber emperyalist projelere hizmet etmeye başlamıştır. Toprak, bu bağlamdan arkeoloji tarihine bakıldığında ilk arkeologların asıl amaçlarının sadece bilimsel kazı yapmak olmadığını ileri sürer. Kitabın bu konu hakkında zikrettiğin örneklerden biri olan Henry Layard'ın arkeolog olmasının yanında; bürokrat, casus ve oryantalist olma gibi pek çok yönü vardı. Görevlerinden biri de Kraliçe Viktorya için Orta Doğu'da bilgi toplamaktı. Yazarın dikkat çektiği başka bir hususun da 19. yüzyılda Mezopotamya'nın ön plana çıkması ve çalışmaların burada yoğunlaşması olduğunu belirtir. Bunun temel sebeplerinden biri uygarlık kökeni bulma arayışı olmasıdır. Böylece Batı merkezli ilerlemeci yaklaşımın etkisiyle uygarlık ilk olarak Mısır ve Mezopotamya'da başlamış Yunanistan ile Roma'ya geçip oradan da Avrupa'ya aktarılmıştır. Yazar, arkeolojinin politik kökenlerinden biri olan devletlerin sömürgecilik faaliyetlerini yürütmesinde arkeoloji bilimini kullandığını dile getirir. Buna göre devletler köklerinden bir kalıntı bularak işgal etmek istedikleri topraklarda hak sahipliliğini meşrulaştırmaya yönelik arkeoloji bilimini kullanır. "Nitekim asırlardır 'Şam', 'Irak' ve 'el-Cezire' yerine 'Mezopotamya' gibi batılı adlandırmaların günümüzde yaygın bir şekilde kullanılması zihinsel işgalin açık bir göstergesidir. Bu durum bir yönüyle öteki bütün işgal türleri için önemli bir zemin sağlamaktadır."(s. 76.)
Toprak modern bir bilim olarak arkeolojinin ortaya çıkmasını sağlayan temel faktörlerin birinin de milliyetçilik olduğunu dile getirir. Bu bağlamda Atatürk'ün isteğiyle yapılan Orta Anadolu bölgesindeki Ahlatlıbel, Karalar, Pazarlı, Etiyokuşu ve Alacahöyük'teki kazı faaliyetleri dikkate değerdir. Dikkate değer olmasının sebebi ise söz konusu yerlerin hem Ankara yakınlığı hem de kalıntıların Hitit uygarlığına ait olmasıdır. Buna göre Cumhuriyet ile birlikte kurulan ulus temelli yeni devletin hem yeni başkente kadim bir geçmiş kazandırmak hem den Hitit ile Türkler arasında çeşitli ilişkiler kurarak Türk ırkının üstünlüğünü ortaya koymaya çalışmasıdır.
Yazar, daha sonra arkeoloji biliminin üzerinde politik etkiler olduğu kadar bilimsel, ideolojik etkilerin de olduğundan bahseder. Buna göre arkeoloji bilimi: darwinizm, pozitivizm, marksizim, feminizm gibi birçok yaklaşımdan etkilenmiştir. Toprak, bu konu altından ekofeminizm yaklaşımını ele alır: "Ekofeminizm, tarihöncesi olarak adlandırılan dönemin sosyal yapısını ve inançlarını ana tanrıça miti üzerinden ortaya koyar." (s. 94.) Buna göre tarihöncesi denilen dönemde kadın-erkek ortaklığına dayanan bir toplum modelinden zamanla insanlar arasında sınıflaşmaya dayalı tahakküm modeline geçilmiş ve ataerkil dediğimiz erkek hegemonyası böylece günümüze ulaşmıştır. Buna göre Batı toplumları Hint-Avrupa kıtasını istila etmeden önce çevreye saygılı, savaş karşıtı, doğa ile kadın arasındaki ilişkilerin güçlü olduğu bir çağdan bahsedilir. Ancak söz konusu bölgede yapılan arkeoloji çalışmaları bu görüşlerinin pek tutarlı olmadığına yönelik veriler ortaya koyar.
Arkeoloji biliminin ortaya çıkmasında başka bir etken olarak dini kökeni ele alan yazar bu konuda Kitab-ı Mukaddes arkeolojisine yer verir. Buna göre köken bulmaya yönelik ilginin artmasıyla İngiltere, Almanya ve Amerika'daki Protestanlar, Fransa'daki Katolik teologlar Tevrat ve İncil'de işaret edilen bölgelere yönelmişlerdir. Söz konusu yerler olan Filistin ve Mısır topraklarının haritalarını çıkarmak istemişlerdir. Yazar İngiltere'nin Filistin'e yönelmesinde sadece dini amaç gütmediğini bununla birlikte jeopolitik amaçların da etkili olduğunu dile getirir. 1948'de kurulan İsrail devleti de diğer uluslar gibi köken refleksinden etkilenerek arkeolojiye politik bir rol addetmiştir.
Yazar "Metodoloji: Disiplinlerarası Bir Alan Olarak Din Arkeolojisi" (s.121-199.) isimli üçüncü bölümde arkeoloji ile din arasındaki ilişkiye yer verir. "Dinin soyut bir alana yönelik olduğu ve dolayısıyla maddi kültür üzerinden anlaşılamayacağı meselesi din ile arkeoloji arasında mesafenin temel sebeplerinden biri olarak görülmektedir."(s. 121.) Toprak'ın bununla ilgili olarak verdiği İngiliz arkeolog Hawkes'in merdiven paradigması örneği konuyu açıklayıcı niteliktedir. Hawkes'e göre arkeoloji verileri anlamlandırmak için çıkılan ilk basamak, en kolay yorumlanabilen geçim ekonomisidir ve bu basamaktan sonra sosyal/siyasal kurumlar gelir. Merdivenin son basamağı ise dinî kurumlardır ve arkeoloji kanıtları üzerinden anlaşılması zor bir olgudur.
Yazar, daha sonra yanlış anlamlandırmalara maruz kalmış, zamanla anlamında genişleme olmuş, anlamı muğlâk kalmış bazı kavramları ele alır. Bunlar "ilkel", "regilion", "Şamanizm" ve "kült" kavramlarıdır. Toprak, religion kavramının sadece Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet gibi kurumsal dinler için kullanıldığını, evrimini tamamlamayan, uzak geçmişe ait bulunan inançlar için farklı tabirler tercih edildiğini dile getirir. Buna göre: 'İlkel' insanın inancının da 'ilkel' olması gerektiği varsayımından hareketle, söz konusu dönem inançlarını ifade etmek üzere muğlak bir anlama sahip olan ritüel ve Şamanizm ile içerisinde olumsuz yargılar taşıyan kült gibi kavramlar tercih edilmiştir." (s. 198.)
Toprak, daha sonra 19. yüzyılda arkeolojinin zaman tasnifinde ilerlemeci ve evrimci yaklaşımının etkisi olduğunu söyler. Bu yaklaşım doğrultusunda:"Avrupa'nın maden çağından Endüstri Devrimi'ne dümdüz ve sürekli daha iyiye doğru ilerleyen bir evrim çizgisi izlediği iddia edilmiştir." (s. 168.) bir başka deyişle sanki her tarihte uzak geçmişte yaşayan ve "ilkel" olarak nitelendirilen bütün olaylar, yaşamlar vs. insanlığın en yüce hedefi olan uygar toplumlar için düz bir çizgide ilerlemektedir. Yazar bu düşünce tarzının günümüzde oldukça eleştirildiğini dile getirir. Zira insanlık tarihine aşama kaydeden şey böylesi bir ilerleme değil, birbirinden farklı malzemelerin yan yana bulunmaları ve bunlar arasında geçişlerdir.
Toprak, dinler tarihinin, dinlerin tarihsel sürecini maddi kültürden ziyade metin üzerinde ortaya konulmasının zihinsel arka planında, dil bilimci Max Müller'in Sanskritçe, Farsça, Yunanca ve Latince arasında benzerlikten hareketle karşılaştırmalı din çalışmalarının ortaya çıkmış olmasının var olduğunu söyler. Buna göre dinler tarihi metin merkezli, filolojinin hâkim olduğu bir alana dönüşmüş dinin maddi unsurları totem, fetiş ve animizm ile ilgili ibadetlerle sınırlı kalmıştır. Yazılı bir metne ait olmayan dinler, kabile veya folklorik dinler kategorisinde ele alınmıştır. Toprak, burada, sanılanın aksine maddi kültür ile din arasında çok sıkı bir ilişki bulunduğunu dile getirir. Barınmadan beslenmeye, teknolojiden ölü gömmeye varıncaya kadar din, birçok alanda etkili olmaktadır. Yazar, maddi kültür üzerinden dini incelemenin temel problem olarak kutsal ile kutsal olmayan arasındaki ayrım olduğunu söyler. Buna göre bu ayrımdan yola çıkıldığında dinin sadece kutsal olan ile ilişkili nesneler üzerinde etkili olabileceğini varsaymaktadır.
Yazar, kitabının "Din Arkeolojisi Perspektifinden Göbekli Tepe" (s. 203-279.) isimli son bölümde keşfedilmesiyle tarihi verilerde değişikliğe yol açan Göbekli Tepe'yi ele alır. Toprak 1960'lardan önce uygarlığın Mezopotamya ve Levant (Doğu Akdeniz) bölgesinden Avrupa'ya geçişte, Anadolu'nun sadece geçiş rolü üstlendiğini öne süren düşüncenin Göbekli Tepe'de bulunan kalıntılarla tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini dile getirir. Buna göre 19. yüzyılda Batılı arkeologlar uygarlığın söz konusu yerlerde başladığını, "Neolitik Devrim"in de ilk defa bu yerlerde ortaya çıktığını ve Anadolu üzerinden Avrupa'ya geçtiğini iddia etmişlerdir. Ancak İç Anadolu'da Çatalhöyük, Akdeniz'de Hacılar ve Güneydoğu Anadolu'da Çayönü, Körtik Tepe ve Göbekli Tepe gibi alanların keşfedilmesiyle Anadolu'nun sadece geçiş yeri olmadığı, aksine uzun süre yerleşim yeri olarak kullanıldığı anlaşılmıştır. Toprak ayrıca eskiden Neolitiğin dar çekirdek bir bölgede başlayıp dünyanın diğer yerlerine yayıldığı düşüncesinin bu alanlarda yapılan çalışmalarla birlikte etkisini yitirdiğini belirtir. Neolitik dönemdeki düşünce değişiklerinden biri de, tarımın ve hayvanların evcileştirilmesi yerleşik hayata geçişi ifade etmekteyken; Göbekli Tepe ve benzeri yelerin bulunması neticesinde mimari yapıların tarım ve hayvancılıktan bağımsız olarak geliştiğini göstermektedir. Göbekli Tepe'nin bulunduğu alan itibariyle tarıma elverişli bir arazi olmadığı görülmektedir.
Toprak, daha sonra Göbekli Tepe'nin mimari yapısına, bulunan kalıntılar üzerindeki figürlere, sembollere yer verir. Bununla ilgili olarak Göbekli Tepe'yle ilgili çeşitli görselleri okuyucusuna sunarak okuyucunun zihninde buraların şekillenmesine yardımcı olur. Yazar verdiği ayrıntılı bilgilerden sonra Göbekli Tepe'deki yapıların kimler tarafından inşa edildiği, hangi amaçla kullanıldığı, ölümü mü yoksa yaşamı mı temsil ettiğinin belirlenmesine dair şu andaki verilerin yetersiz olduğunu aktarır.
Ülkemizde din arkeolojisi alanında yazılmış eserlerin sınırlı olmasından dolayı elimizdeki eser ayrıca önem arz etmekte. Yazar, Göbekli Tepe'yi ele almadan öncesinde arkeoloji bilimi ile ilgili açıklayıcı bilgilere yer vermesi ve geçmişin anlamlandırılması için arkeoloji çalışmalarında dini boyutunu ele alması okur için son derece faydalı ve kıymetli bir çaba. Öte yandan Bilal Toprak'ın Göbekli Tepe'ye bizzat gidip yerinde incelemelerde bulunması ve kitabın sonunda elde ettiği görsellere yer vermesi de eserin değerli ve dikkat çeken yönlerinden. Hem arkeolojiye hem de dinler tarihine ilgi duyan okurlar için her anlamda nitelikli, derinlikli ve rahat okunan bir eser var elimizde.
Bilal Toprak
Din Arkeolojisi ve Göbekli Tepe
Milel Nihal Yayınları
İstanbul, 2020
335 Sayfa
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 15.03.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 15.03.2024 00:05