Asaf Hayalet Çelebi
Oytun Efe Kuru Yazdı...
Yerden az yüksekte süzülüp giden ruhlar adına…
Aynalar… Gerçekliğin mengü helezonları, kimisinin yansıması yoktur aynada, ne kadar baksa da zahirsizdir, kimisini de çeker yutar kendi içine, daha ilk bakışta… Mesele ise şiir olunca, şüphesiz şairler için tüketilemez bir paralaks zemini sağlamıştır aynalar. Elbette ki, bir s/imge olarak en keskin ve muktedir konumunu mystery/gizem temasında açığa vurur. Bir gizem/gizlem silsilesidir aynalar, orada öylece sessiz başına dururken, bir şeyler fısıldar/üfler sanki bir çağrıdır durgunluğu- bir el sallayışıdır öylece bizi yansıtırken, ''bir ben vardır bende benden içeri'' mizi gösterir gibidir. Aynayı duymak, tabiri yerindeyse gülü duymak kadar çetindir, insanoğlunun çok şafaklar görmesi gerekir, çok fazla ölünün nabzını dinlemesi gerekir… Engin edebiyatımızda ise aynalara ve yankılara kulak vermiş, duyduğunu görmüş-gördüğünü duymuş çetin bir şairimiz gelip geçmiş: Asaf Halet Çelebi. Ben, ''Hayalet Çelebi'' diye seslemeyi yerinde buluyorum. 27 Aralık 1907, İstanbul doğumlu, şiirde modern-gelenekçi anlayışın temsilcisi, şiirinin kökleri/anatomisi ise doğunun ve asyanın otantik ezoterik düşün dünyasında yatıyor. Önceleri gazel tarzında yazarken, daha sonra serbest stilde üretmiş. Şiirin yanında inceleme/araştırma-monografi-çeviri gibi türlerde de kendisini ispatlamış bir kalemşor. Zirve noktası -He(1942), Lamelif(1945), Om Mani Padme Hum(1953)- kitaplarıyla zuhur ediyor.
Edebiyatımız içindeki özgünlüğü tartışılmaz bir realitedir. Özellikle bugünün post modern dünyasına katkı sağlaması bakımından neredeyse modern Türk edebiyatındaki her şairin istisnasız yolunun kesiştiği bir isimdir. Om Mani Padme Hum kitabı, tabiri yerindeyse hercai bir uçkundur. Gizem bahçelerinin sonsuz ateşinden sıyrılıp gelen bir şeraredir. Cüneyd ve İbrahim şiirleri tasavvufi ezgilerde bir climax ifa eder. ''Cüneyd nerede/cüneyd ne oldu/ sana bana olan/ ona da oldu/ kendi cübbesi altında/ cüneyd yok oldu.'' – ''güneş buzdan evimi yıktı/ koca buzlar düştü/ putların boyunları kırıldı/ ibrahim/ güneşi evime sokan kim- ben ki zamansız bahçeleri kucakladım/güzeller bende kaldı/ ibrahim/ gönlümü put sanıp da kıran kim…''
Cübbenin altında yok olmak, bu imge ruhani yapısının yanında ilginç bir görsel dilemma da sunuyor, bir cübbenin/peçenin/çarşafın altında boşluk kalması, örtüyü ansızın çek ve sıyır; kimse yok… artık sessizce uçuşan bir tül… Diğer şiirde ise putların boyunlarının kırılması çok keskin bir imaj. Bana, kendi içine kırılan sfenks/bilek imgesini çağrıştırıyor. Gönül ise ''zannedilen'' bir put değildir, gönül her zaman bir puthanedir, putların kurganıdır. Taşların sırça zifaf odasıdır, dil onu mumla aradığı zaman sonsuzluğa perde ve peçe diye haykırır, hayalet çelebideki gönül bende de vardır-gönlümün içinde çok insan putu gömülüdür, hepsi şiirlerin kelimelerine/hiyerogliflerine dönüşür, gözler kimi gördüyse parmaklar görülen yüzlerin hüsnü zanlarına bürünür… Peki, Gözler Kimi Gördüler?- Hayalet Çelebi der ki: odalarda oturdum/odaları kapladım/sokaklara çıktım/sokakları doldurdum/görünen her şey ben oldum/ ve her şey beni gören göz oldu/ ve ben görünmez oldum/ gözler kimi gördüler… Gerçeklik, havada çarpışıp silinen dumanlı yansımalardan başka bir şey değildir-görünmez sinelerdir. O halde gerçekliği yarıp geçen şehit kimdir, Mansur kim? Güneşler bir yerden çıktılar/güneşler bir yere girdiler/güneşler onsuz öldüler/ ne aydınlık gerek bana ne karanlık-bütün sesler bir seste boğuldu mansur… Mansur imkansızdır, gayri suri bir ateş damlasıdır. Gerçeklik kadar haramdır.
Güneşler/Hallac tsunamisi Hayalet Çelebi'yi nereye fırlatır, hangi vahaya demir attırır? Kudüse, Tevrat şiirine: def ve santur ile şarkı okuyalım rabbe/ adonay elehenu adonay ehad/ adını taşıdığım/ mızıkacı başısıdır melik süleymanın/ ben şarkı söylediğimce o mezmur yapar- adını taşıdığım yeruşalim kızlarının günahı bendedir… Kızların ten günahı, o kara nirvana- aşk cinayetlerini her daim şair üstlenir, hayat fermanı katil şiirlerini boynuna asar-seher vakti ufka doğru menzilden kaybolur.
Zamanlar saati, ''ben'' ıslanıp tükendiğinde karşıtına dönüşmek için geri döner… ''Sen'' der: Zamanlar içinden göçtüm/duvarın taşın içinden geçtim/ dağı taşı bıraktım/ sana geldim-sevgilerin sevgisi/adın/benim adım/benim huzurum… Senli-Benli olmak yegane düsturudur yağız hayaletlerin/şah beyitlerin neva dolu avlulardaki eğreti silüetlerin… Avlular, bahçeler, verandalar, terasalar neye komşudur, ne vardır tam karşılarında? Pencereler ve Kapılar: ve bütün pencerelerim sana açıldı/birer birer aralandı kapılarım/birinden çocuk rüyaları boşandı/birinden dost yüzler/birinden ecel sakisi yürüdü/kadehinden güzelliklerin sırrı/bir damla yakut dudaklarıma damladı/ve bütün kapılarım sana açıldı/birer birer kapandı pencerelerim/birer birer kapandı kapılarım… Aşk… ki çarşaf çarşaf boyna dolanan bir ecel celalisidir, ruhun derinlerindeki sadakat labirentlerinden çözülüp gelendir, yalnız pencereleri ve kapıları değil, adalet ve tebessüm ordularını da kırar parçalar, elmacık kemiklerinin üstünden şiir kırıntıları bırakır ardında, menzili yörüngesi kuşatılamaz, dudaklarda adımlarken iz bırakmaz… Lakin aşktan ötesi var, aşkın mevzilerinin yerle yeksan olduğu bir durak var: Nurusiyah ve bence Nuruziya…: uyudum/büyüdüm/ ve nurusiyaha ağladım/nurusiyaha ağladığım zaman/annem suzudilara idi/ve babam bir tambur/annem sustu/babam küstü/ ama ben niçin hala nurusiyaha ağlarım/nurusiyaaah… Yeşile boyanır gözyaşı nurusiyaha dökülen, böylece var eder eşyayı/mahlukatı, böylece olur nuruziya-göğün son noktası, kızıla çalan sütümsü siyah arşı- ak ışıklar kuşatır hayalet naaşı, aynalar içine çeker köklere sarılmış her mısrayı…
Asi bir hayalet donup kalır asil imgelemimde; halet-i meçhul-fecri makbul…
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 03.01.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 03.01.2024 11:53