"BABA" Kitaplar (1)

Hastalık ve doktor arasındaki bağlantının pozitif yönde verdiği korelasyon kat sayısı, reçetenin hastaya uygunluğuyla alakalıdır. Kitapların da kalbi ve zihni hastalıklara uyguladığımız ilaçlar olduğunu var sayarsak; hangi kitapların hangi dozda alınması gerektiği büyük önem arz eden konulardan bir tanesidir.
Bu sebeple okuduğumuz ve altını kalın çizgilerle çizdiğimiz kitapların, bize açtığı dünyalardan biriktirdiğimiz parantez içlerini sizlerle paylaşacağız.
O ve Ben - Necip Fazıl Kısakürek
İlk kitaba onunla başlamak istedim. Çoğu kitabını baba kitap kategorisini rahat bir şekilde alabileceğimiz Üstadın, biyografi türündeki bu eseri onun diğer eserlerinin ve hayat felsefesinin anlamamızda büyük kolaylık sağlayacağı düşüncesindeyim.
Üstad'ın hayatının çeşitli dönemlerinde geçirdiği değişimleri, yaşadığı benlik krizlerini, bir şeyi bulmak için önce kendini aramak gerektiğini, bu arayışın sonuncunda yaşadığı çıkmazları ve pusulasını bir menzile çevirmek için girdiği yolların tümünde çektiği krizleri, en iyi kendisi anlatabilirdi. Bu sebeptendir ki hayatını ve iç muhasebelerini konu edinen bu kitap, kendini bulmak isteyen her insanın karanlık yollara girmeden, menzile daha kolay ulaşabilmesi için gerekli yönlendirmeleri içermektedir.
Kitap üç bölümden oluşmaktadır. Biz de bu sebeple kitabı üç bölümde inceleyeceğiz.
Tanıyıncaya Kadar (1904-1934)
İnsan ne iş yapıyorsa yapsın, o işin inceliklerini öğrendiği bir ustası mutlaka vardır. Bu eğitim, formel düzeyde bir okul ortamında da verilebilir, sakal tıraşı yapılan bir berber dükkânında da. Günlük yaşantımızdaki çoğu hareket ve olgunun bir eğitim ve tecrübe sonucu meydana geldiği bu kadar aşikârken, insanın kendini ve içindeki o özü bulmak için yapacağı yolculuk da; bir yol göstericiye bir ustaya ihtiyaç duyduğu kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Üstad, çıktığı yolun derin yalnızlıklarında ve karanlık koridorlarında kayboluşunu anlattığı bu bölümde çocukluk hatıralarını, çektiği işsel hesaplaşmaları, bir yol bulmak için girdiği çıkmaz yolların tahlillerini ele alıyor. Çıkmaz yollarda önüne ışık olacak kılavuzu bulana kadar geçirdiği evre, bu kısımda yer alıyor.
Üstad'ın zekâsı çocuk yaşlarda kendini gösterirken, geçirdiği hastalıklar ve kardeşi Selma'nın hayatını kaybetmesi kişilik gelişiminde onu etkileyen olayların birkaç tanesidir. Şair lakabını küçük yaşlarda kazanmış olan bu sivri zekâlı çocuğun, gelecek de toplumun içerisinde büyük bir yer edineceği daha o yaşlardayken kendini ele veriyordu.
''17 yaşında çocuğun şiirleri en genci 35-40 yaşındaki üstadların yazıları arasında yayınlanmaya başlamaz mı?'' (Syf: 55)
''Ahmet Haşim'in Yeni Mecmua idaresindeki Fevzi Lütfi'nin yanında bana söylediği sözü unutmam: -Çocuk! Bu sesi nerede buldun sen? (Syf: 57)
Benlik arayışına, yaratılışı gereği gelen üstün zekâsının getirdiği sorgulayıcı ve didikleyici bir düşünce yapısı da eklenince; kendisini bulmaya çalışan Necip Fazıl çektiği cefa ve sıkıntılar bir misli daha artıyordu. Sürekli bir sorgu ve panik buhranında içindeki sorulara cevap arayan Üstad, Paris'te yaşadığı dönemleri şöyle anlatmaktadır.
''Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslami edebim mânidir. Yalnız üç beş çizgi. Aylarca şehrin gündüzünden habersiz bir gece yaşantısı… Oteldeki odamın aynası karşısında, yanaklarımı tırmalayarak döktüğüm gözyaşları… Çok defa otelin sabah kahvaltısından ibaret günlük gıda… Ve ıstırap, ıstırap, ıstırap…''
(Syf: 64)
Ve şiirlerinde bulduğu dilin büyüklüğünün sağ ve sol cenahtaki herkesçe takdir ve beğeni toplamaya başlaması.
''Sene 1928… Benim şiir diye pazumun herkesçe beğenilmek noktasında en dik irtifaları kaydettiği basamak…'' (Syf: 67)
Aradığı dünya görüşü ışığında okuduğu kitapların ve isimlerin aydınlattığı yolun sürekliliğini bir türlü koruyamaması ve bir görünüp bir kaybolması, onun sonsuz bir ışığa ulaşma gayretini tetikliyordu.
''Büyük mustariplerden Pascal, Bodler, Göte, Tolstoy ve Rembo… İlki insan tefekkürünü zorlaya zorlaya işi Peygamberlerin eteğine yapışmakla bitirmiş, kapkaranlık bir çile deminde birden bire parlayan bir alevle karşılaşmış ve sonunda: -Filozofların bahsettiği değil, Peygamberlerin haberini getirdiği Allah! Diye haykırmış…'' (Syf: 70)
Üstad'ın bohem hayatı diye adlandıracağımız ve Müslüman olmadan önceki döneminde kurtulmadığı en büyük zaaflar hakkında yaptığı yorumlar şöyledir:
''Kadın: bana mahrumluğumu anlatmaktan başka bir şey getirmiyordu. İçki: zaten marazi çaptaki coşkunluğumu kamçılamaya muhtaç olmadığım için onunla bağdaşamıyor, anlaşamıyor, onu fıtrattan sevmiyordum. Kumar: işte felaketim!'' (Syf: 73)
Ve nihayet bir tevafuk üzerine ilk ışığın yanması:
''-Onu nerede bulabilirim? –Beyoğlu'nda, Ağa camiinde Cumaları, orada ders verir. –İsmi? –Abdülhakim Efendi Hazretleri…'' (Syf: 81)
Tanıdıktan Sonra ( 1934-1943)
İnsanoğlu belirli bir olgunluğa eriştikten sonra hayatının temel dinamiklerinde oluşan parazitlenmenin etkisiyle adını bilmediği bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk süresince, acının azalmadan sürekli artması ve kapısını çaldığı her durağın yeni bir kapıya yönlendirmesi son kapıya kadar devam etmektedir. Vehim ve kuşku girdabında kendi özündeki aşikar doğruları bile sorgulama noktasına gelen insan, zihnin kalıplarının sonsuz evreni anlamada yetersiz kaldığını acı tecrübelerle fak edecektir.
Nitekim şüphecilik ve sorgulayıcılığın metodolojisini yazabilecek kadar bu işin özüne inen Gazali, aklın sonuca ulaşmakta yetersiz kaldığını, aklın çıkmazlarıyla ancak bir çamur bulmacında dönüp dolanmaktan başka bir argümanın ele geçirilemeyeceğini söylemektedir. O da arayışının akılla anlatılamayacak küçük bir tevafuk eseri aydınlandığını dile getirirken, kalp ilminin akli ilimlerden her zaman daha önce hedefe ulaştıracak bir sebep olduğunu bildirmektedir.
Üstad'ın da hayatın içindeki arayışı Gazali'ninkine benzer özelliktedir. Bazen bir küçük bir vesile yeryüzündeki tüm ilimlerin anlatamayacağı kadar büyük sebeplere gebedir. Bunu, aklını kalbinin arkasına alan insanlar zaten bilirler. Üstad'ın aklını kalp hizasına getirmesi ise bir kalp doktorunun manevi tasarrufu altına girmesiyle mümkün olmuştur.
''İlk bakışta kendisinden insana çarpan duygu, müthiş bir vakar ve heybet…'' (Syf: 88)
''Gözleri, gözleri, daima baktığı şeylerin ilerisindeki, ötesindeki bir görünmeze bakan gözleri üzerimizde…'' (Syf: 89)
''İşte, ateşten harflerle beynimi dağlayarak söyledikleri ilk fikir: -Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?'' (Syf: 93)
Üstad'ın Abdülhakim Arvasi H.z leri ile tanışıklığının ardından artan vehim ve uykusuz geceleri, sonradan gelecek aydınlık yarınlarına ulaşmak için bir dönüm noktasıydı.
''Sokakta arkamdan kaldırıp önümde yere bastığım ayaklarımın iki hareketi arasındaki zaman atomlarını birbirine bağlayamayacak kadar yaman bir metafizik teri dökerken, ayağımın değdiği her nokta arşın kışrı çökecekmiş gibi korkunç bir istinatsızlık vehmi çekiyordum.'' (Syf: 100)
Ve dilinden kalbine, kalbinden tüm hücrelerine yayılan ilk haykırış belki de;
''-Yalnız Allah var! Var olan yalnız Allah! Her şey o kadar yok ki, yalnız Allah var! Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok! Otuz yaşındayım…'' (Syf: 101)
Aradan geçen ilk ayrılıkta Üstad'ın adını koyamadığı bu birleşme onu tekrar, Arvasi Hz.lerinin kapısına yönlendiriyordu.
''Bir irşat ediciye varılmadan olmaz! Yollara düş bucak bucak ara ve irşat edicini bul!'' (Syf: 102)
''Birkaç ay içinde sadece kemiklerimin ağırlığına kadar düşmüş ve üzerine hiçbir et sikleti kalmamış olarak, kapısına dadandım. –Beni kurtarınız! Cevap: -Sık sık gelin…'' (Syf: 104)
Artan ziyaretlerle beraber gelen artan hastalıklı düşünce bulamacı, geçmişteki yaşanmışlıkların belki de bir kefaretiydi. Ancak iki gönül arasındaki muhabbet tohumu çoktan sulanmaya başlamıştı.
''Eli yanan adam onu soğuk suya sokunca ne olur? Acı kesilir. Gel de çıkar şimdi elini sudan… Acı bin misli artacaktır. Ben de öyleyim… onu görünce uyuşuyorum, hafifliyorum, fakat ayrılır ayrılmaz, tamam!...'' (Syf: 110)
Artan acılara sabrın sonunda gelen iyileşme ve artık aklın yanına kalbi ilimlerin keşif vakti gelmiştir. Bu yollardan geçen bir örnek lazımdır Üstad'a, onu da bulmuştur: İmam-ı Gazali…
''Hastalığımdan sonra bana ilk lütufları, çektiğim çile etrafındaki suallerimi cevaplandırmak olan Efendim, '-İmam-ı Gazali'nin buhranı mı daha büyüktü, benimki mi?' diye sormama karşı ayniyle ve tek kelimeyle şöyle buyurdular: -Seninki!...'' (Syf: 119)
Mürşidinden Üstad'a özel sohbetler:
''-Sen hasta olma!... –Cemiyetteki ruh hastalıkları iman eksikliğinden doğuyor… -Sigara mubahtır. Günde 9 veya 11 sigara iç!... –Oruç tut, sıhhat bulursun! -Başına ne geldiyse annene ettiğin kötü muameleden bil!''
Kitabın bu bölümünde tasavvuf yolculuğunda üstadın geçirdiği evreler, yola çıkarken çektiği zahmetlerin ardından gelen müjdeler anlatılmaktadır. Bu bölümün aktarılmasına geçersek yazı bir on sayfa daha uzayacaktır. Çünkü yolculuğunun en güzel ve tohumun artık filizlenmeye başladığı evre, bu evredir. Bu yüzden bu kısmın mükemmel akıcılığına ve her biri bir kitap olacak bölümlerin tadına kitabı okuyarak varın istiyoruz.
O Günden Beri ( 1943- …)
Üstad bu bölümde mürşidi, yol göstericisinin ardından geçen zahmetli ve hapishanelerde geçen yaşantısını anlatmaktadır. Mürşidine olan özlemini, ardından şekillenen dünya görüşünü bir ideolojiye oturtmasını, Büyük Doğu düşüncesinin temellerinin nasıl oluştuğunu ve devrimci kişiliğin izlerini bu sayfalarda görebiliyoruz.
Ve son olarak:
''Öl ve ol!''
O ve Ben
Necip Fazıl Kısakürek
Büyük Doğu Yayınları
Yazar: Enes CAN - Yayın Tarihi: 18.01.2017 09:00 - Güncelleme Tarihi: 24.11.2021 00:40