Beyaz Zambaklar Ülkesinde Cumhuriyet İzleri, Edebiyat, Necla DURSUN

Beyaz Zambaklar Ülkesinde Cumhuriyet İzleri yazısını ve Necla DURSUN yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabilirsiniz.

Beyaz Zambaklar Ülkesinde Cumhuriyet İzleri

06.04.2020 14:51 - Necla DURSUN
Beyaz Zambaklar Ülkesinde Cumhuriyet İzleri

Birçoğumuz “Atatürk’ün okulların müfredatına alınmasını istediği kitap” olarak biliriz Grigoriy Petrov'un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” isimli kitabını. Benim de okuma sebebim bu referans oldu. Kitabı bitirdiğimde şunu düşündüm; ülkesine ve doğaya karşı kendini sorumlu hisseden herkesin okuması gerekir.

Kitabı değerlendiren bir metin yazmaya başladığımda gördüm ki yazacak çok şey var ve metin gittikçe uzuyor. Acaba okumayı kolaylaştıracak bir tasnif gerekli mi? Bu soruya cevap metnin kendisinden geldi ve aşağıdaki plan kendiliğinden belirdi.

-Kitap hakkında genel bilgi bölümü

-Yazar hakkında genel bilgi bölümü

-Kitaba konu ülke Finlandiya hakkında genel bilgi bölümü

-Kitabın kahramanları ve başkahramanı hakkında genel bilgi bölümü

-Kitabın Türk Devrimi ile karşılaştırmalı olarak değerlendirildiği bölümü

Kitap Hakkında

Dünya çapında üne sahip kitap, yazarın seyahatlerde bulunduğu Finlandiya hakkında tuttuğu notlarından ve gözlemlerinden oluşmakta. Yayınlandıktan sonra Yugoslavya, Bulgaristan ve Türkiye’de büyük ilgi görmüştür. “Hayatın Mimarı” ismiyle Sırpça yayınlanmış olsa da, “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” ismiyle Bulgarca ’ya çevrilmiş ve diğer dünya dillerine çevrisinde bu isim tercih edilmiştir.

Bulgaristan’da basıldığı dönemin Eğitim Bakanı M.Yovov’un hatıralarında 1925-1930 yıllarında Bulgaristan’ın Grig-Petrov ülkesine dönüştüğü notunu düşerek, 1926 yılında “Grigoriy Petrov Kültür Derneği" adlı derneğin kurulduğunu belirtmiştir. Bulgar gazeteci Sanko Jivkov ise ilk okuduğu günden itibaren kitabın sihri altında olduğunu ifade etmiştir. Kitabın Yugoslavya’da da benzer etkisi oluşturmuştur. 1941 yılında “Grigoriy Petrov: Yaratıcı Gücün Havarisi” isimli kitabın yayınlanmasına sebep Petrov’un öğretisidir ve özelikle gençler arasında etkili olmuştur.

Kitap, Atatürk’ün önderliğini yaptığı çağdaşlaşma sürecinde bir elkitabı niteliğinde okulların (özellikle askeri okulların) müfredatına alınmış, Türk Subayları tarafından zorunlu kaynak eser olarak okutulmuştur. O dönem "Sizi en çok etkileyen kitap hangisidir?" konulu ankete katılan Türk Subayları’nın büyük çoğunluğu “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” cevabını vermiştir[1].

Kitapta mekân, bataklıkların beyaz zambaklara dönüştüğü Finlandiya, tarih 1800’lerdir. Petrov'un çeşitli aralıklarla gittiği Finlandiya seyahatlerindeki notları ve gözlemlerinin yer aldığı, kitaba konu bir avuç yurtsever önderliğinde gerçekleşen; siyasi, ekonomik ve kültürel devrimin devlet ve halk birlikteliğiyle nasıl hayat bulduğunun aktarıldığı bir kalkınma modeli gibidir. Okuyanı erdemli ve çabalayan biri olmaya teşvik etmekte ve Türk devrimiyle birebir örtüşmektedir. Atatürk’ün eline nasıl geçtiği konusunda net bir bilgi olmamakla birlikte O'nu heyecanlandıran şey bu benzerlik olmalı. Atatürk'ün yapmayı amaçladığı devrimler için bir işaret yıldızı olarak kabul edilebilecek “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabından bazı alıntılar yaptığı da bilinmektedir. Örneğin; "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur." sözü bunlardan biridir. Atatürk'ün düşünce yapısıyla örtüşen içeriği sebebiyle kitaba ait değerlendirmeler bölümünde Türk Devrimi ile (konu bazlı) karşılaştırmalara yer verilecektir. Bu karşılaştırmalarda fikir ve icraatlardaki benzer yanların altı çizilecektir.

Kitabı daha iyi anlayabilmek için önce yazarının hayatını mercek altına almak sonrasındaysa Finlandiya’da ulusal bilincin oluşturulması için canla başla çabalamış üç kahramana odaklanmak uygun olacaktır. Bu önderlerden özellikle Snelman’ın hayatı ve erdemleri kitabın özeti gibidir. Kendisi ile aynı görüşleri paylaşarak mücadele eden arkadaşlarıyla ülkenin sosyo-kültürel ve ekonomik anlamda var olmasını sağlamışlardır.

Kitabın Yazarı Grigoriy Petrov Hakkında

Kitabın yazarı Grigoriy Petrov, Rusya-Petersburg’da orta sınıfa ait biri olarak dünyaya gelmiştir. Petrov’u iyi tanıyan Maksim Gorki, "Çoğunlukla küfürden başka bir şey duymamış ve sarhoş insanlar dışında kimseyi görmemiş." biri olarak tanımlamaktadır (syf:7) Eğitimini tamamlayan Petrov, kolay anlaşılan üslubuyla, güncel ve hayati önem taşıyan konuları ele alan yetenekli bir papaz olur. Aynı zamanda yazınsal anlamda da varlığını gösteren Petrov, yalın anlatımıyla edebi yeteneğini birleştirdiği kitaplarının, Maksim Gorki ve Tolstoy'un eserleri kadar çok rağbet gördüğü bilinen bir gerçektir[2].

Rusya’daki toplumsal hayatı eleştirerek halkın yaşadığı zorlukları anlatan, halkın refahı ve ülkenin kalkınmasının ancak aydın kesimini özverili çalışmasına bağlı olduğunu ancak bu yolla fakirlik, cehalet ve zavallılığın son bulacağını dile getiren Petrov, anahtarın eğitim ve kültürel güç olduğunu savunmaktadır. Petrov'un “Hayatın Temeli Olarak Kutsal Kitaplar” isimli kitabında savunduğu bu düşüncelerini Maksim Gorki Çehov’a yazdığı mektupta şöyle anlatmaktadır: “Kitap, temiz ve derin bir inancı yansıtan büyük bir ruhu barındırıyor. Bu kitabı bir papaz yazmış, hem de papazların hiç yazmadığı gibi yazmış” [3].

Bir müddet sonra, yenilikçi yaklaşımını dile getirdiği söylevleri ve kaleme aldığı kitapları sebebiyle kilise tarafından din adamı sıfatı elinden alınır. Unvanı elinden alınmış olsa da itibarı erişilmez bir noktaya yükselen Petrov’a, dönemin yönetimi tarafından Moskova ve Petersburg’a giriş yasağı getirilir. Finlandiya ve Kırım’da yaşamına devam etmek zorunda bırakılan Petrov’un günleri artık polis gözetimi altındadır. Gazetelerde yazmaya, şehir şehir dolaşarak konferanslar vermeye devam eden Petrov’un durumu özetlenecek olursa şu cümleler uygun olacaktır: ”Bir deniz kabuğu misali, yaşadığı dönemin uğultusunu içine çekerek, bunu çalışmalarına yansıtmakta, yaptığı konuşmalarda toplumsal hayatın bütün alanlarında görülen tıkanıklık, acizlik ve nefret belirtilerini ve yenilenme ihtiyacını, buna duyulan özlemi dile getirmekte, toplumun duygu ve düşüncelerine tercüman olmaktaydı.”[4]

Hayatının noktalanmasına birkaç yıl kala Yugoslavya’yı adım adım dolaşan Petrov, Rusça vermeye başladığı konferanslarının sayısı 1.500’e ulaşmış ve bu konferansların bir kısmını yeni öğrendiği Sırp dilinde vermiştir. Hatta kadının dünyadaki yeri ve rolü konulu konferanslarında dinleyiciler arasında Müslüman kadınlar bulunduğu kızı Marina’nın verdiği röportajlardan edinilmiş bilgilerden biridir[5].

Hayatının son günlerini ziyaretçi sayısı hiç azalmayan Belgrad yakınlarındaki Pançevo Kasabasında geçirmiştir. Yazarlık faaliyetlerini makale ve kitap yazarak sürdüren Petrov, yaptığı konuşmalarını da yazıya dökmüştür. El yazısıyla kayda aldığı metinler Bulgaristan’daki dostu Dinyo Bojkov aracılığı ile Bulgarca’ya çevrilerek yayınlanmış olup bu çalışmaların müsveddelerinin Bojkov’un torunu tarafından Sofya’da muhafaza edildiği bilinmektedir[6].

Perrov’un son kitaplarından biri olan “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” nin ilk Sırpça baskısı 1923 yılında yapılmıştır. Bulgarca baskısına hazırlık yapıldığı sırada rahatsızlanan Petrov tedavi için Paris’e gider. Kitabın Bulgarca yayınlanmasını göremeden kanser hastalığı teşhisi ile hayatını kaybeden Petrov’un naaşı vasiyeti üzerine Pançevo’ya gönderilir. Petrov'un mezarı 1981 yılında kızı Marina tarafından Almanya’nın Münih kentindeki Ostfriedhof Mezarlığı’na nakledilmiştir.

Kitabın ana fikriyle birebir örtüşen yazarın hayat felsefesine göre; insanlar ülkelerinin geleceğine dair kişisel sorumluluk taşımalıdır ki ülkelerin kalkınması ve refaha kavuşması mümkün olabilsin. Her insan yaşadığı ülke için "gerçek vatandaş" ve "yaşam mimarı" olmalıdır. Ancak bunun yanı sıra, gayretli insanların kişisel çabaları ve emekleri sonucu elde edilen başarıların tıpkı suyun kumda kaybolması gibi yok olup gitmemesi için iyi düşünülmüş ve tutarlı devlet politikalarının yürütülmesine ihtiyaç duyulur. Bulgaristan’da yaşadığı dönemde kaleme aldığı “Bulgar Gençliği” isimli eserinde hayat felsefesini kendi kaleminden şu satırlara sığdırmıştır: “Dev bir ülkenin çöküşünün ve büyük hayallerin yıkılışının canlı şahidi olarak, vatanınızın kurucuları görevini üstlenecek olan sizlere sesleniyorum… Hayatta istediğiniz mesleği seçebilirsiniz; örneğin profesör, doktor, işçi, bilim insanı, tüccar, subay din adamı, memur, köylü veya Abakan olabilirsiniz, bu sizin yeteneklerinizle ve şartların uygun olup olmamasıyla ilgili bir durumdur. Fakat şunu hiçbir zaman unutmayın: vücudunuz, aklımız ve ruhunuz sahip olduğu bütün gücü vatanınıza ve halkınıza adamalısınız.”[7] Aynı konuyu “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabının 56. sayfasında da özetlemektedir; “Solucanlar gibi kendi küçük işleriniz ve önemsiz kaygılarımız çevresine üşüşerek, bunların arasında kaybolmayın. Devletinizin temellerini nasıl sağlamlaştıracağınızı, halkınızın eğitim ve kültür düzeyini nasıl yükseltebileceğinizi düşünün.” Ülkelerin güçlü veya zayıf, gelişmiş veya geri kalmış olmasının sebebini yöneticisinin nasıl biri olduğuna göre değişmediğini savunarak; “Halk nasılsa, onu yönetenler de öyledir. Bu yüzden de her halkın hak ettiği iktidara ve yöneticilere sahiptir.” diyen Petrov için düzenli ve uyumlu bir hayat için ülkede yaşayan her bireyin sorumlu olduğuna dikkat çekerken halkın içinden çıkan büyük ve önemli şahsiyetlerle küçük ve önemsiz şahsiyetlerin hangisinin iktidara geleceği konusunda halkın ruh halinin belirleyici olduğunu söylemektedir[8].

Beyaz Zambaklar Ülkesi: Finlandiya

Bir kuzey ülkesi olan Finlandiya’nın yakın tarihindeki devrimi ve devrimin detaylarının yazarın hayat felsefesiyle birebir örtüşerek kitaba konu edilmesine sebep olmuştur. Altı asır boyunca İsveç yönetiminde olan Finlandiya, kitabın yazıldığı dönemi kapsayan süreçte özerk durumda değildir. Tek resmi dil İsveççe'dir ve ülkede İsveç yasaları-yönetimi hüküm sürmektedir. Ülkeden yaşayan Finlerin dili olan Fince halk dili olarak kullanılmakta, küçümsenmekte ve herhangi bir edebi esere dahi sahip değildir. Ülke 19.yy başlarında Rus egemenliğine geçmiş "Büyük Prenslik" statüsü kazanmıştır. Yüzyıllar boyunca İsveç Krallığı’nın bir parçası olan halk yeni koşullara ve kimliklerine uyum sağlamakta sıkıntılar çekilmiştir. Kendilerini bir İsveçli olarak görememiş Finlilerin durumu ise daha zordur.

“Biz İsveçli değiliz, Rus olmak da istemiyoruz, o zaman Finlandiyalı olalım.” cümlesiyle milli bilincin uyanışının öncülerinden Adolf Ivar Arwidsson tarafından kimlik kazanmak istekleri diler getirilmiştir[9]. Daha yolun başında halkı kenetleyen başlıca unsurun "dil" olduğuna dikkat çeken Arwidsson aynı sayfada: “Her şeyden önce, anadilimize saygı göstermeli ve onu korumalıyız; dilimiz yaşadığı sürece biz de bir halk olduğumuzu hissedeceğiz. Atalarımızın dili yok olursa, halk da tükenir ve yok olur.” olduğunun altını çizmektedir.

Güzellik duygusunun varlığını ülkenin her yerinde gördüğünü söyleyen Petrov; ülkenin zengin bir ülke olmadığını, topraklarının tarıma elverişli olmadığını, halkın eğitimi konusunda yetersiz olduğunu söylese de o dönem sadece 3 milyon nüfusa sahip olan ülkeyi bir bütün olarak ele aldığında, refah düzeyinin imrenilecek seviyede olduğunu söyleyerek bunun sırrının ne olduğunu sorgulamaktadır. Değerlendirmesinin sonunda sırrın çalışma tarzında saklı olduğunu sonucuna varmıştır. Baskı altında zorla yaptırılan bir işten verim beklenmeyeceğini, halkın isteyerek çalışma hayatında var olduğunda ülkede açlık ve dilencilik gibi bir durumun olmadığına vurgu yapmaktadır[10].

Petrov, ülkeyi gezisi esnasında şehirler hakkındaki düşüncelerini de açıkça ifade etmiştir. “Sergilenmek üzere kartona yapıştırılmış maket izlenimi veren”[11] evlerin avlularının temiz, içlerini rahat ve konforlu döşendiğinden bahseder. Yabancı misafirler üzerinde en büyük etkinin ise (Ortaçağ Floransa halkına benzettiği) halkın dürüst davranışlarının olduğunu aktararak, kusursuz bir temizlikle ve taze yemeklerin olduğu otellerden bahseder.

Kitabın Kahramanları ve Başkahramanı

Milli bilincin uyandırılması ve Fin ulusunun oluşturulması önderler sayesinde olmuştur. Özellikle Elias Lönnrot, Johan Ludvig Runeberg ve Johan Vilhelm Snelman yeni nesil Fin aydınları içindeki en umut vaad eden, milli bilincin uyanışının önderleridir ve ülkede hala saygıyla anılmaktadırlar.

Elias Lönnrot: Etnik köken olarak Fin olan Lönnrot Fin halk şiirleri cazibesine kapılmış ve hayatını bu eserlerin derlenmesine adamıştır. O bir ulusun doğuşu ve şekillenmesinin halkın tarihinin ve kültürel değerlerinin benimsenmesiyle mümkün olacağını ve bunu sağlayacak faktörün milli destanlar olduğunu savunmaktadır. Tıp eğitimi alan ve Doğu Finlandiya’da doktor olarak görev yapan Lönnrot, milli mücadele ile ilgili kaynak bulmak için sık sık ülke çapında seyahate çıkarak savunduğu konuya kaynak araştırması yapmış biridir.

Johan Ludvig Runeberg: Fin olmadığı gibi Fin dilini de bilmeyen ancak Fin tarzı düşünce yapısına sahip bir İsveçli bir şairdir. Dürüstlük ve çalışkanlığı hayat ilkesi edinen, köylülere adanmış şiirleriyle O bir sanatçıdır. Rusya ve İsveç arasındaki savaşı konu alan “Subay Stol’un Öyküleri“ en ünlü çalışmasıdır. Romantik bir dilin hâkim olduğu eserinde savaşa katılan Finli askerleri yücelten ve büyük bir övgüyle bahseden yazar, ulusal bilincin gelişmesine ve milli gurur duygusunun gelişmesine büyük katkı sağlamıştır.

Johan Vilhelm Snelman: “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabının en önemli aktörü ve bu üçlü sacayağının üçüncüsü olan Johan Vilhelm Snelman, gemi kaptanı olan bir babanın çocuğu olarak Finli bir aileye doğmuştur. Stockholm yakınlarında demirli bir Finlandiya gemisinde dünyaya gelmesi, fırtınalı hayat denizinde dalgalara karşı verdiği mücadelede üstelendiği kılavuzluk görevinin simgesi gibidir. Stockholm’de yaşayan aile, Finlandiya’nın Rusya idaresine geçmesinin ardından (İsveç’le bağlantılı birçok Fin ailesi gibi) bu ülkelerden birini vatan olarak seçmek durumunda kalmışlardır. Tercihlerini Finlandiya yönünde kullanan aile küçük bir sahil kenti olan Gamla-Karleby’e yerleşmiştir. Önce din bilimi okumayı seçse de filozof olmaya karar veren Snelman, felsefe alalında master derecesiyle mezun olmuştur.

Dernekler aracılığıyla sahada etkin faaliyetlerini sürdürürken aynı zamanda felsefe alanındaki teziyle üniversitede doçent unvanı alarak eğitim kariyerine de devam etmiştir. Kaleme aldığı makaleleriyle edebiyat çevrelerinin bilinen ismi olmakla birlikte ülkenin hareketli toplumsal ve siyasal hayatında rol almıştır. Kaleme aldıkları “tehlikeli liberal görüşlere sahip bir kişilik” olarak ağılanmasına sebep olmuş, bazı yazılarının yayınlanması engellenmiş ve üniversite ile ilişiği kesilmiştir.

Tüm bu engellere karşın Snelman, yaklaşık 3 bin nüfuslu, haftada sadece bir defa postanın geldiği küçük bir şehirde yaşamayı tercih etmiştir. Sosyal alandaki çalışmalarına burada devam ederek güçlü kalemiyle bütün ülkeye ulaşmayı bilmiştir. O’nun girişimleriyle Fin dilinde eğitim veren bir ilkokul açılmış, ardından halkın bilgi ve kültür düzeyine uygun hazırlanmış olan iki ulusal gazete yayın hayatına başlamıştır. Gazetelerde konusunda uzman kişiler tarafından yazılmış sanayi, ticaret, ziraat, ormancılık, eğitim, kültür ve diğer toplumsal konulardaki yazıların yerelması sağlanmış ve Snelman fikirlerini halka duyurma fırsatı yakalamıştır.

Fin toplumu, Snelman tarafından hazırlanan ulusal devletin kuruluşuna ilişkin program ilk kez gazeteler aracılığıyla öğrenmiştir. Hararetli tartışmalara sebep olan bu plan akabinde sansür organları tarafından gazeteler kapatılmıştır. İşsiz kalan Snelman Heksinki’ye taşınarak bir tüccarın yanında ticari yazışmalarını takip ederek yaşantısını sürdürmeye başlamış ve yaklaşık 10 yıl toplumsal faaliyetlerden uzak kalarak da sessiz bir yaşam sürmüştür.

Liberal düşünce ve reform yanlısı Çar II.Aleksandr'ın tahta çıkması ile hem Rusya hem de Finlandiya için yeni bir dönem başlamış olur. Geçmişte kaybettikleri bütün hakları geri vereceğini beyan eden ve “Kurtarıcı” olarak anılan Çar, Finlandiya’nın da önünü açmış Fin dilinin tanınmasına, ekonomik ve kültürel hayatın gelişmesine fırsat tanımıştır. Fin halkı Helsinki Senato Meydanı’na diktiği Çar'ın anıtıyla minnettarlıklarını ölümsüzleştirmişlerdir.

Kitaplarını okumuş olan Çar, Snelman’ı tanımaktadır ve bu durum Snelman için bir fırsat olmuştur. Finlandiya sorunlarını bilen Çar'ın olumlu yaklaşımıyla Snelman gelecekteki Senatörlük unvanına giden yolda ilk adım olan üniversitedeki görevine "felsefe profesörü" olarak geri döner. Önceki siyasi otoriteler tarafından tehlike olarak görülerek uzak durulan Snelman’ın kaderi bu noktadan sonra oldukça değişmiştir. Artık O, öğrencilerinin saygı duyduğu bir hoca, ülke çapında önde gelen bir gazeteci-yazar, toplumun hayatındaki yeniliklerde söz sahibi bir düşünce önderi konumuna gelmiştir. Örneğin ülkedeki ulaşımın trenle olması gerektiğini savunan bir makalesi ile ülkenin her yanına demiryolu yapımı hız kazanmıştır. Halkın eğitimi ve halk okullarının geliştirilmesi konusunda yazdıklarıyla okullarda reform çalışmalarının başlamasına sebep olmuştur. Senatör olarak hizmet süresini tamamlamasının ardından birçok kurumda önemli görevlerde bulunmuş olup Ziraat Kredi Kurumu Başkanlığı, Finlandiya Edebiyat Topluluğu Başkanlığı bunlardan ikisidir.

Kitabın Türk Devrimi ile Karşılaştırmalı Olarak Değerlendirilmesi

Rusya’nın kuzeybatısında sıtma ve veremin kol gezdiği bataklılar ülkesi (ki Finliler kendilerine "bataklık arazi" anlamına gelen "suomi" demektedir) Finlandiya 1811 yılına dek İsviçre hâkimiyetindeydi. İktidar, sosyal ve ekonomik hayat İsveçliler elindeydi. İsveçlilerle aynı siyasal hak ve özgürlüklere sahip olsalar da Finliler ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı. Bu süreç içinde Fin kültürü “havasız bir mahzende büyüyen bir bitki gibi solgun ve zayıftı”[12]. Kendi kültürünü yeşertme ve kendi aydınlarını yetiştirme imkânı yakaladıklarında ise kültür ve eğitim alanında canla başla çalışmaya koyuldular. Önderlerinden Snelman’ın kişiliği Yazar Grigoriy Petrov için ilham kaynağı olmuştur. Çünkü kendi fikirleri ile örtüşen bir icraat adamı ile karşılaşmıştır. Hayalini kurduğu olumlu gelişmelerin kendi ülkesi olan Rusya'da gerçekleşmeyeceğini öngörerek umudunu kesmiş, Yugoslavya ve Bulgaristan’da yaşantısını sürdürmüş olan yazarın hayallerinin gerçeklemiş hali Finlandiya örneğinde saklıdır. Yazarın hayalini kurduğu ideal kişiliğe uygun olan Snelman’ı kendisine/hayallerine/ideallerine benzeterek hayalî ve masal tadında anlattığı “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” Yugoslavya, Bulgaristan ve Türkiye’deki toplumsal gelişmede kılavuz görevi görmüş bir eserdir. Finlandiya için ise minnettarlık duygusuyla beslenen güçlü bir hafızaya sahip Fin halkı Snelman'ın hatırasını kuşaktan kuşağa aktararak yaşatmaktadır.

Hayatı boyunca yetişmesini arzuladığı “yaşam mimarları”na yani gençlere çok önem veren Snelman, onlara daima yol yöntem içeren tavsiye niteliğinde çalışmalarıyla seslenmeyi ilke edinmişti. Çalışmalarıyla büyük bir fabrikadaki makineler gibi binlerce zeki beyni harekete geçirmeyi, maneviyatı olgunlaştırmayı, bir mayanın kabarttığı hamur gibi halkı ayağa kaldırıp gelişmeye sevk etmeyi amaçlamıştır[13].

Kışın kızakla, yazın kayıkla ve hatta bazen de yaya olarak Finlandiya’nın her tarafını dolaşan Snelman, daima halkla iç içe bir yaşam sürdürmüştür. Verimli çalışmanın nitelikleri, sağlıklı bir hayat için yapılması gerekenler, mutlu bir aile yaşantısı için davranış ve çocuk bakımı konularında halkı bilgilendirmiştir. Vicdan, sorumluluk, hak, saygı gibi olguların üzerinde durarak dinleyiciler içinden doğuştan yetenekli olanlara ekstra ilgi göstermiştir. Bu kişilerle sohbet ederek fikir alışverişi yapmakta, onlara kitaplar bağışlamakta ve bu durumu açıklayan şu sözleri sıkça kullanmaktaydı: ”Karanlık köşelerde canlı kandiller yaktım ve daha iyi aydınlanmaları için onlara yağ takviyesi yaptım”[14]. Bu satırları okurken Atatürk’ün de bu yönde hareket ettiğini, tanıştığı cevher niteliğindeki Anadolu’nun incilerinin gerek yönlendirmeleri gerekse tavsiyeleri ile ellerinden tuttuğu ve meslek sahibi olmalarına yardımcı olduğunu anımsadım. Örneğin: Arıburnu'nda siperleri teftiş ederken kum çuvallarının üzerine iliştirilmiş Kur'an-ı Kerim ayetleri yazanın İstanbul'dan Macit olduğunu öğrenince karşısına almış: "Bunlar sanat eseri yazılar, böyle sanatkârları kolay yetişmiyor, memleketine dön ve yazmana devam et." demiştir. O günkü asker Macit dünyaca ünlü hat sanatçımız Macit Ayral'dır. Osmanlı ve Cumhuriyet arasında köprü olmuş hat sanatçımız İstanbul'daki çeşitli camilere ve Topkapı Sarayı'na yazılar yazmıştır. Bir başka örnek vermek gerekirse bu örnek Mehmet Celalettin olabilir. Atatürk'ün Diyarbakır Selmanağa Köşkü'nde kaldığı bir gün köşkün yakınında piknik yapan bir gruptan gelen gazel sesinin sahibinin Ulu Camii müezzini Mehmet Celalettin olduğunu öğrenir. Yaveri aracılığıyla çağırtır ve bir türkü okutur. Dinlediği ses, usul ve makam harikadır. "Memleketimiz bir gün huzura kavuşulacak ve sen İstanbul'da bu güzle sesinle plaklara okuyacaksın, o zaman üzerine "Şark Bülbülü" yazdır.” demiştir. Bu samimi teşvikle cesaret bulan Mehmet 1931'de üzerine "Şark Bülbülü" yazdırmış ve çokça rağbet görmüş plağı ile başlayan müzik yolculuğunda müziğimize yeni eserler kazandırmıştır. “Esmerim Biçim Biçim”, “Hele Yar Yar Zalım Yar” dillere marş olmuş eserler Şark Bülbülü ‘ne aittir.

Snelman, çocuklara ve gençlere inanç aşılmaya çabalarken zekâyı bilimi ve hayatın zevklerini yok saymadan çocuk ruhunun temizliği gençlik ruhunun idealizminin sıcaklığını canlı tutulması amaçlanmıştır. Öğretmenlik mesleğine ayrı bir önem veren Snelman öğretmen ruhundan yoksun kişilerin öğretmenlik yapmaması gerektiğini savunarak “Her türlü işi yapın ama canlı bir ruha ve derin bilgiye sahip insanların bulunması gereken yerleri işgale etmeyin”[15] uyarısında bulunmaktadır. Bu noktada yine "Mebusların maaşı öğretmen maaşını geçmemelidir." diyerek öğretmenlere verdiği büyük değerle Aktürk’ü hatırlarız.

Snelman’a göre okullar kadar kışlalar da bir eğitim yuvasıdır. Sık sık ziyaret ettiği kışlalarda okuma yazması zayıf olanlara bu konuda eğitim veriyor, sohbetlerinde çeşitli halkların kahramanlık hikâye ve öykülerini anlatarak yine çeşitli ülkelerin şehir ve doğal güzelliklerini gösteren film ve belgeselleri izlemelerini sağlıyordu. Elbette ki bu ziyaretlerinde tavsiyelerini arda arda sıralıyordu: sporla ilgilenin, şarkı söylemeyi enstrüman çalmayı ve dans etmeyi öğrenin, toplum içinde düzgün davranmayı, iyi bir sohbet arkadaşı olmayı, tavsiye almayı ve aklınızda tutmayı bilin" diyordu[16]. Atatürk bu konuda müzikten yardım almayı tercih etmiştir. Beden eğitimi öğretmeni Selim Sırrı Tarcan yüksek eğitim için İsviçre'ye gittiğinde bir melodi duymuş ve jimnastikte kullanabilirim düşüncesiyle notaları kaydetmiştir. Ardından Türkçe öğretmeni-şair Ali Ulvi Eröve'den bu melodiye söz yazmasını istemiştir. Eröve, Birinci Dünya Savaşı yıllarına ve halkın ümitsizlik içinde olduğu bir döneme denk gelmesinin tesiri ile “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar, güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar.” sözlerini yazmıştır. İlk kez 1916 yılında erkek öğretmen okulunun gösterilerinde söylenen ve halk tarafından sevilerek benimsenen sözler hızlıca ezberlenmiştir. Bu melodiyi seven ve sıkça söyleyenlerden biri de Atatürk'tür. Bu şarkıyı daima bir direnç ve moral kaynağı olarak görmüştür. Samsun'dan Havza'ya giderken bozulan ve tamiri mümkün olmayan eski arabanın yerine yürüyerek yol almayı seçtiğinde arkadaşlarına yürüme şevki getirebilmek için bu şarkıyı yüksek sesle söyleyerek yürümeye başlamıştır.

Kalbinde Tanrı inancı olmayan bir halkın kurtuluşunun olmayacağına inanan Snelman için din ve din adamları ile eşgüdümlü hareket etmek önemli bir husustu. “Dinden değil, dindarlıktan bahsediyorum. Dinlerin sayısı fazla olabilir, nitekim öyledir. Ama dindarlık farklı dinlere mensup insanların tamamını özgü ortak bir özelliktir. Ben sendeyim, sen de bendesin, biz dünyada dünya da bizdedir, hepimiz bir bütünüz. Dünyaya zarar verirsen, insanlara ve hayvanlara kötülük yaparsan, kendine zarar vermiş, kendini sakatlamış ve hayatını karartmış olursun. Dindarlık işte budur. Her şeye ve herkese karşı hissedilen temiz, ışıklı ve yaratıcı sevgi duygusudur”[17]. "Din, Allah ile kul arasındaki bağdır." diyen Atatürk'ün düşünceleri Snelman'la temelde örtüşmekteydi. Diğer dinlere ait vatandaşları ve din adamları ile zengin bir mozaiğe sahip Türkiye'de Papalık temsilcisi Angelo Giuseppe Roncalli bu konuda örnek gösterilecek biridir. "Din adamlarının dini kıyafetlerini sadece ibadet yerlerinde giymelerine" ait kanun yayınlanınca sivil kıyafetle dolaşan ilk gayrimüslim din adamı olan Roncalli yıllar sonra kitaplaşan günlüğünde yeni Türkiye için "Burada yepyeni bir dünya var." diyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nde son derece rahat yaşadığını ve güçlükle karşılaşmadığını söyleyerek "Türkleri seviyorum." demiştir. 1953 yılında Papa olduğunda bu sevgisi sebebiyle "Türk Papa" olarak anılmıştır ve ilk kez Türkiye ve Vatikan arasında diplomatik ilişkinin kurulduğu tarihlerin aktörü olmuştur. Bu gün İstanbul-Elmadağ'da sokakları arşınladığımızda görürüz ki sokaklardan birinin adı “Papa Roncalli Sokak” 'tır.

“Yosun tutmuş taşlar, granit kayalar, çam ormanları, kasvetli bataklıklar, solgun yeşil renkli gökyüzü altında uzayıp giden yeşil göller… Finlandiya’da nereye giderseniz gidin, benzer doğa manzaraları ile karşılaşırsınız, önünüze ormanlar ve taşlar çıkar. Her tarafta taş yığınları ve şeker gibi parlayan granit kayalar göze çarpmaktadır. Sonu görünmeyen odun yığınları uzayıp gitmekte, tomruk ve tahta dağları yükselmektedir. Rıhtımlarda içi katran dolu binlerce fıçı birikmiştir. Ülke yoksuldur, hem de her açıdan. Fakat çalışma enerjisi ve azmi, kendi fakir toprağına olan bağlılık ve sevgi bakımından çok zengindir”[18] diyen yazar bu durumun sanattaki yansımasına dikkat çekmektedir. Küçük bir sahil kenti olan Abo’daki merdivenlerin taş dizilimindeki sanatsal dokunuşun göz kamaştırdığı sanat müzesinin mimari özelliğinden övgüyle bahsederek Finli sanatçıların sergilenmekte olan eserlerin yüksek teknik ve derinliği göz ardı etmeden değerlendirmeler yapmaktadır. Müzedeki heykellerden “Finlandiya” isimli genç, güçlü ve cüsseli Fin kadınını temsil eden heykelden “Yüzünde daha önce yaşanmış acıların güçlükle fark edilen izleri var. Bu yüz şu an için mutlu, güçlü ve geleceğinden emin fakat gençlik döneminde çok ağır, çileli ve korkunç günler geçirmiş bir kadının yüzüdür”[19] ifadeleriyle bahsetmektedir. Finlandiyalı ressamların sanatsal dikkat içeren bakışlarına rağmen renklilikten yoksun doğasını resmeden eserlere değinmeden edemez. Sergilenen ve resmedilen tablolarda konu; ağaç kesen, arazilerini taşlardan temizleyerek ekilecek hale getiren köylülerdir. "Sanatsız kalmış bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir." ve "Bir millet ki resim yapmaz, heykel yapmaz, itiraf etmeli ki, o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur." sözleriyle Atatürk tam da bu hususu anlatmaktadır. 1923 yılında Makam-ı Hilafet Filarmonisi Müzikası'nın başkemancısı Zeki Üngör önderliğinde 85 kişilik orkestranın Ankara'ya nakledilen Osmanlı Bankası'nın tren istasyonundaki ambarında çalışmalarına devam ederek halka açık senfoni konserleri vermesi bu konuda Türkiye'deki bir örnektir. Bir diğer örnek ise; TBMM'nin kuruluşundan sadece 16 gün sonra Asar-ı Atika Müdürlüğü kurulduğunda daha ülke birçok belirsizliği bilfiil yaşarken kültür varlıkları envanteri, ören yerleri tespiti ve korunması çalışması başlanmış Topkapı Sarayı müzeye dönüştürülmesidir. Sakarya Savaşı olanca şiddetiyle sürerken Eti Müzesi (güncel adı: Anadolu Medeniyetler Müzesi) kurulması çalışmaları başlaması memleketin kültür üzerine inşa ederek ayakta kalmayı amaçlar düşünce yapısı Finlandiya ile neredeyse aynıdır.

Yüzölçümü Bosna ve Dalmaçya kadar olan Finlandiya’daki okul sayısının fazlalığının anlatıldığı 76. sayfada yüksek tavanlı geniş pencereli, büyük koridorlu, mükemmel havalandırmalı, ergonomik mobilyalı, temiz oyun alanlı, büyük bahçeli, donanımlı spor salonları ile okul sayısı hususunda; 1 üniversite, 1 teknik okul, 7 denizcilik okulu, 9 ticaret meslek okulu, 10 teknik okul, 24 ziraat meslek okulu bulunduğu bildirilmektedir. Hatta bir sonraki sayfada örnek daraltılarak bir uçtan bir uca 7-8 dakika yürüyerek kat edilecek kadar küçük yüz ölçüme sahip 6 bin nüfuslu Tavastgus isimli kasabadan bahsedilmektedir.

Bir otel, tiyatro oyunu sergilenebilecek büyüklükte 1 restoran, 1 erkek lisesi, 1 öğretmen okulu, örmecilik meslek yüksekokulu, Fince ve İsveççe eğitim veren 2 kız lisesi, 2 halk okulu, 1 ilkokul, 1 işçiler için Pazar günü açık okul, 1 kilise Pazar günü okulu, 1 ıslah okulu, 1 hazırlık okulu, 1 hapishane mahkûmları için okul, 1 Rusça eğitim veren okul bulunduğunu söyleyerek bu kadar okul bulunan 6 bin nüfuslu başka bir kasaba var mıdır diye sorulmaktadır. Bu sorunun ardından yazar gençliğinde Petresburg Lisesi’nde öğretmenlik yaptığı uzun yıllarda öğrenci sayısının çok, temiz havanın az olduğu küçük ve konfordan uzak sınıfları anlatarak bu ortamın öğrencilerde dikkat dağınıklığı yarattığını hatırladığını söylemektedir. Finlandiya’ da ise okulların içi kadar dış güzelliğinin saraya bezediğini ve bulundukları yerleşim yerine güzellik kattıklarına dikkat çekmektedir. Ülkede eğitim sisteminin gelişmiş olması halkı okumaya teşvik ederek kitap, gazete ve dergi okuma alışkanlığı kazandırmaktadır. Eğitimle verilen çabalanan bir diğer konu ise; Finlandiyalı gençlerin boş zamanlarını değerlendiren bir tarzları olması yönündedir.

Kışın kayak, yazın ise yüzme, koşu, güreş ve top oynayarak tabiatın onlara cimri davranmasını kendilerine dert etmediklerini gören yazar gençleri “güzel hamurdan yapılmış beyaz mantarlara” benzetmektedir[20]. Kitapta, Finlandiyalıların okullara verdiği önemi yine Finlilerin ağzından şu şekilde aktarılmaktadır: ”Bataklıklar arasında, taşların üzerinde kurduğumuz, nispeten refah içinde yaşamamızı sağlayan ve Rusya nüfusunun geri kalan bölümü için şimdilik uzak bir hayal gibi görünen bu düzenin temeli okula dayanmaktadır. Okulumuzu elimizden aldığınız an biz de biteriz. Tıpkı mayasız hamur gibi çökeriz.”[21]

Finlandiya'da halk fakirliklerinden utanmadan, başkalarının söylediklerine aldırmadan inandıkları gibi yaşamaktaydılar. Ölüm uykusuna yatmadan ve kurumuş bir dal gibi çürümeye yüz tutmadan fikir üretmek için gazetelere abone olarak okuma alışkanlıklarını sürdürmektedirler. Bu hususun Türkiye'deki yansımasına gelince; daha Kurtuluş Savaşı devam ederken savaşın en kritik günlerinde eğitim alanında düşüncelerini not alan, etrafındakilerle paylaşarak fikir alışverişinde bulunan Atatürk, ilk eğitim kongresinin Cumhuriyet henüz ilan edilmemişken 1921 de gerçekleşmesini sağlamıştır. Alfabe değişikliği gibi temel bir kararın yanında okuma yazma oranının yükseltilmesi çalışmalarına hız verilmesinin yanı sıra hat, tezhip, minyatür, ebru gibi geleneksel sanatların yok olmasını önlemek için kız enstitülerinde ve erkek sanat okullarında okutulmasını sağlamıştır. Ankara'da inşa edilen her kamu binasında çivi, vitray, taş süslemeler bulunmasını bu amaca hizmet eder nitelikte değerlendirerek hayata geçmesinde ısrarcı olmuştur.

Eğitimsiz insanları bakımsız ve terk edilmiş boş araziye benzeten Snelman, orada en fazla ısırgan otu, devedikeni ve pıtrak yetişebileceğini gül ve elma ağacı yetiştirmek için çaba sarf edilmesi gerektiğini, okulların diploma atölyesi değil ışık saçan canlı mumların üretildiği fabrikalar olduğuna inanmaktaydı. Bu fabrikalardan çiğ hamur değil akıllı düşünceler halka ulaşmalıydı[22].

Geleceğin gençlerin elinde olduğu bilinciyle yeni nesiller yetiştirilmesinde ailenin önemini kavramış ve ailelerin eğitimi için işinde ehil eğitimci ve psikologlar ülkenin her yanını dolaşarak aileleri eğitilmesi sağlanmıştır. Genç neslin terbiyesi hususunda yapılan hatalar değerlendirilerek çocuk kalbinin doğasına uyan cümlelerle ebeveynleri eğitmeye çabalıyordu[23]. Ülke çapında gerçekleştirdiği seyahatleri esnasında Snelman’ın çevresinde eğitimli kişilerden oluşan bir grup oluşmuştu. Zaman içinde bu kültür emekçilerinin sayısı artarak ücra bir köydeki papaz, görevine âşık bir doktor, bilgi aktarmaya hazır bir avukat, üniversiteden bir profesör gibi sayısız beyin gücü ile çevrelenen Snelman, kendiliğinden oluşan bu halk üniversitesinin başkan ve üyeleri ile bir yapı kurarak görevlerin dağılımını ortaklaşa yaptılar. Herkes işin bir ucundan tuttu. En güzel eğitim aracı olan kitap, eski kitapların bulunduğu gezici bir kütüphane oluşturularak köylere ödünç kitap dağıtıldı, değiş-tokuş usulü ile daha çok kişinin kitap okuması sağandı. Bu aktivite kitap sayısının yetersizliğine ve sabit kütüphanelerin olmayışına çareler aranırken çözüm kendiliğinden geldi.

Önceleri vefat eden zenginlerin servetleri kiliselere bağışlanıyordu. Şimdi ise bu kişiler servetlerini halkın aydınlanması için bağışlar olmuştu. Böylece kitap sayısı artmış ve bağışlanan evler ve iş yerleri kütüphane ve konferans salonlarına dönüştürüldü. Zengin olmayan halk bile bu sürece katılım sağladı. Konferans verenlere yağ, bal, yumurta, kumaş, ev dokuması ve örmesi mamuller hediye ederek minnet duygularını dışa vurdular ve “ Lütfen bunları alın, ailelerinize götürün. Siz kendi bilginizi, zekânızı bizlerle paylaşıyor, bizimle yakından ilgileniyorsunuz. Karşılığında elimizden geldiği ölçüde size teşekkür etmemize izin verin. Bize bahşettiğiniz sevinçle karşılaştırıldığında bunlar çok küçük şeyler.” diyorlardı[24]. Bu cümle Kurtuluş Savaşında ördüğü yün çorapları askerlere veren köy kadınlarını hatırlattı bana. Bir diğer hatırladığım ise eğitim alması için yurtdışına gönderilen zeki çocuklardı. Ve tabii, eğitimleri için yurttan ayrılmadan hemen önce: “Sizi bir kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz.” diyen telgrafı... Bu uygulama Finlandiya’da benzer bir şekilde yapılmıştır. Avrupa ülkelerine ihracat yapan hatta yurtdışında mağazaları bulunan Finlandiyalı ayakkabı üreticisi bir ailenin ülkenin çeşitli bölgelerinden seçtiği 10 yetenekli gencin bütün masraflarını karşılayarak, Almanya, Fransa, Amerika gibi ülkelerde laboratuvar yüksek eğitimi almalarını sağlamışlardır.

Finlandiya’dan bir diğer örnek ise; yumurta ticareti konusunda dünyada söz sahibi olmuş Finlandiya'lı bir girişimcinin her sene elde ettiği gelirden köy kütüphanelerine bağış yapması, gelişmiş tarım teknikleri öğrenmek üzere nispeten eğitimli köylüleri Danimarka, Hollanda ve İsviçre gibi ülkelere göndermesi, bilim insanı, yazar, ressam ve sanatçıların yurtdışı seyahatlerini finanse ederek alanlarında dünya ile senkronize bir gelişim hızı yakalamalarına destek olmalarıdır[25].

Yorulmadan çalışan kültür emekçilerinin başardığı bu inanılmaz değişimi büyük ve eski bir eve benzeten Snelman, benzetmesine şu şekilde devam etmiştir: “Bütün pencereleri kapalı evde hiçbir hayat belirtisi görülmezken, evin içerisi de karanlık, rutubetli, sıkıcı ve havasız. Büyük bir mezar evi hatırlatan binanın iç karartıcı bir görünüşü var. Fakat bir gün genç, hayat dolu ve güçlü insanlar geldiler neşe içinde, aydınlık yüzlerindeki akıllı ifadeyle işe koyuldular, evin içindeki her şey canlandı ve neşelendi. Evin dış görünüşü de gençleşti. Önceleri hayaletten korkar gibi bu evden korkan ve yanından bile geçmek istemeyen insanlar bu kez yaklaşarak, hayranlıkla seyrediyorlar”[26]. Aslında benzetmesinde bahsettiği ev Finlandiya’da köyleri oluşturan evlerden biridir. Çünkü o tarihteki köy evleri yontularak üst üste konmuş taşlardan oluşan alçak kapılı küçük pencereleriyle içine rüzgâr dolan, çatısından yağmur ve kar alan yapıdaydılar. Cam yerine yağa batırılmış kâğıtları olan evler şanslıydı çünkü çoğunda bu alanda bez parçaları vardı. Taş ve balçıktan yapılmış sobalardan çıkan duman bütün eve yayılıyordu çünkü baca yoktu. Bu sebeple öksürük krizine tutulan halk is ve kurum içindeydi. Çalışırken, yemek yerken ve uyurken hep aynı giysileri giymekteydiler. Yıllarca banyo yapılmıyor, hiçbir surette çamaşırlar yıkanmıyordu. Parazitle kaplanmış vücutlar zamanla vereme dönüşen hastalıklara ev sahibi olmaktaydı. Tuvaletler su kaynaklarına yakındı ve pis su ile başta sarıhumma olmak üzere çeşitli salgın hastalıklar yaygındı. Uygunsuz yaşam alanları sebebiyle salgın hastalıktan binlerce çocuk ölüyordu. Kötü beslenen insanlar arasında engelli sayısı yüksekti. Herkes bu kötü yaşamdan bıkmış ve inanılmaz derecede içki içiliyordu. Çünkü halk, hayatlarına ancak bu şekilde katlanabileceklerini düşünüyordu. Sağır, dilsiz, kör, kambur, akıl hastası, el ve ayakları tutmayan kişilerin sayısı gün geçtikçe artıyordu[27]. Bu durumu aşmak için hijyen, güneş, temiz hava gibi konuların önemi uzman kişilerce halka anlatıldı. Sıtma, trahoma, verem gibi hastalığı olanlar teşhis edilerek dili tutulan, kör olan ve çeşitli sebeplerle sakat kalanların sayıları belirlendi. Ortaya çıkan istatistiklere göre yoğunlaşılması gereken bölgeler tespit edilerek organize olundu. Gezici sağlık ekipleri oluşturularak, diş, göz, kulak kadın hastalıkları konusunda uzman kişiler köyleri dolaşarak insanları tedavi ediyorlar ve bilgi veriyorlardı. 1923 de Cumhuriyet ilan edildiğinde frengi, sıtma, trahom, verem, tifüs, tifo salgınları yaşanırken sadece bir yıl sonra engelliler okulu İzmir'de kurulması bu durumun Türkiye’deki halidir. Verilen temel eğitimin yanısıra engelliler; piyano, keman, flüt çalması öğretilerek ilk Türk Tıp Kongresi'nde sunum yapacak donanıma getirildi. Böylece ilk sivil toplum kuruluşu İzmir'de "Sağır Dilsizler ve Körler Himaye Cemiyeti" olarak fiilen çalışmalarına başlamıştır.

Finlandiya'da köy evlerinin, köylerin ve köylünün durumu bu iken aydınlanma hareketi ne ücra yerleşim yerine kadar ulaşıldı ve mevcut duruma son vermek amaç edinildi. Hastalıklar iyileştirildi, halk eğitildi, bilinçlendirildi, terbiye edildi. Geniş pencereli, duman borulu, çift çerçeveli örnek köy evleri ile ev yapmayı ve evin içinde düzen sağlamayı öğrenen halk toprağı nasıl daha verimli işleyeceğini de öğrendi. Köylülere çok uygun fiyata ev yapacak kooperatifler kurularak inşaat malzemelerinin uygun fiyata temini konusunda birçok tedbir alındı, uygulamalar başlatıldı. Hijyen, ışık, temiz hava, temiz su, kuru ve sıcak yuvayı insan haysiyetine yakışan bir hayat kurmanın mümkün olduğunu ve inşa eden halk palto, giysi ve ayakkabı çok düşük fiyatla alabilmekteydi. Dış görünüşü değişen Finlandiyalılar neşelenmeye başlamıştı. Temizliğe ve hijyene bağlı hastalıklar kendiğinde yok olmuş çocuk ölümleri gerilemişti. Sağlıklı annelerden sağlıklı bebekler dünyaya gelmeye başlamıştı. Beslenmesi iyileşen halk, iri cüsseli, geniş omuzlu, kabarık göğüslü, kırmızı yanaklı, el ve ayakları güçlü ve sağlıklı insanlara dönüşmüş ve üretken birer karaktere bürünmüşlerdi. Kendilerini böylesine büyük bir değişim içine sokan aydınlarını ise “büyük halk bahçıvanı” olarak anıyorlardı[28]. Önderlerini bahçıvan olarak niteleyen halk, bataklıklar ve göller arasında uzayıp giden çıplak arazilerin yanı sıra arazileri kapsayan ağır taşlardan temizleyerek ağaç köklerini yakarak bu çabalarına ekim dikim yapılır hale gelen torağın verimiyle ödüllendirildi. Tıpkı yaklaşık 40 bin köyü ile okulu camisi sağlık ocağı olmayan, biçerdöveri traktörü bulunmayan, unun ithal edildiği, sulamanın yok denecek kadar az olduğu bitle ve sığır vebası ile kırılan Anadolu'nun mevcut halinin değişimine Ankara'nın ot bitmeyen topraklarından başlanması gibi. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde Atatürk Orman Çiftliği'nin, ardından Silifke, Tarsus, Dörtyol Çiftliklerinin kurulması ve elde edilen tüm gelirin yine çiftliklerin geliştirilmesine harcanması gibi. Hatta 1916 yılında ülkedeki ekonomik kaynakları araştırarak ziyan olmasına göz yummayan Atatürk, ülke geleceğini tasarlarken hayata geçirdiği ilk şirketlerden biri Ergani Bakır İşletmeleridir.

Petrov, kitabına şu cümlelerle nokta koymaktaydı: “Antik Yunan’ın zenginliği sadece mermer yatakları ile sınırlı değildi. Bu halk aynı zamanda heykel sanatını zirveye taşıdı ve dahi heykeltıraşlar yetiştirdi.” Bu son cümlelerde anlatılan sahip olunan zenginliklerin işlenerek değerine değer katılmasıdır. Matematiğe tutkuyla bağlı Atatürk bu öğretiyi kendi özelinde hayata geçişmiştir. 1936'da "Geometri" adıyla yayınlanan 44 sayfalık kitabında geometri terimlerini Türkçe ‘ye çevirerek günümüzde kullanılan; boyut, yüzey, çap, kesit, yay, çember, açı, düşey, dikey, artı, eksi, çarpı, bölü, eşit, koni, küp, piramit, silindir gibi kelimeleri türeterek elindeki mermeri işlemiştir.

Sonuç olarak

Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabı Finlandiya'nın tarihini ve Fin Kültürünün gelişimini inceleyen bir kitap özelliğine sahiptir. Halkın en parlak temsilciler önderliğinde adeta seferberlik ilan edilen ülkenin, büyük bir çalışma, inanç ve adanmışlıkla sıfırdan yaratılma macerasıdır aktarılan. Yasalara saygılı ve derin adalet duygusuna sahip bireylere sahip bir ülke olabilmek için sarf edilen çaba anlatılmıştır. Eğitim, ekonomi, tarım ve sağlık alanlarındaki reformlarla orduya düzen verilmeye çalışılırken aklın ön planda tutularak ülkenin düzlüğe çıkmasının anlatıldığı kitap; imkânsızlığına, yoksulluğuna ve elverişsiz doğa şartlarına rağmen bir avuç aydın önderliğinde büyük bir dayanışmayla Finlandiya'yı örnek ülkeler kategorisine kavuşturan destansı bir anlatıma sahiptir. Özveriyle mükemmel bir ülke yaratan Fin halkına gıpta ettiren bir kitap oldu benim için. Görsellerle desteklenen kitap sayesinde hiçbir şeyin imkânsız olmadığını sadece istemek ve bu isteğe uygun çaba içinde bulunmanın başarıya giden yol olduğunu da… Tek bir insanın bile neler yapabileceğini, ne kadar değerli olduğunu, sahip olduğu potansiyeli görmesi adına okunmalıdır. Bir halkın elverişsiz doğası ve tüm imkânsızlıklara rağmen kendilerine acımak ve bir mucize beklemek yerine sıfırdan zirveye çıkılırken verilen topyekûn mücadeleyi görmek için okunmalıdır. Günümüzde en gelişmiş eğitim sistemine sahip Finlandiya'nın özgür bir ülkeye dönüşürken "Ben" değil "Biz" diyebilmenin ne demek olduğunu anlamak için okunmalıdır. Denilebilir ki; kurgusal bir romandan çok ders veren, yol gösteren nitelikte bir kitaptır. Sürükleyici bir kitap okumak amacıyla değil, okuyanın kendisini geliştirmesi ve yapabileceklerini görebilmesi amacıyla okunmalıdır.

Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Grigoriy Petrov

Rusçadan Çeviren: Elnur Osmanov

Kordior Yayıncılık – 2017

Sayfa sayısı:239

[1] S.49

[2] S.8

[3] S.11

[4] S.16

[5] S.20

[6] S.22

[7] S.50

[8] S.61

[9] S.31

[10] S.75-76

[11] S.71

[12] S.84

[13] S.112-113

[14] S.89

[15] S.91

[16] S.109-110

[17] S.205-206

[18] S.68-69

[19] S.68

[20] S.79

[21] S.80

[22] S.148-150-152

[23] S.129

[24] S.130-131

[25] S.157-159

[26] S.166

[27] S.184

[28] S.186-189-190


Yazar: Necla DURSUN - Yayın Tarihi: 06.04.2020 14:51 - Güncelleme Tarihi: 06.04.2020 14:51
6822

Necla DURSUN Hakkında

Necla DURSUN

1976 Sakarya doğumludur. Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Yerel Yönetimler Anabilim Dalı Küresel Şehirler ve İstanbul Araştırmaları Bilim Dalı’nda Yüksek Lisansını “Kuzguncuk Semt Tarihini İnsandan Okumak; Bir Seçki ile Şahsiyetler” konulu yüksek lisans teziyle tamamlamıştır. Finans sektöründe çalışmakta ve İstanbul’da yaşamaktadır.

Necla DURSUN ismine kayıtlı 94 yazı bulunmaktadır.

Yazarımıza ait 1 kitap bulunmaktadır.

Twitter Facebook Instagram YouTube Kişisel Kitap Satış Sitesi