Çağa Dair Bir Tanıklık: Zamane
Özlem KARAPINAR yazdı...
Uzmanlık alanı psikiyatri olan yazar Engin Geçtan, Zamane kitabında toplumsal ve bireysel değişimimizi kendi klinik deneyimlerinden ve kişisel tecrübelerinden yola çıkarak ele alıyor. Yirmi bir ayrı başlık altında okuyacağımız bu değerlendirmeler geçmişe dönük olarak ele alınıp şimdinin daha iyi anlaşılmasında rol oynuyor. Toplumsal değişme, varoluş suçluluğu, kimlik sorunları, aidiyet duygusu, öfke, persona, regresyon, otorite gibi konuların kaleme alındığı deneme türündeki Zamane kitabı kendisi aynı zamanda akademisyen olan yazarın anlaşılır, açık, akıcı ve şeffaf üslubu nedeniyle alan dışındaki okurları tarafından da rahatça okunma imkânı sağlıyor. Günümüz "popüler" psikoloji yazarlarının aksine yazar Engin Geçtan, parmak sallayan, dikte eden, suçlayıcı bir dil kullanmaktan ziyade toplumun her kesimine aynı mesafeden bakarak yansız bir duruşla değerlendirmelerini yapıyor. Kitap boyunca bahsi geçen konulardaki yorumlarını kendi hayat tecrübesinden ve klinik deneyimlerden yola çıkarak yaptığının altını çizen Geçtan'ın kesin yargılardan, üstenci bir dilden ve E.M Cioran'ın tanımladığı gibi 'vaaz verme çılgınlığı' dediği o üsluptan uzak durmaya çalıştığını görüyoruz.
Kitabın ilk bölümü olan "Türkiye Adaletli Bir yer Değil" adlı denemede yazar "Bize Neler Oluyor" sorusunun cevabını arıyor. Kendi çocukluk döneminin geçtiği 1940'lı yıllara dönerek daha fazla yokluk ve zorlukların olduğu o dönem insanını betimlemeye çalışıyor. Zamanın daha yavaş ilerlediği, hayattan daha doyum alarak yaşandığı, kaygıların üretilmiş değil somut nedenlere bağlı olduğu o günlerde sınıf atlama çabalarının, aç gözlülüğün, çabuk zengin olma hırsının bu kadar yaygın olmadığı yorumunu yapıyor.
"Süreçler" bölümünde hem insanın kişisel tarihinde hem insanlık tarihinde süreçlerin sıçramalarla gerçekleşmesi konusu ele alınıyor. Tarihi olayları değerlendirirken bu sıçramaları göz ardı edersek sağlıklı bir çıkarımda bulunamayabiliriz. Bu bağlamda Cumhuriyet'i ve inkılâpları da akmakta olan sürecin sıçramalı bir aşaması olarak değerlendiriyor. Ulus olarak bizlerin tehdit altındayken güdülenişimizi, dibe vuracakken silkinmemizi çeşitli tarihi olaylarla örneklendiriyor.
"Dinlemek, İşitmek" adlı bölümde Heidegger'in "otantik dinleme" adını verdiği etkin, kapsamlı ve derinlemesine dinlemenin önemine vurgu yapıyor. Çoğu sosyal ortamda dinlemenin işitmenin fazla ötesine geçemediğini dile getiren Geçtan, bu nedenle psikoterapi buluşmalarını sosyal ilişkilerden daha samimi bulduğunu dile getiriyor.
İnsanın kendine karşı işlediği suçları "Varoluş Suçluluğu" olarak adlandırıyor yazar. İnsanların geliştirdikleri savunma mekanizmalarının dışına çıkabilmeleri için "yüreklilik" ve "risk alabilme" kavramları üzerinde duruyor. Rollo May, Yaratma Cesareti'nde ne demişti: "Kendi özgün fikirlerinizi ifade etmezseniz, kendi varlığınızı dinlemezseniz, kendinize ihanet etmiş olacaksınız." Engin Geçtan da bu bağlamda kararlı olabilmenin temelinde risk almayı, risk alabilmek için de cesaretli olmayı salık veriyor. Fakat bu hız çağında, yetişme, yetiştirme kaygıları içinde savrulup sürüklenen insan kendini ne kadar tanır, öz farkındalığı yüksek midir? Byung Chul Han'ın "Yorgunluk Toplumu" dediği günümüz toplumunda performans özneleri diye adlandırdığı insanlarla Engin Geçtan'ın kent merkezlerinde yetişen proje çocukları aynı kişiler değil midir? İkisinin de ortak noktası, sanılanın aksine özgür olmadıkları, ikisinin kumandasının da üst sistemlerin elinde olduğunu söylemek mümkün. Böyle bir ortamda normal kavramının altının boşaldığını söyleyebiliriz, yazar ise yakın zamanda normal kavramının tedavülden çekildiğini söyler ve ekler: "Artık günün deyimiyle "arızayız" çeşitli şekillerde." Bu söz bana Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde geçen başka bir sözü anımsatıyor: "Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır."
Gezegenimizin giderek küresel bir köye dönüşürken "Toplumsal Değişme" de kaçınılmaz olacaktır. Yazar bu küreselleşme konusundaki olumlu havalara rağmen insanların gitgide yalnızlık çekebileceğine dair tahminlerini dile getiriyor. 1960'lar gençliğini, gözlemlerini ve klinik çalışmalarını aktaran yazar "kimlik bunalımı" kavramı üzerinde duruyor. Yazarın üzerinde durduğu olgulara 1950 kuşağı öykücülerinin işledikleri temalarda da rastladığımızı fark ediyoruz: Birey olma meselesi, huzursuzluk, anlamsızlık, hiçlik, bunalım…
Tüm bu olgular içinde seçimlerimizi yaparken ne kadar özgür olduğumuzun sorgulandığı bölüm "Özerk İnsan" Yazarın bu bölümde üzerinde durduğu konu hepimizin şu veya bu şekilde, bize nasıl olmamız gerektiğini empoze eden bilgilerle, ideolojilerle, inançlarla donatılmış bir üst sistemler karmasından geldiğimiz. "Geçmişin ipoteğiyle dünyaya geliyoruz" diyor Geçtan. Bu durumda seçimlerimizin ne kadarı kendimize ait sorusunu okuyucuya yöneltiyor. Hepimizin çevresinde karar verme konusunda zorlanan, verdiği kararla ilgili şüpheye düşen, kendini net bir şekilde ortaya koymaktan çekinen kimseler vardır. Doğru mu yaptım yanlış mı, kararım ya yanlışsa? Özerk olmayı öğrenememiş bireylerde bu sürekli kararsızlık haline rastlamak mümkün. Özerkliği aşırı derecede engellenmiş bireylerin iç dünyasında kızgınlık ve isyan duygularının yattığını belirtiyor yazar. Bundan ötürü de yeterince özerk olamamış insanların kararlarını kendileri için değil başkaları için verdiğini söylüyor. İç huzuru bulmak istiyorsak kararları öncelikle kendimiz için verme cesaretini gösterebilmeliyiz.
Şeyler Dünyası'nda yazar, insanlığın en temel sorunlarından biri olan mülkiyet tutkusunun tarihsel süreçte ortaya çıkışına değiniyor ve sonrasında esasen evrenin bir parçası olması gereken insanın gittikçe kabaran kibriyle evrenden ve doğadan yavaş yavaş kopuşu üzerinde duruyor. Bu kopuş, sahip olma ve başkasına ait olanı çalma üzerine kurulu süreçte bizlere Freud'un şu sözlerini hatırlatıyor: "Uygarlığın bedeli nevrozla ödenir."
Etnik kimliğinden ya da kimliğinin tek boyutundan başka tutunacak bir şeyi olmayan kişilerin, kimlik cılızlaşınca ortaya çıkan yıkıcı eylemlerine değinilen "Kimlik Sorunları" bölümünde toplumumuzun özellikle darbe döneminde yansıttığı davranış biçimlerine etkileyici örnekler sunuluyor.
Otorite ve Öfke'de ise gerek aile içi bağrışmaların gerek siyasi liderlerin yüksek tondan konuşmalarının, öfke dilinin altında yatan nedenlere inilmeye çalışılırken kitabın dikkat çekici bölümlerinden biri olan Üç Beyinli İnsan'da insan beyninin yapısal ve kimyasal yönden birbirinden farklı üç katmanı üzerinde duruluyor. Paleopsişik süreçlerin incelenmesine yıllarını veren Paul MacLean'e göre bizler bir değil üç beyne sahibiz ve her biri dünyayı farklı algılayıp tepki veriyor. R-kompleks adı verilen eski beyin bölgelerinin, otoriteden korku boyun eğme gibi davranışlarımızın, obsesif-kompulsif belirtilerin ya da günlük yaşamdaki mantık dışı bazı davranışlarımızın kaynağı olma ihtimali üzerinde duruyor. Otoriteyle ilk çatışma ve sonrasında yetişkin olununca zamanında çatıştığı otoriteyle benzer özellikler gösterme davranışları da bu bölümde özellikle yüksek statü sahibi kimseler üzerinden örneklendiriliyor.
Çözülen Değerler ve Umursamazlık, 1980 sonrası toplumsal yapı üzerinden kitlesel fanatizmin incelendiği bölüm. Her görüşten insanın inanç ve düşüncelerini ideolojik boyuta taşıdığının ve başlangıçtaki ilkelere eskisinden daha katı tutunduğunun altını çizen yazar bir bakıma günümüz toplumunun davranış biçimin temeline ışık tutuyor.
Aidiyet Duygusu, Depresyon ve Sıkışmış Kızgınlıklar ve Çocuk Yalnızlığı bölümlerinde dışa vurulmayan sıkışmış kızgınlığın bir süre sonra kişinin kendine çevrilmesinden ve yıkıcı etkilerinden söz ediliyor. Bu bağlamda toplumun her kesiminde çocuklarla diyalogun zayıf olduğunu dile getiren yazar bu çocukların taşıdıkları korkulara dikkat çekiyor. Hemen ardından Korku bölümünde, korkan insan davranışları üzerinde duruluyor. Korkan insan korkutur, yeniliklere açık olmazlar, karşıt görüşe tahammül edemezler, günlük rutinlerinin değişmesi bile onları öfkelendirebilir.
Bir diğer dikkat çekici bulduğum bölüm Kolektif Regrasyon'du. Regresyonu, insanın duygusal gelişiminde gerilmesi ve hayatın önceki evrelerine dönmek istemesi olarak tanımlayabiliriz. Geleneksel yapı bozuldukça regresyonun arttığına vurgu yapan yazar, bu durumu köyden kente göç eden kesimin başlarda aynı bölgeden, kendi memleketinden, komşuluk ve dernekler aracılığıyla kimliklerini gösterebilme çabası üzerinden anlatıyor. Köyden kente göçen bu kesimin sonraki kuşaklarında davranış biçimlerinin farklılaştığını, kentli olma çabalarını örneklerle anlatan yazar bazen köklerinden kopmanın regresyona neden olabileceğini ifade ediyor. Bunu da ilerleyen yaşlarda gösterilen çeşitli davranış biçimlerine dayandırarak yapıyor.
Person ve Gölge, evimizde, toplumda, iş yerimizde takındığımız roller veya maskelerle ilgili bölüm. Yazarın dikkat çektiği nokta ise kişinin bu rollerden birine kendini fazla kaptırması sonucu ortaya çıkan "benlik şişmesi" olgusu ve insanın derininde sakladığı karanlık alan olarak da adlandırabileceğimiz "gölge arketipi." Gölgenin içinde saklanan kötü olarak nitelendirilmiş ögelerin bilinçli dünyamızda etkisiz bir görünümdeyken güçlü bir zorlukla karşılaşılınca gölgenin karanlık yönlerinin ego üzerinde ortaya çıkışı anlatılıyor. Gölgenin Başkaldırısı'nda bir yerden bastırılan duygu, düşüncelerin başka yerlerden kendini ifade edebileceği ifade ediliyor.
Son üç bölümde Sıradışı Davranış Salgınları, Ensest ve Ahvalimiz başlıkları altında toplumuzda görülen çeşitli davranış sorunları yine yazarın kendi klinik çalışmalarından örneklerle anlatılırken sonuç itibariyle şuna vurgu yapılıyor: Bireyler nasıl kişisel tarihlerini kabullenmedikçe huzur bulamıyorlarsa toplumlar da ortaklaşa mutabık olabildikleri bir tarihi paylaşmadıkça kargaşadan arınmayabilirler.
Zamane
Engin Geçtan
Metis Yayınları
2009, İstanbul
100 sayfa
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 30.11.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 27.11.2022 23:32