Çağdaş İslâm Siyaset Sisteminde ANAYASAL MEŞRUİYET(*)
Bir zamanlar Müslümanların büyük bölümü, Kur’an’ın, anayasaya mehaz teşkil etmesinden ziyade, bizzat anayasanın kendisi olduğunu “yüksek perdeden” dile getirirdi. Adeta, Kur’an, bir hidayet kitabı olmaktan ziyade, anayasa kitabı idi. Mutlaka, Kur’an, her şeyden önce bir hidayet kitabı olmasının yanında, hükümler içeren yönü itibarıyla da, kanun, daha açıkçası hukuk kitabı olmayı da hak ediyordu. Zira içeriğinde, diğer mevzuların yanında az bir yer kaplıyor olsa da, ahkâm ayetleri belirgin bir özelliğe sahipti.
Buna rağmen, nedense, onun henüz mücmel hale gelmediğini bildiğimiz Hz. Muhammed(s) dönemini istisna kıldığımızda, ilk halifeden bu yana, ta modern dönemlere kadarki süreçte, Sünni ve Şii cenahta, İslâm’a uygun olup olmadığı bir tarafa, hemen her kesimin, kendi meşruiyetlerini Kur’an üzerinden İslâm’da arandığı gerçeğine bakıldığında dahi, parçacı yaklaşımlarla birlikte, Kur’an’ın bizzat bir anayasal metin olarak düşünülmediğini görmekteyiz…
Bununla birlikte, Kur’an’ın mutlak anlamda bir anayasal metin olarak ele alınması, İngiliz sömürgeciliği karşısında kendine bir çıkış yolu arayan Hint alt kıtası Müslümanları tarafından, belki de tarihte ilk kez ulus-devlet planında organize edilen Pakistan İslam devleti bünyesinde ele alınmıştı. Bu ele alışı takip eden süreçte, birçok beldede kurulan devletler bazında, Kur’an’ın ‘kesinlikli’ bir anayasa metni olma uğraşıları, hemen hemen tüm İslâmî hareketlerin ivme kaynağı olmuştu.
Bizde de, Müslümanların toplumsallıktan hareketle siyasette, İslâm’la birlikte görünür olmalarına koşut iktidar deneyimleri gerekçesiyle, Kur’an’ın bir anayasa metni, hatta anayasa kitabı söylemi, bir arzuyu dile getirmekle birlikte, çoğu kez kendi bağlamında kopuk ve ona sirayet etmiş bulunan modern öngörülerle birlikte, kaba bir şekilde gündeme gelmişti. Sözde, yürürlükte bulunan laik siyaset zinciri içerisinde siyaset yapma imkânına kavuşmuş bulunan Milli Görüş’ün en üst katmanında, en alt katmanına kadar bir vasatta, Kur’an’ın ‘kesinlikli’ bir anayasa metni, hatta kitabı olduğu indirgene, indirgene dile getiriliyordu.
İçeriği açısından, ondan güç devşirilmesi ile birlikte İslâmî referansa, işin doğası gereği yer verdiği bilinen klasik dönem devletlerinin, daha, henüz, modern konsepti bünyesel anlamda taşımadığı bilinen batı ile ontolojik açıdan bir karşı duruşu ve mücadelesi öncesi vasattın, yerini seküler zeminlerin alması ile birlikte, birçok alanda olduğu üzere, devletin ya ‘yeniden’ ya da ‘baştan’ şekillenmesi sonucunda, içeriğin değiştiği gerçeği, bizi yeni ve farklı bir devlet konsepti ile karşı karşıya bırakıyordu.
Bu yeni devlet biçiminde, ona hangi ideolojik çerçeve çizilmiş olursa olsun, devletin artık, kendini bağlı hissettiği bir anayasa gerçeği hâsıl olmuştu. Anayasa, bir çeşit devletin ve daha açıkçası; o an iktidarda bulunan erkin, görevde kaldığı sürece, içerisinde bulunduğu faaliyete işlerlik kazandırmanın ‘aslî’ temellerini oluşturuyordu.
Sonuçta, anayasa, yüzlerce yıl kendi aralarında savaşan ve bu savaşın önemli bir merhalesinin, ne yazık ki, Hıristiyanlık bağlamında da olsa, dinden neş’et ettiği ve ‘bu yanlıştan’ kurtulmak adına sökün eden bir takım formsal çabaların da itkisiyle, devlet şeklinin giderek ulus devlet kalıbında belirmesi ile birlikte, o topraklar üzerinde yaşayan fertleri ve çeşitli toplumları bir arada tutmak için, adına “anayasa” denilen ve tüm kesimler açısından kesin bir bağlayıcılığı olan bir metnin ortaya konulması gerekmişti.
Bu metinden hareketle de, toplumsal ve ferdi bağlayıcılık açısından, bir meşruiyet olgusu hâsıl olmuştu. Bu meşruiyet nasıl sağlanacaktı? Anayasal meşruiyetin sağlanması, içerik olarak genel hükümleri içeriyor görünse de, sonuçta her devlet için farklı anlamlara haizdi. Ki, çağdaş İslâm dünyasında da çoğu kez bir krize yol açan bu meşruiyet olgusu, sözde çoğulcu, ama işin temeline inildiğinde, o devleti elinde bulunduran dinî, mezhebi, kavmî ve ideolojik güç odağının/odakları açısından, işin bir punduna getirilmesi suretiyle deruhte edile gelmiştir. Kavmî ve salt ideolojik formlardan ziyade, bu dinî ve mezhebi meşruiyet arayışı konusunda iki prototip olarak İran İslâm Cumhuriyeti; Caferilik ve Suudi Arabistan Krallığı; Vahabilik olarak belirtebilirdik.
Anayasal Meşruiyet…
Bu konu ile ilgili olarak çağdaş Müslüman âlim ve düşünce adamı sıfatıyla Ahmet El Kâtip’in kaleme almış olduğu ve içerik olarak da oldukça zengin ve doyurucu bilgiler içeren “Suudi Arabistan Krallığı ve İran İslam Cumhuriyeti Karşılaştırmalı İncelemesi” alt başlığıyla kaleme alınmış olan “Çağdaş İslam Siyaset Sisteminde Anayasal Meşruiyet” adlı çalışması sağlıklı bir bakış açısıyla okunmayı ve incelenmeyi hak etmektedir.
El Kâtip; eserinin bir yerinde “Bu kitap dini meşruiyet taraftarların karşı anayasal meşruiyeti yerleştirmeye çalışmakta ve imamet-hilafet teorilerinden uzaklaşarak anayasal meşruiyet yönünde gelişen ortak aklın gölgesinde sürmekte olan vehme dayalı tarihsel-mezhepsel ihtilafların yapaylığına vurgu yapmaktadır.” Diyerek, bir haklılığı ve olması gerekeni dile getirmektedir.
El Kâtip’in bu çalışmasının esas konusunu, prototip örneklemle, normal şartlarda bir baskı içermeyen başta siyaset alanında olmak üzere özgürlükçü İslâm anlayışının aksine, şartları ve mahiyeti değişmiş olmasına rağmen, raşid halifeler dönemindeki ilk İslâmi siyasi düşünceyi temsil ettiği bilinen meşruiyet üzerinden geri gelmesini isteyen İran ve Suudi Arabistan devletlerinin, işe, o saf meşruiyeti bir kılıf olarak kullanma yoluyla kendi konum ve durumunu sağlamlaştırma çabalarına vurgu yaptığını görmekteyiz.
Kur’an’da bir devlet önerisi ve öngörüsü var mıydı? Eğer öneri ve bir öngörüsü var idi ise, bu devlet, bugüne kadar izlendiği bilinen yol ve yöntem açısından, imamet(Şia) ve hilafet (Ehl-i Sünnet) teorileri üzerinden olup, sadece, İslâm’ın ve bizzat Kur’an’ın –siyasi meşruiyet anlamında- araçsallaştırılması şeklinde mi vuku bulmuştu? Ya da, yoksa ehliyet, liyakat ve şura temeli üzerine mi oturtulmuştu? Gerek klasik ve gerekse de modern bağlamda, oluşmuş bulunan mevcut devletlerin içerdiği mevzuları barındırmadığı bilinen ilk devlet yapısı olan Ebu Bekir dönemi uygulamasını, bazı, kendine has mülahazalarla istisna kıldığımızda, ne yazık ki, kendi meşruiyetlerini Kur’an’a ve İslâm’a dayandırma gereği duyan devletlerin, bunlardan farklı yol ve yöntemi uyguladığı bilinen bir iki örneği dışında, tamamına yakınının, imamet ve hilafet teorisi bağlamında kendine meşruiyet zemini aradıklarını bilmekteyiz.
Şu anda, birçoğumuza; ya mecburiyetten(!) ya birçok kolaylık sağladığından olsa gerek, içeriği demokrasi ve kabuğu da cumhuriyetle örülü yeni devlet modellerinin yanında, İslâmi(!) teorilere dayanan devlet modelinin, bunca iyileştirmeye ve elde edilen haklara rağmen, çoğumuz açısından halen zihnimizin alt katmanlarında kendine müstesna(!) bir yer bulduğunu söyleyebiliriz. Ki, böyle olmasaydı, bir gereklilik miydi, ya da küresel bir tertip miydi, işin aslına bakılmadan IŞİD benzeri yapıların, yer yer revaç bulması, daha nasıl izah edilebilirdi ki…
El Kâtip, işe “Rasulullah bir devlet kurmuş muydu?” sorusuyla başlamaktadır. Bu konuda, Rasulullah’ın bir devlet kurmadığı görüşünü ve aynı zamanda da İslâm’ın bir devlet modeli önermediğinden hareketle bünunlara “hayır!” cevabını veren Mısırlı Ali Abdürrazık’ı ve bunun zıddına ise, yine günümüz Mısırlı yazarlardan Halil Abdülkerim’in, Rasulullah’ın Arap Yarımadasında merkezi bir dini devlet kurup bunu Kureyş’e teslim ettiğini” belirten görüşünün gerçeği yansıtmadığını; buna mukabil El Kâtip, “Aslında Abdürrazık’ın,n Rasulullah’ın bir devlet yahut hükümet kurduğunu reddetmeye yönelik görüşünü benimsemek ne derece zorsa, yine onun merkezi bir devlet kurup Kureyş’e teslim ettiğini kabul etmek de o derece zordur; çünkü o zamanlar devlet kavramını şuan kullanıldığı şekliyle kullanmıyorlardı.”Deme suretiyle, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, o günkü yönetim anlayışından hareketle, devlet algısının hep kullanılagelen bir tarzda klasik ve modern doneler içermediğini teyit etmektedir.[1]
İddia edildiği üzere Ali Abdürrazık’ın, ve Halil Abdülkerim’in, olgunun hilafına görüş belirtmelerini, bir tarafa bıraktığımızda, işin doğası gereği, bizzat Rasulullah tarafından, dini bir meşruiyete gerek duyularak inşa edilen ilk modelin, raşid halifeler döneminde de muhafaza edildiği görülmektedir. Daha sonraki süreçte, özellikle de –Hz. Ali öncesi- üçüncü yönetim döneminde meydana gelen bazı eksikliklere binaen uç verdiği görülen saltanatçı(Emevi) yönetim anlayışından hareketle, kendi yönetimlerinin halkın nazarında bir geçerliliği olsun düşüncesiyle, meşruiyetin, Hz. Muhammed(s)’in düşündüğünün aksine bir vasatta ilerlediği görülen, dinin tepe tepe kullanıldığı ve içeriği boşaltılmak, yanlış ve yanlı bilgilerle doldurulma suretiyle karşımıza çıkan bir dini literatürün marifetiyle elde edilen meşruiyete benzer meşruiyet anlayışının bu kez Şia’da da kendine yer bulduğu vaki olmuştu.
Ehl-i Sünnet’teki meşruiyet, kitabın araçsallaştırılmasına dayanan ve sultanı, maksada aykırı bir şekilde “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi/zılullah fi’-ard)” olarak gören ve aynı zamanda da şahıs bazlı maddi temellere dayandırılan türüne özgü bir yönetim anlayışının yanında, Şia’da ise, yönetim işinin, yine kitap tarafından belirlenen ve fıtratla ve yaşanan hayatla uyumlu olması işin doğası gereği bir temele irca edilecek olan ve bu işi/yönetimi insanlara bırakan saf ve sade anlayışı, adeta, insana bu işten el çektirerek Allah’a ve O’nun izniyle “imamet teorisi” kalıbıyla Allah tarafından seçilen(!) dini( bir zümreye verilmesi düşüncesi temelinde, aslında haddi aşan bir boyutla kendine yer bulmuştu.
Sünni dünya, şuan içeriği açısından kendilerine uygun olsun, ya da olmasın, hatta yer yer kendi coğrafyasının düşünsel şartlarından oluşan batı tarzı yönetimlerle ve bu yönetimlerin gölgesi dahi olmayacak dikta modelleriyle idare edilirken, İran örneğinde olduğu üzere Şii dünya da, ona benzer yönetim tarzları içerisinde devinip durmaktadır. Sünni dünyada, varolan cumhuri idareyi de aşacak oranda, hakkaniyet temeline dayanan bir yönetim tipi henüz oluşmadığından, işin periferisinde kaldığı halde, cılızda olsa hilafet tartışmalarının yapıldığını ve bu boşluğu(!) doldurma adına IŞİD gibi tezgâh örgütlerin, bu isteği sömürdüğü görülmektedir.
Şia’da da, imamet teorisine tam bir iman varolmasına rağmen, kayıp imamın, Mehdi’nin –her nedense- bir türlü yeryüzüne avdet etmemesi, belki de edememesi, hatta etmeyecek olmasından hareketle, sonuçta, o da bir teori olduğundan maada, Humeyni tarafından, genel gidişatı görüntüde tutma adına, velayet-i fakih namlı bir yeni teorinin, sonuna eklendiğini görmekteyiz.
Bunun yerine İslâm devleti yapısını anlatan birçok klasik eserde de görüleceği üzere devletin, basit, sade ve ama ‘gerekli’ iki işlevi olduğu görülecektir; bunlar; vergiyi toplamak, güvenliği sağlamak ve hükümleri icra etmek(Adalet) şeklinde belirginleşmektedir. Bu maddeler devletin, yönetimi altında bulunan halka, onların arzularının hilafına, onlara orantısız güç ve imkân kullanarak hükmetmek olmadığı gibi, onları yönetim işini de ya “Allah’ın gölgesi” üzerinden, ya da bizzat Allah’ın tayin ettiği elit bir aile topluluğu üzerinden, asırlar geçse de, yönetimi gelecek olan, aynı ailenin fertlerine tevdi etme gibi akla ve mantığa ters bir şekilde yönetme ve yönetilme değildir.
Bu meyanda, hilafet kalktı diye, işi IŞİD gibi yapılar üzerinden ve hatta İngiliz gücünü işin içerisine katarak bir yönetim olmayacağı gibi, beklenen mehdi zuhur etmedi diye, içeriği büyük oranda modern batı konseptine dayalı cumhuri uygulamalar çerçevesinde kotarılacak olan velayet-i fakih gibi yol ve yöntemlerle bu işin olmayacağı artık bilinmelidir. Bu iş, ehliyet, liyakat ve şura prensibine dayanılarak, gerekirse, bu konuda “aklın yolu birdir” fehvasınca, ister batıda, isterse de doğuda üretilsin, maksadı aşmayan düşüncelerden de yararlanılarak yeni bir tarz belirlenebilirdi.
Anayasal Meşruiyet; Suudi Arabistan ve İran…
Her ikisi de İslâm’ı siyaset sahnesinde temsil sadedinde bulunmalarına rağmen Suudi Arabistan ve İran, birçok konuda birbirinde bariz farklarla ayrılmaktalar. “Bu iki rejim her ne kadar İslami yönetim şiarı ve İslam şeriatını uygulamak için çalışmak konusunda birleşseler de siyasi yönetimin şekli ve siyasal meşruiyetin kaynağı konusunda birbirlerinden tamamen farklıdırlar.”[2]
Bunların her birinin kendi devletlerinin meşruiyeti için dini referanslar gösterdiklerini, ama bunun yanında birisinin, bir krallığı devirip onun yerine bir başka krallık kurduğu ve yönetimi aile fertleri dışında kimselerle paylaşmadığı; diğerinin ise, iki bin beş yüz yıllık bir geçmişi bulunan şahlığı devirip yerine cumhuriyet rejimi kurduğunu, ama buna rağmen cumhuri yönetimlerin bir nevi olmazsa olmaz hükmünde bulunan siyasi partiler bağlamında, çeşitliliği ve zenginliği değil, sadece rejimin güvenliğini baz alan bir partili siyasi hayat ile yetindiği; bunun yanında ise, her iki rejimin meşruiyet konusunda aynılaştığı ve her ikisinin de bir açıdan dini referans aldıklarını, Kur’an’ı ise bu referans konusunda araçsallaştırdıkları görülecektir.
El Kâtip Suudilerin meşruiyetini Vahabi meşruiyeti olarak tanımlar ve “Suudi rejimi meşruiyetini, temelde, Suud ailesi ile Şeyh Muhammed b. Abdülvehhab arasında, on sekizinci yüz yılda (1745) gerçekleşen anlaşmaya dayanır. Bu anlaşma, Şeyh Muhammed Abdülvehhab’ın Necid Deriye Emiri olan Muhammed b. Suud’a sığınması ve İbn Suud’un onu koruyup Vahabi daveti yaymak üzere anlaşma yapmasıyla başlar.”[3]
Zaten, olaya ve olguya Müslümanların tarihi ve meşruiyet konusunda, dinin referans alınması ve kitabın ona hizmete koşulması açısından bakıldığında, en başta bir Müslüman belde de yaşayan ahalinin düzeninin korunması maksadıyla –içeriğine pek bakılmaksızın- ya kendinde bir dini görev bulunan ulemanın, ya da kendine ait bir yurt ve toplum bulan çekirdek yönetici kadronun devletin meşruiyeti konusunda, çoğu kez net ve açık olan İslami ilkeleri bir kenara bırakıp zevahiri kurtarma adına bir meşruiyet derdine düştükleri görülmüştür. Buna, Sünni ve Şii dünyada birçok örnek verilebilir.
El Kâtip İran İslam Cumhuriyeti’nin meşruiyet meselesi konusunda Humeyni’den şu aktarımda bulunur; “Yönetim, peygamber zamanında Peygamberin, imamlar zamanındaysa imamlarındı. Allah Kur’an’da herkese onlara itaat etmeyi emretmiştir. Şuan yani bu gaybubet döneminde insanlara düşen, bütün işlerinde hadisçilere başvurmak ve onlara itaat etmektir. İmam Mehdi onları hücceti yapıp kendi yerine geçirmiştir..”[4] dediğini aktarır.
Birçok geçmiş dönemde olmak üzere, günümüzde de yaşamakta olan Sünni ulemadan yine birçok kişinin, yaşanılan döneme bakmadan, onu es geçerek hilafet konusunda, eski ve eskimiş olduğu kadar, İslam’ın Kur’an’ın yol göstericiliğinde artık bir esprisinin kalmadığını gördüğümüz hilafet mevzuunda ateşli ve hararetli tartışmalara girmeleri ve bu yöntemi geçmiş ve gelecek açısından tek ve geçerli olarak değerlendiren bir klasik çağdaş yaklaşım ne kadar örselenmişliği ortaya koyuyorsa, Humeyni örneğinde Şia’nın, özellikle de devrimci(!) Şia’nın, yönetimi büsbütün insanların uhdesinden çıkarıp direkt Allah’a havale etmesi de bir o kadar garip ve sıkıntılıdır.
Hâlbuki yönetim, hep dile getirdiğimiz üzere, Kur’an ve fıtrattan kaynaklı ilkelere dayalı kaldığı sürece, Allah’ın insanlara bıraktığı bir alana tekabül ederdi. Hiç kimsenin, bilgiçlik taslayarak, sorumluluk yüklenen bir vasıfta yaratılmış olan insanın aklıyla dalga geçmesi sonuçta yakışık almazdı, almamalıydı. Yine hâlbuki gerek klasik Sünni düşünceyi oluşturan ve gerekse de Şia düşüncesine arız olan, yönetim işinin, aslında çok bilinmeyenli bir denklem misali, saf ve sade bir şekilde düşünüldüğünde, bir bilene danışılması(ulema); ondan görüş alınması(fetva) ile birlikte hak, ehliyet, liyakat ve şura( ya da demokrasi) kıstasları ile birlikte, halk katmanına yayılması düşüncesi, maksadı aşacak oranda oluşan her iki teoriyi de geçersiz kılıp, yaklaşık onlarca yıldır kendi ülkemizde kör topalda olsa uygulana gelen demokratik yöntemin hâsıl olması, kurumsallaşması ve tabana yayılması arzulanan bir şey olmalıydı, sonuca bakıldığında…
Şimdi bu iki devlete bakıyoruz; her biri kendi bölgesel ve küresel konumunda, birçok güçle ya işbirliği yapan, ya da kendilerini onlara karşı koruyan yahut sağlıklı bir ilişkiyi sürdüren; kendi hinterlandlarını oluşturan, kendi bakiyeleri bulunan, başta ekonomik olmak üzere kültürel ve dini nüfuz alanları bulunan bu iki devletin, mutlaka bir devlet olmaları hasebiyle bir meşruiyet arayışları, çabaları ve sonuçları olacaktı. Bu zaten, en başta devlet olmanın gereğiydi oysa…
Yine bu meşruiyet çabalarını, kendilerine miras kalan teorileri üzerinden değil de, üretegeldikleri maddi ve kültürel zenginlikler üzerinden, başta Müslümanlar olmak üzere, müellefe-i kulub kabilinden insanlık âlemine sunarak elde etmiş olsalardı, belli ki, şu an elerlinde tuttukları gücün önemli bir kısmını yitirmiş olsalar da, temelde yine kazanan taraf, ya da taraflar olacakları söylenebilirdi. Ama eskiden kalma, kalıp ifadeler misali ortada bulunan, külliyatlı bir yekûn oluşturan imamet ve hilafet teorisi dururken, yeni ve eskimez söylemler kime bu pazarda ne kazandıracaktı ki!
Eğer bu ve buna bağlı olarak birçok konuda bir teori ve düşünce kalıbı aranacaksa, bu İslamcılık olmalıydı. Ki İslamcılık sonuçta eskimeyen değerlere dayanan ve yaşanan çağı da yanlışı ve doğrusuyla, onlardan ziyadesiyle bilen ve tahlil gücüne sahip bir yönü vardı sonuçta…
[1] Ahmet El Kâtip, Anayasal Meşruiyet, s. 47, Mana yayınları, İST. Temmuz 2013 1. Baskı
[2] El Katip, a.g.e s. 133
[3] Der.El Katip a.g.e s. 142
[4] El Katip, a.g.e s. 184
Yazar: Sait ALİOĞLU - Yayın Tarihi: 02.09.2015 09:00 - Güncelleme Tarihi: 07.12.2015 16:45