Dönemsel Bir Okuma ve İlk Köşe’nin Hatırlattıkları
Yunus'a "ya ben öleyim mi söylemeyince" ya da Sait Faik'e "…kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım" dedirten saik üzerine çok düşünmüştür eli kalem tutanlar. Oysa açıklaması basittir: Hayatı ıskalamamak! Hayatı ciddiye almak, hatta temel almak veya ona dair incelemeleri canlı tutmak! İşte bu endişe insanı yazıyla karşı karşıya ve savunmasız bırakır. İnsanı kuşatan bir kültürel aura ve atmosfer hayata anlamını verecek gibidir. Eşyanın künhünü kavramaya dönük bir kaynak açılır. Bunun adı yazıdır.
Edebi hatıraları okumayı çok severim. Aslında herkes sever. Özellikle cumhuriyet dönemi hatıralarını. Çünkü bu hatıralarda hem edebiyat hem siyaset (hem de milli sporumuz olan magazin) vardır. Ancak bütün bu "var" saydıklarımız örtülü şekildedir hep. Çünkü bu var olanların üstünde demoklesin kılıcı vardır. Neredeyse hiçbir yazar açık ve seçik olarak bilip ya da görüp yaşadıklarını rahatça yazamaz. Yaşadıklarını henüz hatıraya dönüşmeden önce kitap veya gazetede yayınlayan, buna cüret edenler (!) de olmuştur elbette. Cumhuriyetin ilk otuz yılında mesela; Rıza Tevfik, Refik Halit gibi bazı kişiler Osmanlı dönemi resmi görevlerinden dolayı; Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Halide Edip Serbest Cumhuriyet Fırkası dolayımında Şeyh Sait isyanı ve Mustafa Kemal'e suikast olaylarıyla ilişkilendirildiği için acil ve gönüllü sürgüne gitmiş; Yahya Kemal resmi görevlerin kamuflajında, Mehmet Akif ise Mısır'dan yapılan davet üzerine gönüllü sürgün olmuştur. Ha unutmadan Ahmet Haşim de evinde gönüllü sürgündür. Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Kemal Tahir gibi önemli yazar-şairler ise yazdıklarından ötürü hapse atılmışlardır. Aynı şekilde Türkçüler de benzer şeyler yaşamış, Zeki Velidi Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Fethi Tevetoğlu gibi kişiler çeşitli cezalar almış, bazıları tabutluk işkencelerine maruz kalmıştır. Sabahattin Ali'nin mesela sırf yazdıklarından dolayı dövülerek öldürülmesi de aynı minvaldedir. Hatta Marko Paşa mecmuasıyla S. Ali üzerinden çok sert muhalefete devam eden Aziz Nesin, usulünce uyarılmış, S. Ali'nin akıbetiyle tehdit edilmiş ve onun çürümüş cesedi kendine gösterilmiştir. (S. Ali kısmı Samet Ağaoğlu'nun İlk Köşe kitabından alınmıştır.) Bu noktalarda rejim ideoloji ayrımı yapmamıştır. Çünkü rejim kendisi bir ideoloji olmuştur: Kemalizm… Soy şairlerin ve sözünü söyleyen herkesin sürgün olduğu, hapse atıldığı bir zaman diliminden söz ediyoruz.
Bu yazıda Samet Ağaoğlu'nun "İlk Köşe-Edebi Hatıralar" (Ağaoğlu, 2013) kitabında yer alan, dönemin önemli sanatçılarının portrelerinden yola çıkarak bir değerlendirme yapacağız. Osmanlının son dönemi, meşrutiyet, ittihat ve terakki, milli mücadele, cumhuriyetin kuruluşu, tek partiden çok partili hayata geçiş dönemleri, ilk darbe gibi önemli hadiselerin tam ortasında yer almış olan bir ailenin hem en şanslı hem en şanssız bireyidir Samet Ağaoğlu. Babası Ahmet Ağaoğlu, M. Kemal'in arkadaşı, gazeteci, mütefekkir ve politikacıdır. Aslen Karabağ Türklerindendir. Azerbaycan'dan Türkiye'ye Ağaoğlu ve ailesi "Türklüğün hür kalmış son kalesine" büyük coşku ile gelmişlerdir. Mondros mütarekesinden sonra Ahmet Ağaoğlu Limni ve Malta'ya sürülmüş, kurtulduktan sonra, Ankara'ya "bir mü'minin Kâbe'ye ve Kudüs'e giderkenki halet-i ruhiyesiyle" gitmiştir. Hamdullah Suphi onu Atatürk'e takdim ederken de aynı duygularla doludur. Bu sırada Azerbaycanlı politikacı ve eski dostu Neriman Nerimanof kendisine Azerbaycan'a dönmesini teklif etmiş, ancak Ağaoğlu "temsil ettiğiniz fikir sistemine katılmamaktayım" demiş ve kendisini "esaretten kurtararak yeniden can veren Ankara'ya koşmanın şahsı için bir namus borcu" olduğunu eklemiştir. (Sakal)
Buraya kadar her şey sorunlu ama güzeldir, bundan sonra ise sorunlu ve çirkin… Yeni rejim kurulumunu tamamlamaya ve evlatlarını mağdur etmeye başlayınca Ahmet Ağaoğlu da ilk ses çıkaran kişi olur. Ancak ses oldukça yüksek ve eleştireldir. Ona göre yönetimin ceberut tavrı halka dayalı bir rejim olan cumhuriyete bulaşmamalıdır. Millî Mücadele bitip rejim yerleşince şartlar normale dönmelidir. O, "Biz saltanatı tek adam rejiminden kurtulmak için kaldırdık." Demektedir. Ağaoğlu bu mantıkla İstiklal Mahkemesi mağdurlarını, özellikle haksızca suçlananları savunmaya başlar. Sonunda meşhur 1926 raporunu hazırlayıp M. Kemal'e sunar. Raporda Tek Parti'li, merkeziyetçi, mehabetli ve hesap vermez bürokratlar eleştiriliyor; bunların Cumhuriyete uymadığını anlatıyordu. Bu rapor özellikle İsmet Paşa'nın husumetine sebep olmuştur çünkü onun ikbalden düşmesinin temel sebebini oluşturmuştur. Ağaoğlu'nun bu demokrat duruşu ve eleştirilerinden dolayı C.H. F saflarında kalma imkânı yoktur. M. Kemal onun bu ve benzeri eleştirileri ortadan kaldırmak için yine bizzat kendisinin kurduğu-kurdurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkasına gitmesini ister. Çünkü o zaten "tek parti rejimlerinin totaliterleşmesinin kaçınılmaz olduğunu" anlattığı için bu fırkaya yönlendirilmiştir. SCF tüzüğünü Ahmet Ağaoğlu bizzat yazar. CHF programının aksine, ılımlı- liberal görüşleri SCF parti programına koyar. Parti üç ay gibi çok kısa sürede halkın teveccühünü kazanınca CHP'nin tepkisini çeker. İzmir'de bir programı engellenir. Halk tepki gösterir ama polis halka ateş açar. Olaylar M. Kemal'e CHF bakış açısıyla iletilir. Sonunda Ağaoğlu ile Gazi arasında tartışmalar çıkar. SCF idarecileri bu noktada CHF ile karşı karşıya gelmemek için SCF'yi lağvederler. Hatta birçoğu tekrar CHF'ye döner. Ancak Ağaoğlu dönmemiş ve basın yoluyla muhalefetini sürdürmüştür. Hatta "Serbest İnsanlar Ülkesinde" adlı müthiş bir demokrasi ütopyası kitabı yazmıştır.
Samet Ağaoğlu, Ahmet Ağaoğlu'nun dördüncü çocuğudur. 1929 yılında Ankara Lisesi'nden, 1931 yılında Ankara Hukuk Mektebi'nden mezun olmuştur. Strazburg'da doktora eğitimi almış, babasının işlerinin bozulması üzerine yurda dönmüştür. Yurda döndükten sonra Ekonomi ve Ticaret Bakanlıklarında bazı üst düzey görevlerde bulunmuş, 1946 yılında devlet hizmetinden ayrılmıştır. Yazmaya lise sıralarında başlayan Samet Ağaoğlu, 1929 - 1931 yıllarında Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Muhip Dranas gibi arkadaşlarıyla Hep Gençlik adında bir dergi çıkarmıştır. Hikâyeleri üzerinden Dostoyevski'ye benzetilmiştir. Strazburg hayatını anlatan hikâyeleri vardır. Politik çalışmaları dolayısıyla kitaplarını uzun aralıklarla çıkarmıştır. İyi bir yazar olduğu, döneminin diğer yazarlarınca da kabul edilmektedir.
Avukatlık yaparken Demokrat Parti saflarında politikaya atılmıştır. 1950, 1954 ve 1957 seçimlerinde üç dönem vekil seçilmiş, Çalışma, Sanayi ve Devlet Bakanlıkları yapmıştır. 1960 darbesinde tutuklanıp ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir. İmralı ve Kayseri cezaevlerinde tutuklu kalmış, 1964 yılında çıkan özel bir afla salıverilmiştir. 6 Ağustos 1982'de ölmüştür.
Girişi epeyce uzattığımın farkındayım. Önemli her kitap, o kitabın oluşumuna dair çerçeveyi, ortamı ve şartları da önemli kılıyor tabiatıyla. Sözünü ettiğim önemin, bir iddia olarak içeriğe dair vereceğim bilgiyle açığa çıkacağının farkındayım ya da öyle umuyorum. Kendisiyle yapılan bir mülakatla başlıyor kitap. Bu mülakattan bir not aktarayım: "Kendi kuşağımdan üç isim beni çok etkilemiştir. Fazıl Hüsnü, Necip Fazıl ve Ahmet Muhip" (S.11). "Hep Gençlik" dergisi üzerinden de bir not aktaralım. Derginin ilk sayısında Samet Ağaoğlu imzasız bir giriş yazısı yayınlar. Bu yazıda dönemin şöhretlerinden Yakup Kadri üzerine "Kendini Peygamber Zanneden Adam" adıyla şiddetli bir eleştiri vardır. Hiç beklemediği şekilde bir cevap alır usta yazardan. Yakup Kadri özetle şunları söylemektedir: "Bu satırları bir baba şefkatiyle yazdım. Kendime yapılan hücumları cevaplamak âdetim yoktur. Çünkü kendime beş paralık değer vermem. Bu izahı da sizin gönlünüzü almak için yazdım." Der (S.18).
Bu eserde döneminin birçok sanatçısının hikâye sıcaklığında portrelerini yazmaktadır Samet Ağaoğlu. Sabahattin Ali, Behçet Kemal Çağlar, Kemalettin Kamu, Nahit Sırrı Örik, Sait Faik, Şevket Rado, Yaşar Nabi Nayır, Ahmet Muhip Dranas, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı Tarancı, Hamit Macit Selekler, Ferudun Fazıl Tülbentçi, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Seyfi Orhon, Orhan Veli Kanık, Sadri Ertem, Nurullah Ataç gibi pek çok sanatçının bilinen ve bilinmeyen yönleri bu portrelerde ortaya konuyor.
Samet Ağaoğlu döneme dair çok ilginç anekdotlar aktarır. Mesela 1954'te bizzat kurduğu Türk Edebiyatçılar Birliği'nden 1960 darbesinden sonra Yaşar Nabi ve hempalarınca ihraç edilmesini ve bu eyleme bir tek Yaşar Kemal'in "haykırarak" karşı çıktığını açıklar. Aynı minvalde Varlık dergisi etrafında Nahit Sırrı Örik'le Yaşar Nabi'nin kapışmalarını aktarır. Hatta Nahit Sırrı'nın dergiden haklarını al(a)madan uzaklaşıp avare ve perişan bir hayat sürdüğünü aktarır. Nahit Sırrı'nın kendisine yazdığı bir mektupta "O derece perişan olmuş, yorulmuş, korkmuş bir haldeyim ki… Müslüman olmasam intiharı düşünüyordum." Der. Beş hececiler, yedi meşaleciler ve dönemin diğer önemli sanatçılarına dair yorumlarını da aktarır yazar. Bazılarıyla mektuplaşmalarından pasajlar aktarır. Enis Behiç'in emrinde bir memur olan Kasım Gülek'in şair tarafından nasıl işten uzaklaştırıldığını, onun da gidip nasıl CHP genel sekreter yardımcısı olduğu ilginçtir tabi. Daha ilginci CHP genel sekreterinin kim olduğudur. Cevap Memduh Şevket'tir. Edebiyat dünyasının yakından tanıdığı Esendal yani. Enis Behiç etrafında aktardığı başka bir anekdot çok ilginçtir: Birinci dünya savaşı sırasında Budapeşte'de elçilik görevlisi olan şair, sadrazam Talat Paşa'nın ziyaretinde kendisini tanıması ve şiirlerinden bahsetmesi üzerine çok mutlu olmuştur. Ancak Talat Paşa'nın itiyadı olduğunu, ziyaretten önce elçilik personeli hakkında bilgi topladığını ve o ön bilgiyle konuştuğunu öğrenince de hayal kırıklığı yaşamaz. Talat Paşa'nın davranışını devlet adamlığıyla izah eder. Daha sonraları hece ölçüsünü bırakıp tekrar aruza döndüğünü de artı bir not olarak aktaralım (S. 29).
Beş hececilerden Orhan Seyfi'nin Yusuf Ziya Ortaç'la bacanak olduğu çok ilginç olmasa da yeni bir bilgi benim açımdan. Aralarında yaşanan meseleler, onların hayat ve şiirlerini etkileyen meseleler olmalı. Birlikte çıkardıkları Akbaba dergisinden Orhan Seyfi'nin ne sebeple ayrıldığını açıklamıyor Ağaoğlu. Ancak "maddi ve manevi acılardan kurtulmak için çırpındığı bir köşe" olarak Çınaraltı dergisini çıkarmasından bahsediyor. 1970 yılında Milli Eğitim Bakanlığının 1000 Temel Eser serisinden şiirleri basılınca imzalayıp kendisine takdim ettiğini aktarıyor. İmzalarken şu cümleleri yazmış Orhan Seyfi: "Babasının sevgisini her zaman bende yaşatan dostum Samet Ağaoğlu ile çok muhterem eşi Neriman Ağaoğlu hanımefendiye. 13.11.1970". Yazar Yusuf Ziya'nın çok soğukkanlı ve akılcı olduğunu, bu şekilde siyasetten ticarete başarılı olduğunu; Orhan Seyfi'nin ise duygusal ve içli olduğunu, sonunda inandığına bağlanan bir adam olduğunu aktarıyor. 1946'da CHP'den vekil olup 1950'de ayrıldığını, 1960 darbesinden sonra "Demokrat İktidarı ve kurbanlarını samimi heyecanla savunan yazılar" yazdığını 1961'de Adalet Partisinden vekil olduğunu 1969'da ise yine bir siyasi operasyona maruz kalıp meclis dışında kaldığını öğreniyoruz.
Ankara'da o yıllarda iki lisede şöhretli iki şairin edebiyat öğretmenliği yaptığı malumdur. Erkek Lisesinde Tanpınar, Kız Lisesinde Faruk Nafiz… Faruk Nafiz'in çevresinde "ona hayran, ona aşık genç kızlar, genç kadınlar… Han Duvarları şairi Ankara Erkek Lisesi öğrencilerinin en tehlikeli rakibi idi. Onlar sevdiklerine bu tehlikeli rakibin şiirleri ile yaklaşmaya çalışıyorlardı: "Sana çirkin dediler /Düşmanı oldum güzelin" (S.34). Yazar Faruk Nafiz'in Ankara siyasi çevrelerine ışık hızıyla girdiğini, siyasi çevrede rahatsızlık yarattığını, kıskançlıklara sebep olduğunu açıklamaktadır. Bu süreç, yazarın iki arkadaşından biri olan Faruk Nafiz'i diğer arkadaşı Behçet Kemal Çağlar'ın kıskandığını ancak Onuncu Yıl Marşı'nı birlikte yazmalarının da "kudretliler sofrası" marifeti olduğunu göstermektedir. Samet Ağaoğlu'nun Faruk Nafiz'le dostluğu daha sonra Demokrat Parti saflarından Yassıada'ya dek devam ediyor. 10. Yıl Marşı şairi de İstiklal Marşı şairi gibi hissesine düşeni alıyor. Tabi 10. Yıl Marşı'nın diğer şairi Behçet Kemal Çağlar darbe çığırtkanlığı ve sonrası darbe alkışlayıcısı olarak karşılarında yer alıyor. Samet Ağaoğlu darbeden beş yıl sonra bir araya gelebildiği Faruk Nafiz'in eski halinden eser kalmadığını görüyor. Buna asıl sebep olan şeyin de "Yassıada ile hayatında bir devrin perdesini bir daha açmamak üzere inmiş (kapanmış) sayması" şeklinde belirtiyor.
Sonuçta bu eserdeki bütün portrelerin kıymetli olduğunu ancak bizim bu yazıda bunları anlatma lüksümüz olmadığı takdir edilir. Samet Ağaoğlu'nun döneminin en iyi yazarlarından biri olması gerçeği kadar siyasi etkenlerin de sonucu olarak olsa gerek cari sistem tarafından nisyana mahkum edildiğini de belirtmemiz şarttır. Şu malum ve meşhur tespiti burada ifade etmenin yeridir: 1950'den itibaren iktidarda olanlarla, kültür-sanat alanında iktidar olanların oluşturduğu durumun çelişikliği, meselesi.
Samet Ağaoğlu bu eserde cumhuriyet döneminin ilk kırk yıllık süresinde edebiyat sahasında yer alan belli başlı kişilerin karakteristik yönlerini ortaya koyuyor. Metinler temiz bir Türkçe ile yazılmış, canlı bir üslup kullanılmış. Ele aldığı portrenin sanat yönü kadar bazı belirgin kişilik özellikleri de aktarılıyor. Bu eseri ortalama bir okur vasfına sahip her edebiyat meraklısı okumalı. Buna yönelik olarak şu notu dayanak yapalım: kitapta magazinel bazı cümleler de var. Günümüz portre yazarları için örnek olma vasfı olan yazılar toplamı bu eser. Bu eseri gün yüzüne çıkaran YKY da tebriki hak ediyor.
Kaynakça
Ağaoğlu, S. (2013). İlk Köşe. İstanbul: YKY.
Sakal, F. (tarih yok). https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ahmet-agaoglu-1869-1939/. 1 24, 2023 tarihinde alındı
Yazar: Ethem ERDOĞAN - Yayın Tarihi: 06.02.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 03.02.2023 11:52