Dursun Çiçek İle Konuştuk: Her “kitap” kitap olmadığı gibi her “okuma” da okuma değildir
Şehir Kültür Sanat ve Düşünen Şehir adlı iki Kayseri Büyükşehir Belediyesi tarafından yayınlanan dergilerin Genel Yayın Yönetmenliğini yapıyorsunuz. Bir yandan fotoğrafçılık ve temel alan “okuma” üzerine yoğun bir çaba içerisindesiniz. Biraz kendinizden bahseder misiniz?
54 yaşındayım. Kırşehirliyim. Emekli öğretmenim. 29 yıl öğretmenlik yaptım. Çocukluğum Neşet Ertaş türkülerinin havalandığı ortamlarda geçti. Neşet Ertaş’ın 8 yıl yaşadığı köy Çiçekdağı’nın İbikli köyü benim köyüm. Büyük dedemin odasında yaşamışlar 8 yıl. Annesi Döne vefat edince Muharrem Amca ve çocukları kendilerine ana aramak için köyden ayrılmışlar. Döne Ertaş’ın mezarı bizim mezarlığımızda. Hâsılı Neşet Ertaş iklimi çocukluğumda ilk fark ettiğim, hissettiğim iklimdi. Daha sonra köy odalarında ve bizim evde okunan Siyer-i Nebi, Seyyid Battal Gazi, Köroğlu, Hz. Ali Cenknameleri vb. menkıbe, hikaye ve masalların iklimini hatırlıyorum. Rahmetli babam bunları okuyunca 10 kuruş harçlık verirdi. Bir yanda türkü öbür tarafta geleneksel hikâyelerimizle büyüdüm.
Daha sonra okul hayatı ve bu hayatla birlikte geleneğin yerine girmeye çalışan yeni anlamlar ve anlam dünyaları… İlkokul, ortaokul, lise süreci… İlkokul 4. Sınıftan itibaren başlayan yoğun bir okuma temposu. Kemalettin Tuğcu ve Server Bedi ile başlayan süreç bugün hala aynı hızla devam ediyor.
Okuduğum kitaplardan vazgeçemiyordum. Onları sadece okumayı değil onlarla yaşamayı da seviyordum çocukluğumda. İlkokul 5. Sınıfta daha çok kitap almak ve okumak için bir eczanede yarım gün işe girdim. Aldığım harçlığıma da gidip kitap aldım. Lisede okulun edebiyat ve kitaplık kolu başkanıydım. Okul gazetesini ben çıkarıyordum.
Sonra üniversite… 1982 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne başladım. 88’de mezun oldum ve 29 yıl öğretmenlik yaptım. Bu süreç içerisinde Din Sosyolojisi’nde master yaptım. Postmodernizmin İslamcılar Üzerindeki Etkisi’ni çalıştım. 1995’lerle birlikte çeşitli dergilerde ve Yeni Şafak’ta İslamcılık eksenli yazılar yazmaya başladım. 2000’li yılların başında fotoğraf ve gezi yazıları sürecim oldu. Bu arada birkaç kitap yayınladım. İki yıl önce emekli oldum ve sözünü ettiğiniz dergilerin genel yayın yönetmenliğine başladım.
Bu süreçte benim hayatımın dönüm noktası ise Necip Fazıl’ı, Ali Biraderoğlu’nu, Akif Emre’yi ve Sezai Karakoç’u tanımam oldu. Kayseri’de İlahiyat Fakültesi’nde okurken onunla eş zamanlı olarak Söğüt Fikir Kulübü’nde Ali Biraderoğlu’nun derslerini takip ettim. Akif Emre’yi ilk orada tanımıştım 1983 yılında. Bir süre sonra Söğüt Fikir Kulübü’nde usul, siyer, tasavvuf eksenli İslam düşüncesi ile ilgili düzenli dersler vermeye başladım. Söğüt öyle bir yerdir ki öğretirken öğrenirsin, öğrenirsen öğretirsin. Bu anlamda orada başlayan öğrenciliğim ve öğretmenliğim hala devam ediyor. Akif Emre ile üniversite öğrenciliğim bittikten sonra, 1991’lerden itibaren daha sıkı ve düzenli görüşmeye başladım. Bu görüşmelerimiz onun vefatına değin hiç bitmedi ve kesintiye uğramadı. Bende Ali Biraderoğlu’ndan sonra en çok emeği ve katkısı olan insandır Akif Emre.
Fotoğrafa gelince… Lise dönemimden beri içinde bulunduğum bir kadrajdır fotoğraf benim için. Lise döneminde yaşadığım ilçede en yakın arkadaşlarımdan, abilerimden, dostlarımdan biri bir fotoğrafçıydı: Sinan Demirok. Onun makinelerini kullanarak usul usul fotoğraf çekmeye başladım. Sonra büyük dayımın Almanya’dan bana getirdiği bir makine ile (primierdi sanırım) fotoğraflar çekmeye başladım. Foto Sinan, Foto Fahri ve Foto Yıldız benim fotoğraf mekânlarımdı. Vitrinlerinde sürekli fotoğraf izlerdim. Üniversite ile birlikte Ertuğrul Erdem diye bir arkadaşımın makinesi ve benim Zenit makinemle birlikte fotoğraf daha farklılaşmaya başladı hayatımda. Ama asıl yoğunluk öğretmenliğe başlamakla birlikte fotoğraf çekimlerini de eş zamanlı götürmeye başladım. 2000’li yılların başında ise klasik geleneksel hikâye kültürüm, türkü birikimin, sinema birikimim, şiir birikimim ve kitap okumalarım bir kadrajda birleşmeye başladı. Nitekim bugün benim için bir kitap okumak, bir fotoğraf çekmek, seyahat etmek, şiir okumak, türkü dinlemek veya film izlemek aynı anlama geliyor.
Yayına hazırladığınız dergiler şehir, şehir kültürü ve şehre dair kişi, olay ve olgular üzerinden yayın yapmakta. Düşünen Şehir Dergisi daha çok akademik anlamda şehir düşüncesine katkı sağlarken, Şehir Kültür Sanat Dergisi ise daha çok Kayseri’nin şehir kültürü üzerine yoğunlaşmakta. Bu iki yayın da Şehir Düşüncesi açısından önemli kaynaklar. Şehircilik düşüncesinin yaygınlık kazanması için dergi ve yayın süreçlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kesinlikle çok önemsiyor ve önemli buluyorum. Her ne kadar bazıları biraz popüler amaçlarla çıksa da ana eksen şehir düşüncesi ve şehir kaygısı olduğu için çok önemli diye düşünüyorum. Modernitenin bize dayattığı şehir anlayışı bir süre sonra yaşadığımız yabancılaşma sürecinin de etkisiyle bize içinde yaşadığımız zamanı, mekânı, değer yargılarını sorgulamamıza neden oluyor. Öyleyse literal anlamda yaptığımız itikadi ve düşünsel eleştiriler aynı zamanda içinde yaşadığımız şehirlerle ilgili bir bağlama sahip değilse bu defa modernizme doğru evrilmeye başlıyor. Bu evrilmenin olmaması için itikadi ve düşünsel anlamda yani bir hayat görüşü ekseninde yaptığımız eleştirileri somutlaştırmamızın yolu şehirle ilgili, içinde yaşadığımız zaman, mekân ve siyasetle ilgili düşüncelerimizin de somut olması ile doğru orantılıdır. Bu çabalar önemli fakat iki ucu keskin bıçak bir durum da var. Modernizmin bize en büyük zararı romantizm ve nostaljidir. Bu anlamda şehir düşüncesi ile ilgili anlamsız bir nostaljiye ve içi boş bir romantizme düşme riskimiz vardır. Eğer ürettiğiniz düşünceler bir dünya görüşüne dayanmıyorsa nostaljiyi ve romantizmi aşamazsınız. Gerçi tarihin her döneminde de bunlar eş zamanlı var olabiliyorlar. Bir yanda nostaljik ve romantik şehir düşüncesi (ki bu moderniteyi güçlendiren bir şeydir) öbür yanda da bir dünya görüşüne dayanan, hafızası olan, ortak dili olan, bugün ve gelecekle ilgili iddiaları olan şehir düşüncesi. Bu anlamdaki yayın süreçleri gelecek için çok çok önemli. Biraz daha somutlaştıracak olursam: Mesela rahmetli Akif Emre’nin İz’ler ve Göstergeler eksenindeki şehir okumaları benim ikinci şehir düşüncesi olarak nitelediğim okuma ve düşünme biçimlerinin en önemli örneğidir. Turgut Cansever, İbrahim Halil Düzenli, Suphi Saatçi ve Uğur Tanyeli’nin çabaları ve kaygıları önemli örneklerdir.
Bu gün artık birçok belediye şehir kültürü üzerine çalışmalar yapıyor? Bu elbette değerli fakat bir anda bizi şehre, bu kültüre yönelten ne oldu?
Bunda şüphesiz muhafazakâr bir iktidarın etkisi var. Aynı zamanda aşırı sekülerleşme ve modernleşmenin yabancılaşan insanda eskiye ve geçmişe duyduğu nostaljik geri dönme arzusu ve refleksi de var. Sonuçta bu da modern bir davranma biçimidir. Muhafazakâr insan sorunlu ve zorunlu olarak iki türlü davranır. Ne modernleşmeden vazgeçer ne de gelenekten. Bugün aslında bizim yaşadığımız biraz da budur. Modernleştikçe muhafazakâr ve gelenekçi eğilimlerimiz de artıyor. Modernleşerek içinde bulunduğumuz zaman ve mekânı yaşarken, aynı zamanda aşırı sekülerleşmenin etkisiyle muhafazakar reflekslerimiz de ortaya çıkıyor ve gelenekten nostaljik hatıralar, izler, imajlar, görüntüler üretmeye başlıyoruz. Bu süreç modernleşmenin içselleştirilmesi olarak kabul edilebileceği gibi, modernleşmenin bütün sekülerleşmeye rağmen geleneğe duyduğu ihtiyacı da gösterebilir. Hâsılı iki ucu keskin bir bıçaktır dediğim şey bu. Sonuçta Weber’in kastettiği anlamda modernliğin dini ortadan kaldırmadığı bir gerçek ancak, dini yaşama ve davranış biçiminin, dini yorumun değiştiği de bir gerçek. Bunun içindir ki modernleşme sürecini yaşayan geleneksel insan bu nostaljik süreci de sorgulayabilir ve aşabilir. Riskli olmasına rağmen bunun imkânı vardır. Bundan dolayı devlet kurumlarının veya sivil kuruluşların şehir eksenli çabaları da iki ucu keskin bir bıçak. Yani modernleşme sürecine eklemlenme riski hala daha baskın bir durum. Bunun olmaması için bir hafızanızın, bir ortak dilinizin ve bir metafiziğinizin yani dünya/hayat görüşünüzün olması gerekir. Eğer şehir kültürü ile ilgili etkinlikler, çabalar, kaygılar bu üç eksen bağlamında gerçekleşiyorsa önemserim ve bir anlam yüklerim ama bunun dışındakiler popülist eksenli çabalar ve faaliyetlerdir. Bu söylediklerim çerçevesinde bizi buraya yönelten durum da ortaya çıkmış oldu. Modernizm, aşırı sekülerleşme ve insanın metafiziğini ve hafızasını, dilini kaybetmesi… İnsan modernitenin bütün baskınlığına ve tekçiliğine rağmen bir metafiziği olduğunu, bir dili ve hafızası olduğunu belirtmeye çalışıyor. Belirtirken de modernizmin city’sine karşı geleneğin şehrini öne çıkararak daha farklı yaşama imkânından söz ediyor. Apartmanlarda yaşamanın, bugünkü mekân ve yerleşme anlayışının dışında yeni yaşama biçimlerinin olabileceğinin mümkün olduğunu konuşuyor. Bunlar sadece bizde değil aslında tüm dünyada konuşuluyor. Modernitenin bize dayattığı tek mümkün dünya tasavvuru ve “metafizik” dogmatikliğini yitiriyor.
Kayseri ve Şehir ekseninden hareket edecek olursak, şehir nedir ve kent neresidir size göre?
Şehir ve kent ayrımını pek çok sosyolog yapıyor bir dönem ben de yaptım. Ancak sonuçta bunlar yorumlardır ve dogma haline getirmemek gerekir. Kendi yorumlarımızı da sürekli fikir namusu ve ahlakı çerçevesinde gözden geçirmek ve sorgulamak durumundayız. Bizde şehir genelde geleneği, kent ise moderniteyi temsil eden anlamında ele alındı ve kullanıldı. Hala da pek çok sosyolog arkadaş kullanıyor. Ancak kent köken itibari ile Türkçe bir kelime. Kavramlaşması da Türk kültürü ve coğrafyası ile doğru orantılı. Onun için kent kelimesi veya kavramsallaşması da geleneği ve bize ait bir kültürü temsil ediyor gibime geliyor. Yani şehirle neredeyse aynı anlam kastediliyor. Öyleyse modern şehir karşılığında ne kullanacağız. City mi police mi? Bunların tartışılması ve konuşulması gerekiyor. Çünkü modernitenin ve modernleşmenin de sonucu olarak ortaya çıkan bir şehir ve şehirleşme var ve bunu doğru algılamak çok çok önemli. Ancak şehri olumlu, kenti modern anlamda kabul edersek (ki ben ısrarla city diyorum) Kayseri eski şehir ekseni ile gerçekten bir şehirdir. Geleneksel bir Selçuklu şehridir. Ben 1982 yılında geldim Kayseri’ye. O tarihte bile hala geleneksel mahalleler harab da olsa duruyordu. Cami merkezli meydanlar, çeşme merkezli sokaklar ve mahalleler hala vardı ve ayaktaydı. Ama maalesef modernleşme süreci ve zihniyeti bunları ait olduğu bağlamdan ve bütünden yok etti. Türkiye’de özellikle şehirleşme ve mimari ekseninde modernleşmenin etkisi 60’lardan sonra çok yoğun oldu. Hatta 80’lerden sonra çok daha yoğun oldu. Bugün Kayseri şehir ve city arasında arafta bir şehir. İstanbul, Bursa ve Konya’dan sonra tarihi mekânların ve yapıların en yoğun olduğu şehirdir Kayseri. Bu büyük bir avantaj. Ancak şehir olmak için sadece bu yetmiyor. Mekânsal yapıların varlığı bir zihniyet yani dünya görüşü ile bir araya geldiğinde anlama kavuşuyor. Kayseri şu süreçte en azından anlamını arıyor. Bugününü sorguluyor. Elinde kalan geleneksel mekânını koruyarak, bugünden de kopmadan neler yapabileceğini tartışıyor. Ancak dediğim gibi modernleşmeye karşı bir zihniyetin ve hayat görüşünün oluşması sırf Kayseri meselesi değil bir İslam Dünyası ve düşüncesi meselesi.
Şehrin ontolojik açıklaması nasıl yapılabilir.
Şehir bir inancın, inanma biçiminin, zihniyetin, metafiziğin, dünya/hayat görüşünün mekânda somutlaşması, mekânda tecelli etmesidir. Onun içindir ki içinde yaşadığımız şehirler tesadüflerle ortaya çıkmaz. Mahremiyet anlayışınızdan, estetik beğeninize her şey şehrin oluşumuna yansır. Fıkıh, kelam, tasavvuf şehirde somutlaşır. Bu Müslüman olmayan toplumlar, inanma biçimleri ve kültürler için de geçerlidir. Kuran ıstılahıyla baktığımız zaman medine dinin mekanlaştığı yer anlamına gelir. Yani dinin müşahhaslaştığı, ete kemiğe büründüğü, bir hayat görüşü ve yaşama biçimi olduğu yerdir.
Medine’nin diğer bir anlamından yola çıkarsak, din aynı zamanda borç anlamıyla da tanımlanır. Biz din vasıtası ile kulluk borcumuzu yerine getiririz. Ama buradaki borcun ne olduğunu biraz temsili düşündüğümüz zaman cennette Cenabı Hakk’a verdiğimiz ahit ile söz ile ilgili diye düşünüyorum. Biz cennette bir hata yaptık bir bakıma borçlandık ve Cenabı Hakk’a söz vererek bu dünyaya bir mühletle gönderildik. Sözümüz mana itibariyle şuydu. Tevbe ettiğimizi göstereceğiz, sözümüzü tutacağız, bu dünyada sana verdiğimiz söz üzere yaşayacağız, bu dünyanın (ki yaratılış itibari ile temsili anlamda cennete benzer ve güzeldir) cennet kokusunu kalıcı kılıp (medineleştirmek) yeniden kaybettiğimiz yere döneceğiz. Dolayısıyla medine bir kulluğun, bir ahit ve borç idrakinin de müşahhas halidir. Öyleyse dini mekânda kalıcı kılmak, dini bir yaşama biçimi ve hayat görüşü haline getirmek medine ve şehrin ontolojisini anlamak demektir.
Bu yanıyla Medine, Mekke, Kudüs ve İstanbul sadece bir mekân ya da city değildir. Bir şuurun bir bilincin ve idrakin sonucudur. Ben şehirlerin bir inancın mekânda müşahhaslaşması olduğunu düşünüyorum. İnsanın inancının somutlaştığı alanlar mimari ve dolayısıyla şehirlerdir. Mekke-Medine süreci çok önemli. Kudüs’ün inşası çok önemli. Bu üç şehir İstanbul’da terkib olunur. İstanbul’u soyut olarak ele alırsak aslında bütün şehirlerde terkib olunur diyebiliriz. Toplumların şehircilik anlayışları inançlarıyla doğru orantılıdır. Öyleyse şehirlerdeki sorunlar aynı zamanda bizim inanç alanımızla ilgili yaşadığımız sorunlardır. Bir toplumun hayat görüşü varsa şehri ve şehir düşüncesi vardır. Varlıkla ilgili anlayışınız bilgi ve değerler dünyanızı oluşturur. Bunlar da zamanda ve mekânda tecessüm eder.
İnsanoğlunun mağaralardan gökdelenlere doğru geldiği sürecin okumasını nasıl yapmalıyız? Bu bir ilerleme mi yoksa başka bir şey midir?
İlerleme ve gelişim hala tartışılıyor. Bir günü bir gününe eş olan ziyandadır hadisi şerifini unutmamak gerekiyor. Aynı zamanda dünyanın geçiciliği de itikadi anlamda bir gerçek. Mağara gökdelen ikilemi de aslında göreli. Papalagi diye bir kitap var Göğü Delen Adam adıyla yayınlandı bizde. Bir yerli Avrupa’ya gittiğinde gökdelenleri, apartmanları gördüğünde üst üste konmuş kutular gibi algılıyor hatta bir yerde onlara mezarlar diyor. Yani mağara ile mezar dediğinizde bir anlam yitimi ortaya çıkıyor ve her şey değişiyor. Onun için ilerlemeciliği modernitenin dogmatik bağlamından kurtarabilirseniz veya böyle algılamazsanız ilerlemeyi kendi insani bağlamında anlarsınız. Gelişme de öyle. Batılı için ilerleme metafizikten, anlamdan bir kopuş olarak algılanır ve değerlendirirken sizin için bir hayat görüşünün, bir dünya görüşünün oluşma süreci olarak da değerlendirilebilir. Medine sürecini unutmamamız gerekiyor. Fıkhın Medine’de nazil olması tesadüf değildir. Hz. Âdem’in Kâbe etrafında dünyayı yaşaması ve cenneti Kâbe ile temsil etmesi tesadüf değil. Öyleyse bağlam önemlidir diyorum. Müslüman vaktin çocuğudur. Tarihin dışında kalamaz. Allah’la bir ahitleşmesi vardır ve cennetten bu dünyaya gelmesinin bir nedeni vardır. Allah’ın cennet temsili olarak yarattığı bu dünyayı yeniden cennete girmek için tasarruf etmesi gerektiği bir gerçektir. İşte bu tasarrufu çok iyi anlamak gerekiyor.
Şehir, gelenekle ilintili iken kent daha çok modernist bir mekân kavramı olarak gözükmektedir. Modernizm ile mekân arasındaki süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şehir ve kent ile ilgili görüşlerimi yukarıda belirttim. Burada modernizmin mekânla ilgili tasarrufundan söz edeyim. Bacon boyun eğdirdiğimiz tabiata egemen oluyoruz der. Batılı için özellikle Rönesans dönemi Batılı için tabiat ilahi anlamından soyutlanıp rasyonelleştirilirse insani olabilir. Bu aslında eski Yunan ve Roma’da da var. Cenneti bu dünyada gerçekleştirme çabası bir rububiyet iddiasıdır ve Batılı insan için, modern insan için anlamsız değildir. Burada ontolojik anlamda Hıristiyan düşüncesindeki ve Batı’nın geneline egemen olan “cennetten kovulma” olgu ve olayının belirleyici etkisi vardır. Batı dünyayı ilahi gördüğü, cenneti temsil mahiyetinde gördüğü için kötü görür adeta Tanrı’ya ait gibi görür. Tanrı ve onun yarattığı dünya, Tanrı ve cenneti çağrıştırır. Bunun için de Batılı insan bu dünyadaki “özgürlüğü, iradesi ve aklı” nisbetinde Tanrı’yı bu dünyadan kovarak onu ‘mekansız’ bırakmak bu dünyadan koparmak, göklere hapsetmek ister. Diğer bir deyişle insanın Tanrı tarafından cennetten kovulduğuna inanan Batı düşüncesi, buna karşılık olarak Tanrı’yı bu dünyadan kovar, kovmuştur. Bununla eş zamanlı olarak ilahi, cennetsi ve güzel olan dünyayı da ilkel, vahşi ve kötü görürerek “insanca” rasyonelleştirmeye, sekülerleştirmeye ve “güzelleştirmeye çalışır ve onu “Tanrı”ya inat insani anlamda cennetleştirme çabasına girer. Modern insanın hatta kahir ekseriyetle Batılı insanın mekân anlayışının arkasındaki temel saikler bunlardır. Rönesans sonrası dünyanın, mekânın ne anlama geldiğinin görünenin nasıl görüntüleştiğinin, gerçekliğin nasıl gösteri ve imaj hale geldiğinin sürecidir bu aynı zamanda. Dolayısıyla modern süreçte mekân bir gerçeklik değil, bir görüntü, imaj ve gösteri alanıdır.
Şehir ve kültürel hafıza, sosyolojik bir unsur, felsefik bir yapılanma olarak akademik alanda birçok kez konuşuldu ve konuşulmaya devam ediliyor. İslam Şehri ile Batı’nın şehirleri arasındaki ontolojik farkları ve bu şehirlerin kuruluşundaki saç ayaklarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batı şehrini de kendi içinde yekpare kabul etmemek gerekir. Modernleşme süreciyle ortaya çıkan şehir ile geleneksel batı şehri bile birbirinin aynı değildir. Ancak ben modernleşmenin bütün sekülerleştirici ve dini dönüştürücü yanına rağmen, hala en etkin bağlamının din yani Hristiyanlık olduğuna inanıyorum. Lakin bu Hristiyanlık Pavlus/ Roma ekseniyle somutlaşan ancak asıl arka planını vahiyden değil, Yunan kültüründen ve düşüncesinden alan bir Hristiyanlıktır. Bunu Hz. İsa’ya gönderilen vahiyle karıştırmamak gerekir. Bu bağlamı unutmadan elbette ki bir doğu ve batı şehrinden, bir İslam veya Hristiyan Yahudi, Budist şehrinden söz edilebilir. Çünkü sonuçta onlar da bir zihniyet, bir inanma biçimi ve bir hayat görüşüdür. Onların da kendi bağlamlarında bir fıkhı, bir kelamı ve mistik bir boyutu vardır. Bu da doğal olarak şehirlerinin oluşmasına yansır.
Öyleyse bu anlamda İslam şehri ile bir Hıristiyan şehri arasındaki temel fark dünya görüşü, hayat görüşüşü/metafiziği ile ilgilidir. Nitekim orta çağdaki bir İslam şehri ile Hristiyan şehri arasında köklü farklılıklar söz konusu değildir. Lakin modernleşme/sekülerleşme süreci ile birlikte Hristiyanlıktaki zihniyet ve dünya görüşü değişimi mimarisinden fiziğine, matematiğinden metafiziğine kadar değişmiştir. Ve tarihte en yoğun biçimde bu sadece Hristiyan dünyayı değil tüm dünyayı belirlemiş ve etkilemiştir ve maalesef bu etki hala devam ediyor. Bugün İstanbul kökenleri itibari ile elbette bir İslam Şehri’dir, Kayseri, Konya bir İslam şehridir lakin bugünkü aktüel anlamıyla İslami iz, gösterge ve kökenlerine rağmen modern, seküler mekânlar, görüntü ve imaj alanları ve şehirlerdir. Bugün şehirlerimizin kuruluşunu birinci derecede bir zihniyet dünyası, ya da bize ait bir tarih, ortak dil veya metafizik yani hayat görüşü belirlemiyor. Çünkü üzerinde uzlaştığımız böyle bir şey yok. Belki bu uzlaşma yeniden gerçekleştiğinde ve ortak şuur olduğunda yeniden bunları konuşmaya başlayacağız. İslam şehrinin oluşması da yukarıda sözünü ettiğim temel sacayakları ile ilgilidir. Yani bir hafızanız (geçmişiniz), bugün hala anlaşabildiğiniz ortak diliniz, bugüne hitabeden ve yarınla ilgili iddiaları olan bir dünya görüşünüz varsa siz zaten bir İslam şehrini inşa etmişsiniz ve böyle bir şehrin ferdisiniz demektir.
Modern şehir anlayışı bütün farklılığına ve zıtlığına rağmen aslında kökü dinleri taklit etmeye dayandığı için şekil ve biçim olarak her şeye rağmen yine bir hafızaya, ortak dile ve metafiziğe sahiptir.
Biraz da Kayseri üzerine konuşalım. Kayseri’nin şehir kültürü üzerine önemli çalışmalar yapıyorsunuz. Seyyid Burhaneddin, Kadı Burhaneddin, Davud el-Kayseri, Zeynel Abidin, Mimar Sinan gibi tarihi şahsiyetleri yeşerten bir iklim olan Kayseri’nin şehir ve kültür hayatı hakkında neler söylenilebilir?
Kayseri bir Selçuklu şehridir hafıza olarak. Roma’nın ve eski Anadolu uygarlıklarının izleri de olmakla birlikte Selçukluların terkibi şehre egemendir. Battalgazi’nin fethettiği ve adına mescid yaptırdığı bir şehirdir Kayseri. Makarr ı Ulema olarak nitelenen bir şehir olması itibari ile medreselerin tanımladığı ve belirlediği bir şehirdir. Mevlana’nın hocası Seyyid Burhaneddin burada yaşamıştır. İbni Arabi’nin halifelerinden Emir Tac hazretlerinin dergâhı çok erken dönemlerde buradadır. İlk kadiriler Abdulkadir Geylani hazretlerinin talebeleri buradadır. İbni Arabi’nin arkadaşı Evhaüduddin Kirmani bir müddet burada bulunmuştur. Kızı Fatma Bacı ve damadı Ahi Evran Kırşehir’e gitmeden önce buradadırlar. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Kırşehir’e geçiş noktasıdır. Osmanlı medreselerinin kurucusu ve aynı zamanda ekberi geleneğin en önemli temsilcisi Davud Kayseri buralıdır. Bir dönem Selçuklu devletinin merkezidir. Alaeddin Keykubad yazları genelde buradadır. İbrahim Tennuri, Zeynelabidin ve en önemlisi Osmanlının ve dünyanın mimarı Mimar Sinan buralıdır. Kayseri bu izler ve göstergeleri ile gerçekten bir merkez olmuş ve bunu haketmiş. 1900’lü yıllara kadar hala medreseler aktif. Evliya Çelebi Erciyes Dağı’nı ricalü’l gayb mekânı olarak niteler. Meşhur şair İmru’l Kays’ın Ali Dağı’nda olduğuna inanılır. Seyrani’yi de unutmamak gerekir.
Bir hafıza olarak, tarihsel izler ve göstergeler olarak bunlar bilen için çok şey ifade eder. Ama maalesef yaşadığımız 300 yıllık sekülerleşme sürecimizde bunlar hafıza olmaktan çıkmış, bu insanların zihniyet dünyası bir ortak dil olma özelliğini kaybetmiştir. Bunun için de bugün sadece nostaljik bir hatırlayışla irtibat kuruluyor.
Mesela bizim özellikle dergimizde belli bir sıra içerisinde bu isimleri yeniden sembolleştirmeye çalışmamız bir hafıza kaygısıyla ilgilidir. Formatlanan insan zihinlerine bir şeyleri hatırlatmaya çalışıyoruz. Hafızasız bir insan dünü zaten bilmez, bugünü bildiğini zanneder, yarını ise düşünmez bile. Öyleyse bugün nostaljik bağlamdan da kurtulmak için bizim hafıza problemini halletmemiz gerekiyor.
Bugün muhafazakâr siyasetin veya arkadaşların nostaljiyi aşamayan çabalarının temel nedeni de geçmişle ilgili bir hafızaya sahip olamamaları, geçmişi maalesef modern değerlere indirgeyerek anlama çabaları ile ilgili. Geçmişi bağlamı ile anladığınızda bir anlam ifade eder ve bugün için bir şey söyler ve size hafıza olur. Bugünü geçmişe indirgeyerek veya geçmişi bugüne indirgeyerek geçmişi de bugünü de kaybedersiniz. Tarihle aramızdaki mesafe aslında inancımızla kendimiz arasındaki mesafeden kaynaklanıyor. Bilenle bilinen arasında mesafe olmaz bizde. Olduğu zaman sekülerlik ortaya çıkar. Vahiyle/risaletle aranızda mesafe olduğu zaman bunu heva ve heves doldurur. Bu tarihe, zamana, mekâna da yansır. Dolayısıyla Varlıkla olan ilginiz ve ilişkiniz her şeyi belirler.
İyi bir fotoğrafçı olmanızın yanında iyi de bir kütüphaneye sahipsiniz. 30.000 civarında kitabın olduğu bir kütüphaneye sahip olmak nasıl bir duygu, hepsini okudunuz mu diye klişe bir soru sormayacağım, bu kadar kitabı nasıl biriktirebildiniz?
Okumadığım veya okumayacağım kitabı almam. Başkasından alarak okuduğum kitaplar benim için bir anlam ifade ediyorsa onları mutlaka alır kütüphaneme koyarım. İlkokul 4., 5. sınıftan itibaren okuduğum kitapları biriktiriyorum. Bir kaç kez bağış yaptım. Birkaç kez derken de 13 bin civarında kitap bağışlamışım çeşitli zaman aralıklarında şimdiye kadar. Kitap biriktirmek psikolojik de olabilir. Tüketim kaygısı ile de olabilir. Ama benimkinin böyle olmadığını bilen bilir. Ben kitapları sadece okumuyor onlarla yaşıyorum. Okumak aynı zamanda bir yaşama biçimidir de. Kitabın içindeki mekânları geziyor, okuduğum romanların kahramanları ile aynı zaman ve mekân dilimine gidiyor, o kitabın yazarları ile bir dostluk, arkadaşlık, hocalık talebelik ilişkisi kuruyorum. Kitaplarla dolu bir evde yaşayan insan yalnız olamaz. Onlarca, yüzlerce binlerce arkadaşı vardır. Kitaplarla ilişkim bu biçimde olunca onlarla sadece bilgisel değil varlıksal anlamda da bir anlam yaşıyorum.
İlkokul 5. Sınıfta işe girdim. Kitap almak için. Üniversite öğrencisi iken tuğla pirket çektim. Liseyi bitirdiğimde 747, Üniversiteyi bitirdiğimde 3.500 civarında kitabım vardı. Mezun olup öğretmenliğe başladıktan sonra maaşımın belirli bir kısmını düzenli olarak kitaba ayırdım. Bugün olduğu gibi hala bu düzen devam ediyor. Yüzde 80’i emeğimle satın aldığım kitaplar, geri kalan yüzde yirmi ise hediye edilen kitaplardır. Özellikle son on yıldır yazan çizen arkadaşlar yayınlarını gönderiyorlar sağ olsunlar.
Yazmak da güzel ancak okumak başka bir güzel… Çok okumanın bazı riskleri olmakla birlikte güzelliği şudur: Sizi düzenli bir insan da yapar. Bilinçli bir okuyucu iseniz kitaplar sizi bir yerlere götürür ve getirir. Ancak size perde olma riskini de içinde taşır. Her “kitap” kitap olmadığı gibi her “okuma” da okuma değildir. Her anlamda olduğu gibi kitabın, okumanın simülasyon, imaj, görüntü ve gösteri haline geldiği kitabın ve okumanın tüketildiği bir çağı yaşıyoruz. Bunu da unutmamamız gerekiyor. Benim açımdan kitap biriktirmek, zamanı bir mekânda somutlaştırmak, bir arada tutmak gibi bir şey.
Fotoğrafçılığa gelince aslında bu kitap okumaktan bağımsız değil. Ben kitapları okurken onların içine girerdim. Bu bendeki sinema boyutunu geliştirdi. Hayal dünyamı geliştirdi. Bu da aynı zamanda bütüncü bakış açısını yani fotoğraf yanımı geliştirdi. Birazcık da bildiklerimi fotoğrafla ifade edebilme kaygısı var tabi ki. Fotoğraf benim için bir ifade biçimi. Anlama ve anlatma biçimi. Şiir gibi, musiki gibi, resim gibi… Dolayısıyla bende aslolan kitap okuyuculuğudur. Fotoğraf ve diğerleri bunun yansımasıdır.
Yazar: Bilal CAN - Yayın Tarihi: 16.01.2019 14:27 - Güncelleme Tarihi: 16.01.2019 14:27
Bilal Hocam güzel bir söyleşi olmuş kutlarım.