Eğer Hayata Bir Kitap Olarak Gelmiş Olsaydınız, Hangi Yazarın Kitabı Olurdunuz, Neden?
Bir sahafın rafında bekleşen kalplerin gerçekliği üzerine de kafa yorulabilir pekâlâ, kitaplar da yeni insanlar doğurabilir. Okuduğunuz her kitabın ardında ruhunuzda sarsılan bir şeyler olmuyorsa, dönüp bakmalı insan kendine, önce ruhuna sonra yazılanlara.
Madem okuduklarım sarsmadı beni ben bir kitap olsaydım insanı neresinden tutardım acaba diye düşündüm. Dünyaya bir insan olarak değil bir kitap olarak gelseydim hangi kalemin elinden çıkmak isterdim, hangi kitap olmayı arzulardım, niçin dedim? Kendimdeki cevaplar fazla çetrefilli olduğundan edebiyatımızın önde gelen kalemlerinin zihnini kurcalamak istedim biraz ve Kitap Haber okurları için sordum, onlar da kırmayıp yanıtladılar, katkıda bulunan her isme ayrı ayrı teşekkürü borç bilirim.
Abdullah Harmancı:
Ben Küçük Prens kitabı olmayı tercih ederdim. Sebebi malum. Kitabın her satırından hikmet fışkırıyor. İnanç fışkırıyor. Sevimlilik fışkırıyor. Hüzün fışkırıyor. Acı fışkırıyor. Diğergamlık fışkırıyor. Endişe fışkırıyor. Yabancılaşma eleştirisi, hırs eleştirisi, hız eleştirisi, yetişkin eleştirisi, kibir eleştirisi fışkırıyor. Kitap serapa bir incelik ve zarafet içeriyor. Asalet içeriyor. Küçük Prens kitabı olmak ve dünyaya değerli endişeler serpmek isterdim.
Adige Batur
Monte Cristo Kontu olurdum. Çünkü haklı olduğum konularda gösterişli intikamlar akmak isterdim:)
Tabi bunun yanında romandaki macera, atmosfer, haklı mücadele ve sabır beni küçük yaşlarımda çok etkilemişti ve bu etki hep sürdü.
Ahmet Edip Başaran:
Eğer mümkün olsaydı hangi kitap olmak isterdim? İan Dallas’ın Gariplerin Kitabı olmak isterdim ben. Çünkü insan hikâyesi olandır ve Gariplerin Kitabı bu hikâyeyi enfes anlatır. Yolu, yolcuyu ve yoldaki arayışı böylesine güzel anlatan başka bir kitap okumadım desem yeridir. Arayış dedim, bütün sebepleri var eden en güzel sebeplerden biridir arayış. Ve insan baştan ayağa serapa bir arayıştır…
Eyyüp Akyüz:
İmrendiğim, gıpta ettiğim, yazarı olmak isterdim dediğim o kadar çok kitap var ki... Yazarı olmak istediğim kitapların, kendisi olmayı da isterdim elbette. Suç ve Ceza, Küçük Prens, Körlük, Don Kişot, Gösteri Peygamberi, Âmâk-ı Hayal, Cesur Yeni Dünya, Reis Bey gibi kitaplardan biri olmak isterdim mesela. Yazarlara gelince; dünya edebiyatından Dostoyevski, Zygmunt Bauman, Chuck Palahniuk, Elias Canetti, Jose Saramago gibi yazarların kitabı olmak isterdim. Bizden ise Kemal Sayar, Ömer Faruk Dönmez, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, İsmet Özel... Çünkü günümüz insanını ve dünyasını hakkıyla tahlil eden isimler bunlar. Birkaç yazar özelinde ifade edersem; Palahniuk’un tüketim toplumunu ve dahası “Amerikan Rüyası”nı eleştirmesi beni çok etkiler. Kemal Sayar’ın kalbe ve merhamete dönüş çağrısı, Ömer Faruk Dönmez’in Müslüman’ın d/evriliş sürecini ironik bir dille anlatması/yüzümüze çarpması… Sorunuzu genişleterek, “hangi kitap olmak isterdim”i de cevaplayayım müsaadenizle. Necip Fazıl Kısakürek, Reis Bey’de katı kalplere nakış nakış merhameti işler. Kibirli zekâ, tüm hüneriyle saldırır ve tüm tezler teker teker çürür bu güç karşısında. Keskin kılıç darbeleri ile ağır şekilde yaralanan genç sanık, savunma hamleleri yapsa da savuşturmayı başaramaz. “Gözyaşı suçun rengini soldurmaz.” der çünkü Reis Bey. Genç adam, boşa çabaladığını anlar ve ağzından şu cümleler dökülüverir: “Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız. Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz. Siz merhametten yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerinde haklısınız fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için en büyük hakkı kaybediyorsunuz. Rahmet kaldırılmış kalbinizden, mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim.” Dünyanın bugün en çok ihtiyaç duyduğu şeyin, merhametin kitabıdır Reis Bey. O nedenle Reis Bey kitabı olmak isterdim. Bir de bu sıralar, “aydın meselesi” üzerine fazlaca kafa yorduğum için Elias Canetti'nin “Körleşme” kitabı olmak isterdim sanırım. Körleşme'de aydın ile halk arasındaki o müthiş yabancılaşma öyle güzel anlatır ki... İşte bu yüzden Körleşme kitabı olmak isterdim.
Gülşen Gazel:
“İçimdeki şu zalim şüpheyi kaldır, ya sen gel beni oraya aldır” diyen İsmet Özel’in “Erbain”i olarak dünyaya gelmek isterdim. Altı çizilen satırlarım, şiir tutkunlarının parmakları arasında yıpranan sayfalarım, zamana karşı dimdik, ama aşkın karşısında boynu bükük dizelerim olsun isterdim. “Susmak razı olmaktır” ve “haksızlığın önünde boyun eğen de suçludur, çünkü böylece dünyadaki bütün kötülüklere göz yummuş olur” diyen Rabindranath Tagore’un “Gora”sı olmak isterdim. Tüm inanışların, tüm var oluşların ötesinde parlayan insan olma cevherini yakmak, onunla etrafı ışıtmak isterdim. “Sürekli güldürü! Hayat herkesçe sürdürülecek güldürü” diyen Arthur Rimbaud’nun “Cehennem’de Bir Mevsim”i; insanın içindeki cehenneme düşen bir nebzecik bahar olmak isterdim. Halil Cibran’ın “Asi Ruhlar”ı ve “Ermiş”i olmak isterdim, Hristiyanlıktan aforoz edilmesine değerdim çünkü. “Bu işleyim toplumu nesneyi değil, insanı öğütüyor” diyen Nuri Pakdil’in “Bağlanma”sı olmak, acıyı, özlemi, yok sayılmayı, isyanı sözcüklerle vurmak isterdim. Tolstoy’un “Anna Karenina”sı, Balzac’ın “Vadideki Zambak”ı, A. Dumas Fills’in “Kamelyalı Kadın”ı olmak isterdim. Ama hangi kitap olursam olayım, sayfalarımda savrulan hayallerin yorgunluğunu, beni taşırken göğsüne bastıran bir insanın kalbinin üzerinde atacağıma inanırdım.
Handan Acar Yıldız:
Wolfgang Borchert'in Ama Fareler Uyurlar Gece isimli kitabı olmayı çok isterdim. Çünkü Borchert, insanlık tarihini ve korkunç savaşları, insanın kıyıcılığını, elini ve dilini hiç kana bulamadan anlatır. Kitabın isminin ise, savaş yıllarında kentlerin gündüz daha çok gece ise daha az bombalanmasına atıf olabileceğini düşünüyorum.
Hüseyin Akın:
Hayata kitap olarak gelmiş olsaydım Yunus Emre Divanı olmak isterdim. Millet beni söyler gibi okusun diye. Hafızada kalmak için. Hatırını hatıraya dönüştürmek için şiirin.
Herkesin insan olarak kendisini kavramasını sağlamak noktasında en pratik yoldur Yunus Divanı.
Davi için değil "sevi" için geldiğini söyleyen bir ozana kitap olmak az bir şey değil.
Yunus olsam ve cümle âlem beni okusa az bir şey midir?
Bugün okunup anlaşılmıyorsak yeterince Yunus olamadığımızdan dolayıdır.
Nergihan Yeşilyurt
“Divan şiirinin son gözde temsilcisi Şeyh Galib, Galata Mevlevihanesi civarında dünyaya gelir. Asıl adı Mehmed Es’ad olan Şeyh Galib şiirlerini 24 yaşında Divan haline getirir. Bu kadar genç yaşta Divan sahibi olan Rûmî’nin öğrencisi, bundan iki yıl kadar sonra da hem o günün hem de bugünün zirve eserlerinden biri olan Hüsn ü Aşk’ı kaleme alır. Galib’teki “zirve”nin açılımını yerli-yabancı akademisyen ve araştırmacılar tarafından Hüsn ü Aşk hakkında yazılan makalelerde bulmak mümkün. Bizi asıl ilgilendiren, Galib’te bu denli baş döndürücü hayâl ve mazmunun aynı derecede ütopik hikâyesi ile birleşince elde edilen sarhoşluğun günümüz dünyasınca nasıl sadece Divan şiiri sevdalıları ile akademik camia arasında kalmış olduğu mevzusudur”
Bu paragraf, Hece Dergisi’nin 2014 yılında hazırladığı “Ben Yazsaydım” isimli dosyada yazdığım Hüsn ü Aşk yazısına ait… Ben yazsaydım da yazılsaydım da aynı kitap olmak isterdim, sanırım. Hüsn ü Aşk, hem bir hikâyedir hem bir masal hem şiir hem de yolculuk. Bütün bunları olmak zorundadır, çünkü şairi kemâlât yolunun yolcusudur; kitabın sonundaki vuslat, bütün vuslatlarımızın toplamıdır, en sonuncusu ve hakikisidir. Böyle bir hikâye olmayı istemek, bana çok doğal görünüyor. Çünkü şairi henüz ömrünün baharındayken bile yolculuğunun farkında ve teslimiyeti kendine hatırlatır bir hikâye yazıyor.
Necip Tosun
Hayata bir kitap olarak gelmiş olsaydım, Virginia Woolf’un Dalgalar’ı olmak isterdim.Yıllar önce Wirginia Woolf’un, “Dalgalar” adlı romanını okuduğumda, “Tamam, işte bu!” demiştim. Ama “Bu”nun ne olduğunu, ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum. Cebimde aylardır bir el kitabı gibi gezdirdiğim bu romanı gören bir arkadaşın, “Roman neyi anlatıyor?” sorusuna, kırık dökük üç beş cümle dışında hiçbir şey söyleyemediğimi hayretle fark etmiştim. Gerçekten doğru dürüst neyi anlattığını bile bilmediğim bu romanın, beni saran neyi vardı acaba? Altı kişinin, doğumdan ölüme giden serüveni miydi beni çeken? Kırılmaları, parçalanmaları anlatması mıydı? Hayır, değildi. Çünkü bütün bunların yüzlerce örneği vardı edebiyat dünyasında. Peki neydi beni saran, dönüp dönüp okutan bu romanda? Günlerce bu sorularla boğuştuktan sonra, nihayet cevabı bulmuştum. Bu romanda beni çeken, anlatılan şeyden, olaydan ziyade; akışkanlık, ritim, şiirsellik ve o an rastladığım yepyeni bir bakış açısıydı. Bu yeni bakış açısı, kitabın kapağında da belirtilen “bilinç akımı” tekniği idi. O günden bugüne, bilinç akımı tekniği, bana öyküde hep müthiş bir imkân olarak görünmüştür.
Woolf günlüğünde “Bir olay örgüsüne uyarak değil, bir ritme uyarak” yazdığını belirttiği ünlü eseri “Dalgalar” da kahramanı Bernard’ı şöyle konuşturur: “Ritim, yazmada temel şeydir.” Ve kahraman ritmi şöyle tarif eder: “Hız, sıcaklık, erimiş etki, yanardağdan fışkırırcasına tümceden tümceye akıştır bana gerekli olan.” Woolf ritme öylesine inanmıştır ki, “Dalgalar”ı yüksek sesle okur ve dalgaların ritmine “uymayan” yerleri düzeltir. Bu olayı günlüğünde şöyle anlatır: “Yapılması gereken, dalgaların uyumu gibi, bunları bir ileri bir geri tutabilmek.”
İlk okuduğumda şu bölümü hemen ezberlemiştim: “Ama bir gün kahvaltıdan sonra gelmezsen, bir gün seni bir aynada, belki bir başkasının ardından bakarken görürsem, telefon senin boş odanda çınlar çınlarsa, ondan sonra ben, anlatılmaz acılardan sonra ben -çünkü insan yüreğinin çılgınlıklarına sınır yoktur- bir başkasını arayacağım, bir başka sen bulacağım. Bu arada, gel, zaman saatinin tik-taklarını bir vuruşta susturalım. Yaklaş.”
Rabia Gelincik:
Bu soruyla karşılaştığımda çok zorlandığımı belirtmeliyim. Zihnime pek çok yazar, kitaplarıyla akın etti. Daha önce böyle bir soruyu kendime hiç sormamıştım, çünkü birini diğerinden ayıramayacak denli özümsediğim yazarlarım var benim. Onun için mensubiyetlerimizi bir kenara bırakarak, sorunun gerçekliğini baz alarak vereceğim bu sorunuza cevabımı. Ferîdüddin Attâr’ın, Mantıku’t-Tayr’ı olarak vücûd bulmak isterdim. Çünkü, yetişkinler kadar çocukların da okuyabileceği bir kitap olduğunu düşünüyorum. Çocukların hayâl dünyası bizimkinden çok daha geniş. Onlar, bizim tasavvur edemediğimiz bir biçimde orada yazılanları tasavvur edebilirler. Ferîdüddin Attâr, Mantıku’t-Tayr’ı’nda, insanoğlunun hayat serüvenini, kuşların dilinden aktarmıştır. Orada, farklı mizâca sahip insanlar, farklı özellikteki kuşlarla özdeşleştirilmiş bir biçimde önümüze serilmektedir. Âdemoğlunun nereden gelip nereye gittiği, dünya yolculuğunda başına gelmesi muhtemel hâdiselerle imtihanını, ateşe ve suya değinerek, beşerî gözlerimizin pencerelerini tersine çevirerek, olayların farklı boyutlarıyla bize göstermektedir Ferîdüddin Attâr. Bazen, canım bir şeye çok sıkılır ve danışacak kimseyi bulamazsam o kitabın herhangi bir sayfasını, bir dostun kapısına gider gibi açarım. Ekseriyetle o anki hâlet-i ruhiyeme tevâfuk eden sözleriyle karşılaşır, teselli bulurum. Sözlerinin kenarına koyduğum işâretlerle onunla konuşur, aşktan kavrulmuş yüreğinin rüzgârını bir nebze olsun ruhumda hissederim. Aşkın kokusu var mıdır, bilemem, lâkin, onun var. Attâr’ın aşkının kokusunu alırken hicâb içinde kalırım. Sanki benimle konuşuyor ve beni anlıyormuş gibi bir hisse kapılırım. Ferîdüddin Attâr, bu yüzden kıymetli ve mühimdir. Kapağımı aralayana, o kuşlardan biri olup yediden yetmişe anlatmak isterdim; insanı, aşkı ve yolculuğunu.
Recep Garip
Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânü Lugati't-Türk olmak isterdim. Çünkü Türkün bütün boyları, ağızları, ağıtları, hafızları burada bulunuyor. Her kelimede, her sözcükte, her cümlede benim biriktirdiklerimden yola çıkılarak anlamlar yüklenirdi. Hafızlar benim kelimelerimle süslenirdi. Hangi kelimeyi alsanız o kelimede mutlak surette yüzyılların anıları, hatıraları, ahlak anlayışları, düşünüşleri, felsefi dokunuşları, şiirsel akıları, resimler nakışları şekillenirdi.
İnsanlık yaşadıkça Türk yeryüzünde var olmayı sürdürecek ve bütün türkülerde, şarkılarda, şiirlerde, romanlarda, hikâyelerde benim kelimelerim kullanılacaktı. Aşk kelimesinden selam kelimesine, muhabbet kelimesinden duygu kelimesine, his kelimesinden gönül kelimesine, istikamet kelimesinden adalet kelimesine, hak ve hukuk kelimesinden özgürlük kelimesine bütün kelimeler benim ambarımda bulunuyor ve kullanan benden kullanıyor olacaktı ve her defasında rahmete sebep olacak dualar alabilecektim. Mektuplar benim kelimelerimle yazılır, barışa benden zeytin dalı uzatılırdı.
Bir de Cemil Meriç’in “Bu Ülke”si olmak isterdim. “Bu ülke” yani bizim sınırsız büyük insanlık coğrafyasındaki varlığımızın adıdır. “Kamusun namus” olduğu inancıyla yaşayan Büyük Cihan Devleti Türkiye’nin elden ele, dilden dile dolaştırdığı, okumalardan okumalara,, fasıllardan fasıllara geçildiği, dönüp dönüp okundukça kıymetlendiği “Bu Ülke” olmak isterdim. Meriç Ustanın, “Tanrı beni “Bu Ülke”yi yazmam için gönderdi” diye ifade ettiği eserle gönüllerde olmak ebediyyen rahmete neden olurdu. Okudukça sadırları genişler, düşünceleri büyürdü okuyucularımın. Onlar büyüdükçe ben de büyürdüm. Onlar andıkça dualar olurdu.
Suavi Kemal Yazgıç
Hayata bir kitap olarak gelmiş olsaydım Güray Süngü'nün kitabı olarak gelmek isterdim. Çünkü iyi bir kitap olmak için iyi bir yazarın elinden çıkmak gerekiyor. Güray Süngü'nün yazdığı 500-600 sayfalık bir roman olmak isterdim. Böylece hem okurun elinde uzun süre kalmış hem de aradan zaman geçince yeniden dönüp okumak isteyeceği bir kitap olurdum.
Tuba Dere
Bu soruya cevap verebilmek için sevdiğim yazarları ve kitapları şöyle bir gözden geçirmem gerek tabii. Çok sevdiğim yazarlar, kitaplar arasından bir tanesine karar verebilmek ne mümkün? Her birinin bambaşka izleri var bende. Hiçbiri için bir diğerinden vaz geçemem. Ama yazılmış bir kitap olsam hangisi olurdum acaba derken… Kitaplığımda o takıldı gözüme. Zaten hep elime yakın bir yerde durur. O, Kemal Varol’un Haw romanı.
Ben öyle ünlü, ihtişamlı, tantanalı şeylerden pek hazzetmem. Bir kitap olsam Haw olmak isterdim, çünkü ödüllü olmasına rağmen yazarı gibi çok mütevazı bir kitaptır Haw. Yoksulluğun, acının, aşkın kitabıdır, seçkin ve gözde kişilerin değil, sıradan olanların, sesine kulak verilmeyenlerin hikâyesidir. Aynı zamanda bazı şiirlerini hafızama nakşettiğim güçlü bir şairin romanıdır. Kendilerinden korksam da köpeklerin, bir köpeğin dilinden hayatı, insanlığı, aşkı ve dünyayı anlatır bize. Sebebi olmadıkları savaşların içinde ezilenleri, masum ve mağdur olanları anlatır. Benim sevdiğim ilk köpektir Mikasa. Kederini yüreğimde hissettiğim, yokluğuna ve hayatta kalma mücadelesine meftun olduğum kahramanımdır. Bir yanım Melsa’dır, öbür yanım Adıgüzel.
Heves Amca’dır, Muhterem Nur’dur Haw, geçmişte dinlediğimiz arabesk şarkılardır. Kırıktır, buruktur. Namustur, onurdur, ahde vefadır. Şiir gibidir ama en çok da masaldır.
“Onu orada tek başına bırakmaya razı olmadım. “İstersen gitmem” dedim, “hep yanında kalırım.”
“Git sen,” dedi “ben ilelebet bu aşkın başını beklerim.”
İçime bir şey oturdu böyle söyleyince. Taş kadar ağır bir şey.” diyen güzel bir kahramanın masalı Haw.
Tugay Kaban
Hayata bir kitap olarak gelmeyi değil, fakat bir kitap hayata ben olmak için gelecek olsaydı, o kitap muhakkak, benim yazmak için ömrümü vereceğim kitap olurdu.
Yavuz Akengin:
Soruyu görür görmez aklıma Dostoyevski ve Orhan Pamuk isimleri ard arda geldi. Ya Pamuk’un ‘Kara Kitap’ı ya da Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sı olurdum, diye düşündüm. Hayata “bir kitap” olarak geleceğim için de sayı teke inmek zorundaydı. İşte o zaman ‘Suç ve Ceza’ olmak istediğimi anladım. ‘Kara Kitap’tan vazgeçmek zor geldi ama ‘Suç ve Ceza’nın yeri başka, çok başka.
Hayata ‘Suç ve Ceza’ olarak gelmek isterdim. Zira yazarımın dünyanın gelmiş geçmiş ne büyük romancısı olmasını çok isterdim! Yazdıklarıyla 140 yıldır dünyanın dört bir yanındaki insanların ruhlarına, vicdanlarına ve akıllarına dokunan bir yazarın kitabı olmak heyecan verici olabilirdi. Bunu ifade etme imkanı bulamazdım belki ama, kesinlikle güzel olurdu. İnsanlara merhameti, vicdanı, adaleti öğreten; iç sorgulamayı, insan psikolojisinin en derinlerine kadar inerek doğruyu ve yanlışı herkesin vicdanına hatırlatan Dostoyevski’den başka kaç yazar var ki! Yeryüzüne dağılmış sayısız halk arasında aydınları, yazarları ve fikir ve düşünce adamlarını derinden etkilemek kaç yazara nasip olmuş?
Dostoyevski’nin elinden çıkmanın yanında bir de ‘Suç ve Ceza’ olmak var. Belki de milyonlarca insan tarafından okunmak, milyonlarca yürekte derinlemesine yankı uyandırmak, bir o kadarının da hayatını en az bir yönden etkilemek… Düşüncesi bile çarpıcı! Dilleri, renkleri, ırkları, dinleri ayrı milyonlarca insanı Raskolnikov’un pişmanlığında sabitlemek, temiz ve iyi kalpli Sonya’nın merhametli sözcüklerine ortak etmek isterdim. O hiç kaçılamayan vicdan azabını insanların hayatlarının rehberi yapmayı öğretmek ya da. ‘Suç ve Ceza’ sadece bir roman olsaydı, iyi bir yazarın elinden çıkmış iyi bir roman olsaydı, eminim bugün kitap olmak isteyeceğimiz kadar sevmezdik. Ama Suç ve Ceza sadece bir roman değil. İnsanı çok erken dönemde çözen müthiş yetenekli bir yazarın çağlar ötesine gönderdiği zarif bir armağan. Bir tek ‘Suç ve Ceza’ değil, Dostoyevski’den sonra yazılmış pek çok iyi kitap, bu saf ve düşünceli romancının elinden çıkmak isterdi, bence.
Zeynep Arkan:
Robert Musil'in Niteliksiz Adam'ı. Çünkü niteliğin insanda muhatabın yüklediği ve anlamlandırdığı, yeniden ve yeniden ispata ihtiyaç duyulan bir unsur olması sebebiyle kitabın kahramanı Ulrich bu sıfatı alır. Dünyadan geçerken kayadan parça koparan rüzgâr gibi eksiltir, aynı zamanda baharda ekilmiş bir fidan gibi dikey ve yatay genişleyerek yürür insan. Anlama, tarihe, zamana nüfuz etmek ister. Oysa kendine dair bile çok az bilgiye sahiptir. Anladıkça ve anlattıkça bunu daha iyi kavrar. Bu kitabın yazımı bitmemiştir. Yazıldığı kadarıyla tarih, felsefe, bilim, sanat, cinsiyet, müzik, antropoloji üzerine derin ve yelpazesi geniş kavrayışları içerir ve rahatça okunamaz. Durup yeniden başa dönerek okunacak cümleleri olduğundan bu kitap gibi olunmalı diye düşündüm. Henüz bitmedik, hakkımızda bir şeyler yazılıyor gibi yaşıyoruz fakat yazımı biten kısımlarımız bizi anlama ve dayatılanın ötesindeki hakikate çağırıyor. Robert Musil artık hayatta değil fakat biz yaşıyoruz. Uyurken, uyanırken, yürürken, ağlarken, yerken, içerken, severken, aşk acısı çekerken, öfkelenirken, affederken bize ulaşan bilgiler vardır. Bu bilgilerin değerini ve anlamını durup düşünmeliyiz. Tıpkı bu hem mükemmel hem de eksik kitap gibi.
Yazar: Gülnaz ELİAÇIK YILDIZ - Yayın Tarihi: 29.03.2017 09:00 - Güncelleme Tarihi: 17.11.2021 12:56