Elif Bamdan Artakalan Kitabı Üzerine, Edebiyat, Misafir Köşesi

Elif Bamdan Artakalan Kitabı Üzerine yazısını ve Misafir Köşesi yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabilirsiniz.

Elif Bamdan Artakalan Kitabı Üzerine

09.09.2024 09:00 - Misafir Köşesi
Elif Bamdan Artakalan Kitabı Üzerine

Oytun Efe Kuru yazdı

''Çölde gezdirilen ayna hep kendi içine kırılır.''

Hüseyin Ferhad

İhtişam.. bir eflatun gül kisvesinde muvazene bulur yürekte. Oradan lisana, ozanlığa, fecre ve saydam şafağa yürür. Neredendir ve nereye doğrudur? El cevap; ihtişamdan ihtişama, yani şiirin Zohar'ı insan diline çevrilmiştir.

İhtişamın rahmi/khora'sı şiirdedir. Şairi yalanlayan, nazımı ise ikrar eden şiirde. Eli mahkum ilk izlenimde absürd görünür şiir, detaylandırmalar karşısında tabiri caizse abuktur. Neresinden tutsan zihninin elinde, parmaklarının dimağında kalır, bir kül gibi.. Özünde haleler, burgaçlar ve şerareler saçarak ışımaktadır ak kağıtlar üstünde. Bu absürdizm ve ateş olmanın antinomisi, ifade edemeyişin ifadesini mümkün kılan şiir olduğu için böyledir. Bir doğum sancısıdır şiir, ama aynı zamanda doğurmanın rahatlığıdır da. Bana sorulacak olsaydı, (ki kimse sormadı ya..) ''şiirin özü, mahiyeti hangi benzetmededir?'' diye, hiç düşünmeden şu cevabı verirdim: Pembemsi mor mavi bir akkordur; turkuaz lilasıdır..

Şiirden dizeleri soyutlarsak, renklerin ortaya çıkacağına inandım hep, hurufat nazımda renkleri sırlayan ve sınırlayan bir eğreti aynaydı benim için. Ve bu şiir anlayışıma yakinen temas eden bugüne kadar iki şair tanıdım: Murat Kapkıner ve Hüseyin Ferhad. İkisi de bir alfabeye benzetilebilir benim için, Hüseyin Ferhad bu alfabenin yukarıdan aşağıya dizilişiyken, Murat Kapkıner ise sağdan sola dizilişi.. Bir araya getirildiklerinde ise bir haç, bir T harfi ama Tengri'nin T'sini oluşturan cinsten.. Mesele buyken, bu yazıda bizatihi inceleyeceğim eser, Kapkıner'den Elifbamdan Artakalan kitabı. Murat Kapkıner esas boyutuyla ve en özelinde benim için balköpüğü bir hiyeroglif okyanusunda tutuşan resiflerin sütümsü ateşidir.. Çakışmaların çakışması, uçsuz bucaksız sedef kemerlerdir… Şiir yazma üslubunda takındığı her parantez, kesik konuşma biçimi sonsuzluğa doğru üflenmiş bir nefesi çağrıştırır. Onun şiiri, sıyırtma geçen öpüşleri öper. Bir yandan kan ve revandır, ama ayrı ayrı, bir ikileme olarak kan revan değil; ayrılmışlar- ortaklıkları kopmuş bir biçimde kan ve revan… Onun s/imge dünyasına girdiğinizde topraktaki buz çiylerinin tekrardan göğe yükseldiğini görürsünüz ya da sıvı bir kara aynayı dalgalandıran yağmur damlalarının aynaya karışıp yok olduğunu…

kakp ''Leyla yola vurulmuştur; yol leyladır'' der Kapkıner. Yedi iklimden, her yönden, her kavşaktan, her köşe başından aranmış ve bulunamamıştır leyla, gelen de giden de yoktur. Gidişlerin başlangıcında, sonların sonunda leyla yola mıhlı; yol leylaya- leyla yola, leyla leylaya… Ki işte tam bu noktada özünde sadece Mecnun'un güncesidir elimizde, elifba'da artakalan. Gerçeğin ezeliyle masalın ebedi göğüs göğüse çarpışır ve şiir fışkırır hakikat ile şah beyitlerin çarmıhında: ya leyteni kuntu turaba…

Şiir bir araftır, arafattır. İki cihan arasındaki şeffaf perdedir: ''ama bu şeffaf perde-bu araf/herkesinki gibi/ ya pembe- ya al- ya siyah olmalıydı'' der Kapkıner, düşlerden çıkmak, hayalden gerçeğe girmek için. Şiir derin bir penetrasyondur aslında, imgelem dağlarından hakikatin uçurumlarına- dehlizlerine nüfuz edebilmek için. Şiir ile imge arasındaki ilişki neyse, Anne ile Ay arasındaki münasebet de o dur. Şiir, ayın med cezirleriyle sırlanır; anneler, yüreklerindeki tüm bilinmezlerle gece kafanı kaldırıp göğe baktığında ayı sırlar ve bu sırlar silsilesi, Murat Kapkıner'e, şaire ifşa olur. Şairin kendisini ifşa edişinde, şiire mülhem olur. Anne, ay, sır, ifşa… hepsinin birleşimi de çocukluğa, o sonsuz saflık ve hayal gücünün müthiş merhemine inzal olur…Anneler ay'a dokunur, şair de hurufata.- İşte bu tüm şiirlerin imago mundi'sidir, ve bütün bunlar olurken, şefaatçilere gerek yoktur. Bu yol, bu leduni tünel dolaysızca dolaylanır kişioğlunun tabiatına.

Kapkıner, kitapta bir başka bölümde şey-i vahid'ten söz açar; yaşamın ve ölümün şey-i vahid sebebini ''biri için yaşamalıydım- şeklinde yazsaydım bunu hiç sökemeyecekler ya adem tabletleridir okunamaz-ya köle diyeceklerdi bu kez- zalımına köle..'' Bu noktada kendi karşısına aldığı toplum, ademiyetten bihaberken, kendi insan olmuşluğunu kölelik biçiminde yorumlayacaklarına dair çarpıcı bir counter-fact olarak gözler önüne sunuyor. Toplumla derin bir gerilimin sunulan bir nüshasına işaret ediyor bu kısım. Bir çıkmaz sokak misali; ''bütün çıkmaz sokaklar- kör caddeleri bilirim- aşk gibi…'' Bir misal ve minval biçilse, kendisinin de dediği gibi Zülkarneyn'i anımsatıyor: ''güneşin doğduğu- bir kızıl suda battığı yerlere vardım- iki buzulda dondum- arzın sırtlarında yandım – bütün çıkmaz sokaklar- kör caddeleri bilirim- aşk gibi…'' Yani şiirin ismiyle ''Ben Kapının Nerede Olmadığını Bilirim…'' Çıkmaz sokak nerededir peki, yani gerçekte nerede? – El cevap: her şeyin helal ve her şeyin haram olduğu yerde. ''Her şey helal olalı- her şey mübah..'' ama perde/haram dilde; ''dile perde olalı araf- bir sıyah-ı münker- bülbülden duyduğum- masal cadısı her dilber- değişti renkleri- siyaha çalıyor güller…'' Bütün bu mümkünlük ve namümkünlük üstünde, bir hayalet misali ''sır'' dolaşıyor: ''/aslında dışarıda yalnız O- içeride ben varım- sır ve sırrı bilenler var- bilgiden hisseleri- sırrın yalnız varlığını bilmeleri/

Yani her şey gizli, sır gizli, sırrın varlığı gizli, bilen gizli, müskirat gizli… her şey helal olalı, her şey haram, her şey mübah ve namümkün… Sağ ve Sol ve ortasında boşluk: üçüne de sadece kendi içinde bak; üçü de tanımsız… ''önümde duran- bir boz duman- dönüş diye bir şey yok…'' Kitabın içindeki şiirler soyutlaştıkça ve imkansızlaştıkça, onu anlatış şeklim de soyutlaşıyor…

Peki en soyutu?: Tevhid: ''aynel yakin bildim- tek ve birsin- çünkü hep birbirine benziyor- ağızların ve gözlerin- arı- dupduru- hep aynı- bütün yüzlerin…'' Bir ve çok, imkan ve imkansızlık gibi iki kanatlı, ve şiirin sarmaşıklı döşünde yek vücud oluyorlar birden bire: an-ı vahid' de… Şiir'i yazan ve yazdırandan söz ettik, peki yazılanı söyleyen kim? Bunu bir söylev, bir nutuk, bir vaaz haline getiren?: Kapkıner…: ''Antonietta- tut ki şiirini ben söyledim-efsanemizi kim yazacak-dört yöne savrulmuş- mektuplarımız-kanlı- kanlı olduğu kadar mor - /maviye kan bulaştırmaktır…'' Ne kadar açık değil mi? MOR MAVİYE KAN BULAŞTIRMAKTIR… Şiir, o çağların çığı, dem u devran sinesi budur işte. Söylerken, söylevdeyken, bir güzide vaizken mor maviye kan bulaşır. Lekesi? – iki kıta arasında durgunluktadır… Vaizin anlattığı rivayettedir şiir, ravinin verdiği vaazda. Hangi dile sığar peki şiir, hangi morsa, hangi morfa, hangi kağıt kaldırır, hangi mürekkep şiirin tıknefesini… Cevabı bana sorulacak olursa tek bir şey söylerim: yansımalara, doğadan dile yansıyan bütün yansıma seslere… Dilden büyük ayine mi var…?

Şiir kıyamete kadardır. Tarihin sonuna, sonun sonlarına… ve mensuhtur. Hükümranlığı bilimler, nağmeler ve feylosofiler tarafından imha edilmiştir. Tilaveti bakidir. Günü geldiğinde kemalatin son noktasını imleyecektir: kendi kendini ortadan kaldırmak. İşte Sura sesinden yazan şair tam bu noktada Murat Kapkıner'dir. Hallac-ı Mansur şöyle demişti: Muhakkak ki ruhun tenime üflenmesi, İsrafil'in Sura üflemesi içindir. O zaman şimdi sen düşün okuyucu, Kapkıner'in bu akkor şiirleri yazışı acep nedendir…

Elifbamdan Artakalan

Murat Kapkıner

Esra Yayınları


Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 09.09.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 08.09.2024 14:19
347

Misafir Köşesi Hakkında

Misafir Köşesi

Kitaphaber ailesine misafir olmuş konuk yazarların yazılarını bu profilde bulabilirsiniz.

Misafir Köşesi ismine kayıtlı 1103 yazı bulunmaktadır.