“GÖÇ ÜÇLEMESİ” ÜZERİNE BİR İNCELEME
2 Eylül 1916, İstanbul doğumlu olan, Türk sinemasının kurucu isimlerinin başında gelen, Ömer Lütfi Akad’ın sinema serüveni 1948 yılında muhasebeci olarak çalıştığı film şirketinde ona görev verilmesiyle başlar (“Damga” filminde yardımcı yönetmendir.)
Sanat yaşamı arayışlarla, yaratıcılıkla dolu olan Akad sinemada sadeliğin getirdiği şiirsellikle birlikte bir derinlik yakalar. İlk filmlerinden itibaren, “Bir Fransız, İngiliz ya da Alman sinemasının yarattığı kendine özgü anlatımı Türk sinemasında yaratmaya” (Saydam, s. 95) çalışır. Onun bu çabasını birçok filminde beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Gani Turanlı şu sözlerle ifade edecektir: “Akad, kamera açısından son derece sade gerçekleştirmeler yapar. Biçimden çok öze önem verir. Türk sinemasında Türk insanının sadeliğini veren sadelikte bir üsluba sahiptir.” (Algan, 2018)
Bu düşünce çerçevesinde Türk sinema tarihinde birçok önemli filmlere imzasını atar. Onun hususiyetle üzerinde durduğu konulardan bir tanesi de “Göç” olgusudur. Bu konu onu durdurmayacaktır. Kolları sıvar ve kendisinin, “Bu üç filmde, büyük kentlerimizi etkileyen, 1940 yılından bu yana, uzun ve aralıksız süren büyük göç olayından üç kesit vermeye çalıştım. Bu insanlar, eskinin mevsimlik göçlerle gidenlere hiç benzemiyorlar, bunlar ‘yurt açan’ cinsten, geliyorlar ve yerleşiyorlar. Kimseden bir şey beklemiyorlar. Kendi güçleri kendilerine yetiyor.” (Akad, s. 571) diye ifade ettiği ‘Gelin’, ‘Düğün’ ve ‘Diyet’ filmlerini birer yıl arayla seyirciyle buluşturur. Başrol oyuncusu üç filmde de Hülya Koçyiğit olmakla beraber filmler birbirinin devamı niteliğinde değildir.
GELİN
Üçlemenin ilk filmi olan Gelin’ de Yozgat’taki tüm topraklarını satıp, elde ettikleri parayı da sermayeye dönüştürüp İstanbul’da göç eden bir ailenin öyküsü konu edinilmektedir. Başta da ifade ettiğimiz gibi bu göç eski göçlere hiç mi hiç benzememektedir. Zira “Bir zamanların romantik göçlerinde, aileler dağılır, bireyleri kötü yollar düşerler, sonunda sağ kalanlar yenik, memlekete dönerlerdi. Günümüzde olaylar çok başka gelişiyor. Gelenlerin hiçbiri büyük kentin ürküntüsüne kapılmıyor, kendini küçümsemiyor, değişmek, uyum sağlamak diye bir kaygısı yok.” (Akad, s. 544)
Film, Hacı İlyas’ın (Ali Şen) küçük oğlu Veli’nin (Kerem Yılmazer) eşi Meryem (Hülya Koçyiğit) ve oğlu Osman’la (Kahraman Kıral) gelmesi, büyük oğul Hıdır’ın da (Kamuran Usluer) onları ayrılıklara olduğu kadar yeni başlangıçlara da şahitlik eden bir mekânda, Haydarpaşa Gar’ında, karşılamasıyla başlar. Baba ve anne, büyük oğlu ve ailesiyle birlikte daha önce göçmüş, kendilerine yer edinmiş ve bir bakkal işletmeye başlamıştır, fakat gözleri yüksektedir bakkalla yetinmezler ve bir market açmak isterler. Bunun için ise daha fazla sermayeye ihtiyaç duyulur ve küçük oğuldan memlekette ne varsa satmasını sonra da ailesini de alıp yanlarına gelmesini isterler. Onlar da gelince aile tamamlanmış olur.
İstanbul avlunun dışında, burası gene Yozgat toprağı, diyen aile geleneklerini, törelerini, ataerkil yapılarını bir taraftan yaşatmaya çalışırken bir taraftan da kapitalizmin dişli çarklarına kapılıp gider. Bu durum beraberinde yabancılaşmayı da getirir. Başından takkesini hiç çıkarmayan, ağzından duayı eksik etmeyen ve yeni açtıkları markete bereket getirsin diye dua asan baba Hacı İlyas oğlunun bakkalda açık şarap satmasına, yeni açılan markette de raflarda alkol satılmasına ses etmez. Veli, ilk başlarda bu durumu yadırgar gibi olsa da kısa sürede bu hülyaya o da kapılıp gidecektir. Hatta öyle bir kapılıp gider ki yanı başındaki oğlunun gün gün öldüğünün dahi farkında değildir. Meryem, oğlunun iki de bir nefesinin daralması ve baygınlık geçirmesi sebebiyle, memleketten tanıdığı Güler’le birlikte aileden gizli saklı hastaneye götürür. Gizli saklıdır çünkü aile doktora gidilmesine, hele ki bir kadının yalnız başına yanında kocası olmadan değil doktora kapının önüne bile çıkmasına karşıdır. Bunun da haricinde aile Güler’i hiç sevmez çünkü o fabrikada çalışmaktadır. Onların dünyasında böyle bir şey affedilmez bir suçtur. Fakat Meryem onlara aldırış etmez. Doktor, çocuğun kalbinde delik olduğunu ve bir an önce ameliyat olması gerektiğini söyler. Eve geldiğinde bunları söyler Meryem fakat değil kaale alınmak bir de azarlanır. Çocuğa maraz uydurduğunu, hiçbir şeyi olmadığını, nefes alamamasının ise okuyup üflemekle geçeceğini söyler kaynanası. Nihayetinde de çocuğa kurşun döktürürler. Fakat çocuk günden güne kötüleşmeye devam eder. Meryem’in tüm varı yoğu bileğindeki birkaç bileziktir onu da oğlu için bozdurur fakat ikinci iş yerinin açılmasından dolayı aile borçlanmıştır ve eşinin “yüzümü kara ettin o bilezikleri babama vermemekle, Naciye kadar olamadın” demesinin üzerine elindeki parayı da Hacı İlyas’a vermek durumunda kalır. Parayı vermesinin üzerine Hacı İlyas yumuşar ve gelinine parayı kısa zamanda tamamlayıp torununu ameliyat ettireceğini söyler. Aradan onca zaman geçer ve Hacı İlyas sözünde durmaz. Bugün yarın diyerek gelinini oyalar fakat artık çok geçtir. Para kazanma hırsları ailenin en zayıf bireyinin kurban verilmesiyle sonuçlanır. Osman hayatını kaybeder. Torununun ölümünden önce ona kurban olayını anlatan dede kurbanın yalnızca Allah rızası için olması gerektiğinin farkındadır ama o torununu kapitalizme kurban edecektir. Meryem canının yanmasıyla Hacı İlyas’ın bakkalına koşar ve istemeden de olsa orayı ateşe verir. Meryem’in sucuk kangallarını yere atarken “etini koparsalar bu kadar acımaz” diye yüzüne haykırdığı sahne ise babanın özelinde ailenin kapitalizmin çarklarına ne kadar kapıldığının da göstergesi gibidir.
Yangından sonra Meryem kaçar ve yeni bir başlangıç için fabrikada çalışmaya başlar. Bunu öğrenen aile bu durumu namus meselesi olarak görür ve oğulları Veli’yi Meryem’i öldürmesi için peşinden gönderirler, fakat Veli onları dinlemeyecektir ve “Fabrikada bana da iş var mı?” diyerek eşiyle birlikte yeni bir yola adım atacaktır.
Kadınlara söz hakkı tanımayan evlenmeden önce babasının, evlendikten sonra da kocasının malı muamelesi uygulayan ataerkil feodal sistem, kapitalizm hâkim hale gelince daha bir acımasız olacaktır. Bu sistemde amaca giden her yol mübahtır, zayıfların ezilmesi gerekiyorsa amaç için yapılmalıdır. Böylece de kadınlara ve ataerkil aile hiyerarşisinin en alt basamağında bulunanlara yaşam hakkı tanınmamaktadır. Zira Veli’ de en az Hıdır kadar çalışıyor olsa da aslan payını alan Hıdır’dır ve Veli hiyerarşide Hıdır’dan alttadır ağabeyi de olsa çekinmeden üzerine basarak yükselir. Bu açıdan bakıldığında film Hobbes’ın insan, insanın kurdudur sözünü de akıllara getirmektedir. Ama ‘Gelin’, Meryem, bu düzene başkaldıran isim olacaktır.
Meryem’ de büyük gelin gibi ataerkil bir ailede büyümüştür fakat o bu düzene başkaldırır. Kaynanası gelinini istediği gibi çekip çeviremeyince “bunun başı biraz sert” diye niteler. Üçlemenin diğer filmlerinde de görüleceği gibi, bu filmde de Meryem özelinde, kadın isyan edendir ve yeni bir hayatın peşine düşendir. O bu düzene başkaldırırken, büyük gelinin boyun eğmesi ve kayınvalidenin de bu ataerkil sistemi beslemesi, bu sistemin kadınlar yoluyla beslendiği noktasında dikkatlerden kaçmaması gereken bir husustur.
Mekân olarak ise kapalı bir mekân seçilmiştir. Ev, evin avlusu ve dükkân arasında geçer film. Kent bir kez görünür o da yarım yamalaktır. Mekânın bu şekilde seçilmesi ise “İstanbul avlunun dışında, burası gene Yozgat toprağı” sözünü vurgular niteliktedir.
Akad, bu filmde çekimler esnasında, görüntü yönetmeni Gani Turanlı ile beraber farklı bir şey de denemiştir. Psikolojik etki yaratan bir boy planıdır bu. Akad, bu planın nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatır:
“Uzun bir zamandan beri çalışmalarım arasında aradığım bir şey vardı. Sinemayla biraz yakından ilgilenenler bilirler, görüntüde nesnelerin büyük ya da küçük görünmesi çekim ölçeği denen bir ölçüye bağlıdır. İnsanı ele alacak olursak, bunu bütün bir boy olarak görebiliriz. Bu boyun da uzağı, yakını ve ortası olanı var. İşte beni ilgilendiren bu; orta mesafedeki boy çekiminde olmalarına karşın oyuncularımın daha yakınımızdaymışlar gibi varlıklarını duymak istiyordum. Böylece, dramatik gerilimi, birilerine bakan oyuncuların kısa baş çekimleri yerine, üslubuma uygun sahne düzenlememle, dramı, oyuncular arasına düşmüş bir titreşim olarak duyurmayı tasarlıyordum. (…)
Gelin filmine başlamak üzereyken, aynı konuyu, daha geniş ve ayrıntılı olarak Gani’ye açıyorum. İlk iş gününe kadar bir daha konuyu konuşmuyoruz.
(…) ‘İlyas’ın Evi… Sofa…’ da 26. sahnenin sonu. Ailenin bütünü bir aradadır:
‘İlyas –Sorgunlu Hacı İlyas… Biz bizi unutmuşuz.
Ana – İyi bildin. Biz İstanbul’un kıyı bakkaliyesinde çürüyecek ocak mıyız?’ konuşmasının olduğu bölümün çekimi yapılacak. (…) Gani bana dönüyor “Şimdi gel bak”, diyor. (…) Diz çöküp bakıyorum… Evet, oradalar. Yakında ve orta mesafede olanlar, dahası en arkada, kameraya göre uzak mesafede, mutfak kapısından bakan büyük gelini bile bütün varlıklarıyla duyumsuyorum… Kalkıp öpüyorum onu, ona bir teşekkürden fazlasını borçluyum, minnet duyuyorum.” (Akad, s. 546)
Âlim Şerif Onaran ile yaptıkları söyleşide (Onaran, 1990) bu konu hakkında, ona düğünü bir daha izleme fırsatı bulursa, bu açıdan bakmasını rica eder. Bu da onun yenilikçi yönünü bir kez daha gözler önüne sermektedir.
DÜĞÜN
“Artık bir kere yola çıkmışken şu göç hakkında içimde ne varsa dökmek zorunluluğunu duyuyorum. Şimdi sırada parasız, vasıfsız, birikimsiz, göç etmiş insanlar var…” (Akad, s. 549) der Akad ve üçlemenin ikinci filmi olan Düğün’ü çekmeye koyulur.
Urfa’dan göç eden aile, bir abla, iki büyük erkek kardeş, iki kız kardeş ve bir de küçük erkek kardeşten oluşmaktadır. İç ve dış çekimlerin ‘Gelin’ in çekimlerinin yapıldığı filmde daha fazla dışa dönüklük görülmektedir.
Bu sefer aile göç eder ama ellerinde sermaye falan yoktur. Emeklerini satarak geçinmeye çalışırlar. Büyük abla Zelha (Hülya Koçyiğit) lahmacun, içli köfte vs. yapıp kardeşi İbrahim’e (Erol Günaydın) verir. Seyyar satıcılık yapmaktadır. Ataerkil hiyererşinin üst basamağında bulunan büyük ağabey Halil (Kamuran Usluer) ise sokaklarda takım elbise satmaya çalışır. Diğer iki kız kardeş, Cemile (Hülya Şengül), ve Habibe (İlknur Yağız) ise fabrikada çalışmaktadır. Evin en küçüğü Yusuf’tur, bir tek o okumaktadır fakat sonrasında mecbur kalıp o da çalışmaya başlayacaktır.
Üçlemenin ilk filmi ‘Gelin’ de bizleri ‘kurban’ motifiyle karşı karşıya bırakan Akad bu kez daha ağır bir ifade etrafında şekillendirecektir filmi: “İnsan eti yemek”. Bu ifadeyi de şu sözlerle açıklar: “İnsan eti yemek insanlığın ilk günlerinden kalma bir alışkanlık. Sorun, zahmetsiz yiyecek. Bütün canlı varlıklar buna çok hevesli. İnsan kolay ve besleyici bir av, ama çabuk bitiyor. Dahi iyisi, onu çalıştırıp yetiştirdiği ürünü yemek.” (Akad, s. 550)
Ailenin ilk etapta kendi hallerinde bir yaşam sürdüğüne tanık olurken ilerleyen dakikalarda Halil’in ailesini nasıl sömürdüğüne tanıklık etmekteyiz. Halil’in bu duruma gelmesinde yine ataerkil feodal sistemin getirdiği bir üstünlük anlayışı görülmekle beraber, onlardan daha önce büyükşehre yerleşmiş ve kapitalizmin o dişli çarklarına sıkışmış, paranın kokusunu ve tadını almış olan amcalarının da etkisi büyüktür.
Abla Zelha aileyi bir arada tutmak için, nişanlısından bile ayrılmayı göze alırken Halil amcasının telkinleriyle para uğruna küçük kardeşi Cemile’yi yüksek bir başlık parasına satar. Zelha, engel olmak için ne kadar dil döktüyse de fayda etmemiştir. Seyyar satıcılığı daha kolay yapabilmek için üç tekerlekli bir araca sahip olmak istemekteydiler. Bu yaptığını meşru kılabilmek için bu bahaneyi öne sürecektir. İbrahim onun gibi değildir ama bu bahane onun aklını çelecektir ve ablasına karşın abisinin yanında yer alır. Aile de ilk kurban Cemile’dir. Paranın kokusunu alan, bir diğer ifadeyle de insan etinin tadını alan, Halil artık durmayacaktır. Ferhat (Ahmet Mekin) bu gerçeği şöyle ifade edecektir, “Ağaların Cemile’yi yemiştir. Kim ki başkasının sırtından geçinmiş insan eti yemiştir. Şimdi sıra sende, belki Habibe, Yusuf, hatta İbrahim. Kim kuvvetli o kalır.”
Öyle de olacaktır, Halil durmayacaktır. Lahmacun satmaya gittiklerinde çıkan bir arbede esnasında İbrahim birini yanlışlıkla yaralar fakat suçu Yusuf üstlenir. Siz evi geçindirmelisiniz diye. Zelha bu duruma razı gelmese de ağabeyleri hemen kabul edecektir, ikisi de vicdanlarını bizim satış yapmamız gerek, diyerek rahatlatmaya çalışır. Bu da yetmez Halil’e. Gözünü diğer küçük kardeşi Habibe’ye çevirmiştir. Onun bir sevdiği olduğunu bile bile kardeşini kendinden çok daha büyük, çoluk çocuk sahibi birine yine yüksek bir başlık parası karşılığında satmaya kalkar., fakat bu bardağı dolduran son damla olur Zelha için. Daha önce “Şu İstanbul ormanında kimseye diş geçiremeyince kardeşlerinin etini yemek kolay mı geldi?” sözleriyle engel olamaya çalışmıştır fakat söz geçirememiştir bu sefer ise sadece sözle yetinmeyip canını da ortaya koyacaktır.
Onun bu tutumu akıllara antik kahraman Antigone’u getirmektedir. Bilindiği üzere Oidipus’un kızı Antigone yapılan bir haksızlık üzerine kral Kreon’a dahi başkaldırmıştır. Zelha’nın kız kardeşleri ise Antigone’un kız kardeşi İsmene gibidirler, ağamızdır ne derse o olur diye korkularından baş eğerler, tıpkı İsmene’nin kraldan korkup baş eğmesi gibi… (Sophokles, 1993)
Artık Halil’in yaptıkları Zelha’nın canına tak eder ve “bu düğün bizim düğünümüzdür” diyerek İbrahim de dâhil bütün kardeşlerini alarak o düğünü terk ederler. İbrahim’de abisinin gerçek yüzünü görmüştür artık yaptıklarından pişman olmuştur ve Yusuf’u hapisten çıkarmak için polise gerçekleri anlatmaya karar vermiştir.
Gelin filminde de, Makyavelizmin amaca giden yolda her şey mübahtır düşüncesi hakim olsa da bu düşünce Düğün filminde daha bariz hissedilmektedir.
DİYET
Üçlemenin son filminde Akad, tarım kesiminden göç eden bir ailenin öyküsünü gözler önüne serer ve “Kır kesiminden gelip de fabrikada çalışan insanların yavaş yavaş bir sınıf bilincine ulaşması. Ben neredeyim, başkaları nerede? Ben hangi taraftayım? Bu bilince ermelerinin hikâyesini anlatmaya çalıştım.” diye ifade eder. (Onaran, s. 164)
Bu sefer kalabalık bir aile yoktur karşımızda, baba, kızı Hacer (Hülya Koçyiğit) ve torunları ile birlikte yaşamaktadırlar. Hacer’in kocası Almanya’ya gitmiş, yıllar haber alamamışlardır.
Filmde Hacer’in diğer filmlerde kurtuluş olarak baktıkları fabrikada çalışmakta olduğu görülmektedir. Ataerkil feodal bir sistemden gelen kadın için kurtuluş o olarak görülmektedir fakat kapitalizmin çarklarının da ondan eksik kalır yanı yoktur. Zayıf olan her zaman sömürülmektedir. Bu yüzden denilebilir ki diğer filmlerden farklı olarak burada ataerkil düzen eleştirisinden ziyade yeni sistem eleştirisi ve onu kavramada yaşanan güçlükler mevcuttur.
Hacer bir cıvata fabrikasında çalışmaktadır. Orada eski bir makine vardır, tüm çalışanların korkulu rüyası olmuştur. En ufak bir dikkatsizlik dahi insanın canına mal olabilmekte ya da sakat bırakabilmektedir ki filmin başında buna şahit olmaktayız. Ustabaşı onun başında çalışacak birini bulmakta zorlanmaktadır. Hasan bir iş olsun da ne olursa olsun diyerek başvurur ve ustabaşı onu makinenin başına getirir. Daha sonra tanışan Hacer ve Hasan evlenme kararı alırlar, en büyük istekleri kendilerine bir yuva yapabilmektir. İş yerinde ise insanlar sendikalı olanlar ve sendikalı olmayanlar diye bir ayrışma içindedir. Sendika insanları birleşmeye davet etmektedir, bu durum ise daha rahat çalışma ortamı, daha fazla ücret, daha iyi yemek demektir. Fakat insanlar bu durumu kavrayamazlar ve sendikalı olmayı ekmek veren işverenlerine karşı bir saygısızlık olarak görürler. Hasan bu düşünceyle sendikaya kesin bir dille reddederken Hacer merak etmektedir. Konuyu arlarında konuşurlarken babasının söylediği “İki birden, üç ikiden iyidir. Birleşiniz” Hadis-i Şerif’i sendika fikrine daha da ılımlı bakmasına sebep olur. Onların bu acımasız çarkın nasıl işlediğinin farkına varması; işverenlerin gözünde paradan başka kıymetli bir şeyin olmadığının, işçilerin bir köleden farksız olduğunun farkına varmaları ise “diyet” vermeleri ile mümkün olacaktır. Bu diyet Hasan’ın koludur, kolunu makineye kaptırır. Bunun üzerine Hacer Hasan’ın kesik kolunu patronun yüzüne atarken haykırır: “Şimdi bizim diyetimizi kim ödeyecek, kim?” diye. En son kameraya dönüp “Suç bizde” demesi ise filmdeki işçiler özelinde tüm ezilen halkadır, çünkü ses çıkarmayarak herkes bu suça ortak olmaktadır. Böyle bir son ise üçleme açısından da çok manidardır. İlk film olan ‘Gelin’ de İstanbul’a ilk geldiğinde etrafa şaşkın bakışlar atan Meryem karakterinin yerini artık baş kaldıran, bilinçlenen Hacer karakteri almıştır. Kendine “İstanbul avlunun dışında, burası gene Yozgat toprağı” denilen o avludan dışarıya adım atıp topluma karışmıştır; ikinci filmde isyanı kendi özelinde gibidir fakat son filmde artık bu acımasız düzen karşısında herkesi başkaldırmaya davet eder, yani toplumu yönlendirebilecek konuma gelmiştir
Akad için sinema düz bir aktarım aracı olmaktan çok daha ötedir. O derinlikli bir anlatımın peşindedir. Bu üçlemede bunun en güzel örneklerindendir. Ayrıca usta yönetmenin sinema dünyasına muhteşem vedasıdır.
Filmler: Gelin, Düğün, Diyet
Yönetmen: Ömer Lütfi Akad
Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı
Kaynakça
Akad, L. (2004). Işıkla Karanlık Arasında. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Akad, L. a.g.e.
Akad, L. a.g.e.
Akad, L. a.g.e.
Akad, L. a.g.e.
Algan, N. (2018, 10 8). Necla Algan. 3 17, 2021 tarihinde neclaalgan.com: http://neclaalgan.com/turkiyenin-gorsel-belleginde-bir-oncu-ve-bir-usta-lutfi-akad/ adresinden alındı
Onaran, A. Ş. (1990). Lütfi Ö. Akad. İstanbul: Afa Yayıncılık.
Onaran, A. Ş. a.g.e.
Saydam, B. (2011). Sıradanlığın Derinliğinde Ö. Lütfi Akad Sineması. Hayal Perdesi.
Sophokles. (1993). Antigone. (S. Ali, Çev.) İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Yazar: Şerife Saliha BOZOKLU - Yayın Tarihi: 02.04.2021 09:00 - Güncelleme Tarihi: 21.03.2021 15:42