Gülsün, Ağavni, Zilha’daki İstanbul
Bu yazımda Tomris Alpay'ın 2019 Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü alan 'Gülsün, Ağavni, Zilha' isimli kitabından söz edeceğim. Ancak en başta şunu belirtmem gerekir ki eserde tadı bambaşka bir İstanbul var. Okudukça büyülü ve gizemli bir İstanbul sokağına ışınlanıyorsunuz. Efsunlu bir sokağa; Sarmaşık Sokağa gidiyorsunuz. Her ne kadar sokağın adı hayali, kitap kurmaca olsa da biz biliyoruz ki öyle sokaklar bir vakitler vardı; Beyoğlu'nda, Kurtuluş'ta, Kuzguncuk'ta…
İstanbul'da herhangi bir sokaktaysanız bilirsiniz ki o sokağın ayrılmaz parçalarından biridir kediler. Sarmaşık Sokağın Mırnav'ı gibi. Kitap onunla başlıyor. Düşecekmiş gibi birbirine sımsıkı tutunmuş ahşap evleriyle İstanbul'un mahalle kültürünü yaşatan Suriçi'ndeki Sarmaşık Sokağı tanımaya onun patilerinin takip ederek başlıyoruz. Kitapta zaman 1950'ler ve birbiriyle kesişen on üç kadın hikâyesinin ilkinin başrolü Mırnav'ın… (s.10)
Kitap adını içindeki karakterlerin üçünden almış. Tüm karakterlerin hayatları evlerinin bulunduğu sokağın adı gibi birbirine sarılmış. Bazen 'ben anlatıcısını' bazen de birinin gözünden diğerinin anlatıldığını gördüğümüz kitaptaki öykülerin zamanı yazarın erken gençlik dönemine denk geldiğinden; hafızasındaki hatıralarla renklenen bir anlatım diline sahip. Bu açıdan baktığımızda, bir anlamda 'kültürel miras' olarak nitelenebilecek bir kitap 'Gülsün, Ağavni, Zilha'. Korunarak layıkıyla gelecek kuşaklara aktarılmak üzere teslimiyet mecburiyeti gözetilen bir miras.
Birbirine bağlı öykülerden oluşan eser bir öykü kitabı. Ancak ona öykü kitabı görünümünde bir 'novella' ya da birbirinin içine akan öykülerden oluşan bir 'roman' diyebiliriz. Bunu söylememdeki en büyük etken 'Ağavni' karakteri. Çünkü o kitaptaki diğer tüm karakterlerle temas halinde, iletişimde. Yanı sıra bir diğer karakter olan Hacı Anne'yi de anmak gerek. O da Ağavni gibi; öykülerin birçoğunda hayır duası talep edilen, iyi haberlerin davet adresi ve umudun temsilcisi.
Kitaba mekân olan İstanbul günümüzde olduğu gibi geçmişte de göçün merkezi konumunda. Öykülerdeki kadınlar, Anadolu'nun dünden bu güne kadar sahne olduğu göçlerin kahramanı olmuşlar. Yazar bu konuya özellikle değinmiş sanki. Çünkü o da Yanya'dan Anadolu'ya göçen bir ailenin ferdi. Göçlerin şehre getirdiklerinin içinde; hoşgörü, saygı, sevgi ve alçakgönüllülük olduğuna dikkatleri çekmiş. Ya da 'hatırlatmak istemiş' demek daha doğru olur. Çünkü kitap her ne kadar kurgu olsa da yazarın ailesinden izler taşıyor. 1890'li yıllarda Anadolu'dan Yanya'ya gelin gitmiş ve sonra tekrar İstanbul'a göçle geri gelmiş bir karakter var kitapta; 'Aneyne'. Yanya'ya gelin giderken tek kelime Rumca bilmeyen, aynı kendisi gibi tek kelime Türkçe bilmeyen yatalak kayınvalidesiyle anlaşmayı kafasına koymuş ve zor bir hayat sürmüş olan Aneyne. Mesleği berberlik olsa da namını yürüten sesinin güzelliği olan eşi Osman Beyle dört çocuğu olmuş Aneyne'nin. Ve bu çocukların en küçüğü kitabın yazarı Tomris Alpay'ın annesi…
Balkan Harbi esnasında Bulgar çetelerin Yanya'ya bir gece vakti yaptıkları baskında Aneyne ve ailesi çok korkmuşlar. Evlerinin kapısına komşularının beyaz renkli haç işareti çizmesiyle baskından korunmuş aile. Onların bu yaşadıklarının aynısı 1955'de 6-7 Eylül Olaylarında İstanbul'da Sarmaşık Sokak'ta zuhur ediyor. Sarmaşık Sokak; Ermeni, Rum ve Müslüman vatandaşların yoğun ve iç içe yaşadığı Beyoğlu'na yakın bir lokasyonda. Sokak sakinlerinden Gülizar, balıkçı Recep'in eşi Eleni'yi evinde saklıyor, yıllardır yarenlik ettiği gayrimüslim komşularının evlerine Türk Bayrağı asıyor. Aradan elli yıl geçmiş olsa da, ayrı coğrafyalarda bulunulsa da aynı duygularla 'komşu komşunun külüne muhtaçtır' dedikleri korumuşlarını koruyup kollamışlar.
Sarmaşık Sokak, 6-7 Eylül Olaylarını hasarsız atlatılmıştır atlatmasına ama tam bir can pazarı yaşanan Beyoğlu'nda işler bir anda başkalaşır. Ertesi gün korku kol gezer kaldırımlarda. Büyüyen göz bebekleri bir karar vermek için telaşla bakar etrafına. Devamında birçok gayrimüslim vatandaş ülkeden göçer. 'Eser yazarın hayatından izler taşıyor' dememdeki sebeplerden biri de Tomris Alpay'ın o geceye ait tanıklığıdır. O gece bazı binaların ateşe verilmesinden dolayı gökyüzü kırmızı alevler içindeyken ablasıyla birlikte olayların yaşandığı sokaklara gitme cesareti göstermiş Alpay. Yükselen alevlerin boyadığı kıpkırmızı gökyüzü ve gayrimüslim vatandaşların dükkânlarındaki delinmiş şarap fıçılarından akanla, deniz suyuyla desen sabitlemesi yapılan Marmara Denizi kıyısındaki yazma imalathanelerinden akan kırmızı renkli su… Denize doğru yan yana fakat aynı ahenkle akışını unut(a)mamış ömrü boyunca. Görsel hafızasında kayıtlı bu anları yazarak belleğini kayıt altına almış, tazelemiş. Böylece yazar nostaljiyi veya geçmişe duyduğu özlemi değil de topluma bir şeyler söyleyebileceği kişisel belleğini bu güne ve de yazının kalıcılığıyla geleceğe taşımayı hedeflemiş. Görsel hafızadan süzülerek alfabeyle okura ulaşan bu anlatım bana Charles Dickens'ın 'İki Şehrin Hikâyesi' romanında Fransız İhtilali gölgesindeki Paris sokaklarının anlatıldığı satırları hatırlattı.
Yazar sadece Balkan Savaşı ve 6-7 Eylül olaylarını değil o yılların gerçeği olan Kore Savaşı'nı da konu etmiş öykülerine. Kitaptaki karakterlerden biri olan Çakır Feride'nin oğlu Mustafa'nın gazi olarak Kore'den dönmesi ve savaştan miras kalan av merakıyla gece sayıklamalarını sıralarken kadınların önsezilerini gün yüzüne çıkarmış yazar. Savaştan sağ gelse de avdan ölüsü gelen Mustafa'nın kötü talihi annesinin içine doğmakta.
Öykülerde birbirinin destekçisi ve paylaşımcısı kadın karakterlerden ikisi Gülsün ve Gülizar'dır. İsimleri 'gül' diye başlasa da hayat pek az 'gül'dürmüştür onları. En büyük istekleri bir çocuk sahibi olabilmekmiş fakat olmamış. Bu özlemleriyle başka kadınların çocuklarına kol kanat germiş bu yüce gönüllü kadınlar. Gülsün vefat eden kız kardeşinin kızı Ülkü'ye sahip çıkarken asıl Gülizar'ın evren büyüklüğündeki kalbi okura 'Nasıl yani?' dedirtmekte. Çünkü o vefat eden eşi Cevat'ın Münevver'le olan gayri meşru ilişkisinden doğan, üstüne üstlük Cevat'ın annesinin ismini verdiği Fatma'yı himayesi altına alan bir iyi kalp o. Diğer yandan kızıl saçları, çağla yeşili gözleriyle sokağın en güzel kızı Nurhayat'ın ve Mahmut Bey'in küçük gelini Sabriye'nin ölümüne sebep olan doğuramadıkları bebekleriyle dramatik hayatları okuru çokça düşünmeye, ölçüp tartmaya teşvik etmekte.
Yemek ve Müzik
Doksan üç sayfaya sığan on üç öyküde birçok tema öne çıkabilir ele alınacak, irdelenecek. Tıpkı bu satırlara kadar olan bölümde olduğu gibi. Ancak yazımın bundan sonraki bölümünde kitaptaki müziği ve yemekleri orijin noktasında tutacağım. Ruhumuzu ve duygularımızı besleyen müzik ile kalbe giden yolun mideden geçtiği dolaylı yoldan olsa da duyguların evi olan kalbi besleyen yemekler. Hele bir de bu ikisinin bir arada olduğunu ve etrafımızda sevdiklerimizin bulunduğunu düşünürsek mükemmel bir karışımın içindeyiz demektir. İşte ben de bu noktadan sonra kitaptaki müzikten ve tatlardan söz edeceğim ve bu bahse 'Eleni'nin Üzümleri' bölümüyle devam edeceğim.
Bozcaada'dan Eleni'ye annesinin her yıl olduğundan daha erken bir tarihte gönderdiği üzümler ada halkı için önemlidir. Çünkü onların tüm sosyal yaşamı ve aşkları çavuş üzümünün etrafında toplanıp canlanmakta. Ağustos'taki bağbozumu şenliklerinin ardından üzüm paraları giren evlerde eksikler tamamlanır, düğünler yapılarak sevenler kavuşurmuş. Bozcaada'daki günlerini anarak her bir üzüm tanesinin içinde bulunan iki adet çekirdeği çıkartarak reçel yapmak; emek, dikkat, el becerisi ve sevgi gerektirmekte. Balıkçı Recep'in eşi Eleni'nin üzüm, kapı komşusu Gülizar'ın bademli domates reçeli damak çatlatan cinsten. Gülizar ve Eleni'nin imece usulü yaptıkları reçellere sirayet eden sağlam dostlukları okuru imrendiren cinsten.
Reçelden bahsetmişken kitapta adı geçen çevirme tatlısından da söz etmeden olmaz. Kitapta denilene göre; Bozcaada'da en güzel çevirme tatlısını Eleni'nin annesi yaparmış. Eleni'nin dediğine göreyse onu özel yapan Sakız Ada'sından gelen sakızlarmış. Tıpkı Kuzey Ege'de Kavala yakınlarındaki Taşoz Adasının dillere destan zeytin ve bademleri gibi. Zeytin ve bademlere bu lezzeti verenin adanın rüzgârlarının olduğuna inanılması coğrafya ve kader ikiline yeni bir ikiliyi tanıştırır gibi: coğrafya ve lezzet… Cemal Süreya'nın kahvaltının mutlukla bir ilgisi olmalı sözüne atfen lezzetin coğrafya ile ilgisi olmalı diyorum ve dönüyorum çevirme tatlısına… Su, şeker ve birkaç damla limonda ibaret olan tatlının bir yeme şekli var ki o da; su dolu bardakların üzerine yatay olarak konulmuş gümüş kaşıkla yenilmeli ve ardından bardaktaki su içilmeli ve kaşığa dolanmış tatlı yedikten sonra kaşık bardağın içine konulması bu tatlının yeme usulüdür. Kitabı okuduğumda bu tadı deneyimlemeyi çok istemiş ve Beyoğlu Balıkçılar Çarşısındaki Üç Yıldız Şekerleme'nin yolunu tuttum. Tavsiye ederim.
Tam da burada ayrı düşen sevgilileri birleştirdiğine inanılarak tüketilen farnupiayı anlatmam gerek. Kitapta Eleni'nin pişirerek sevgilisini arayanlara dağıttığı farnupia; portakal, tarçın, vanilyadan oluşan bir kek. Kitapta yazdığına göre kokusu dayanılmazmış.
'Hamur işlerinde Rumeli kadınlarının eline kimse su dökemez' demiş yazar elli beşinci sayfada. Buna tam anlamıyla katılıyorum. Bu bahiste kitapta anılan hamur işlerini buraya taşımamak olmaz. Lalanga, ladopta, alt üst böreği, sütlü börek, şeker bayramlarının gözdesi firdevs tatlısı, paskalyaların kulurakia isimli kurabiyesi… Aaa unutmadan hamur işlerinin eşlikçisi çayın dut zamanı şekerle değil dutla tatlandırılarak içildiği bahar ayları da var yetmiş beşinci sayfada.
Sarmaşık Sokak; anıları, tatları, müziğiyle birlikte yaşam sürülen bir yeryüzü parçası. Müzik evrensel bir dil. Bozcaada'dan gelen Eleni'nin Yanya'dan gelen Aneyne mırıldanırken evlerinin arasındaki bahçe duvarını aşan sesinden işittiği ve eşlik ettiği Rumca şarkı To Gelakaki- Sana Bir Yelek Diktim' o gün Ege'nin iki yakasında gelenleri birleştirmiş:
Giydiğin küçük yelek
Onu sana ben diktim
Kırgınlıkla ve sıkıntılarla
İçine de astar koydum
Onu giydiğinde beni hatırla
Renklerin dahi kokusunu alabileceğini söyleyen sokağın kedisi Mırnav'a göre ziyafetin tanımı Ramis Bey'in davet verdiği akşamlar. Boğaz kıyısındaki evlerin olmazsa olmazı ızgara yahut buğulama balık, zeytinyağlı dolma, mumbar dolması ve topik… Onun ağzının suyunu akıtırken midelere bayram ettiren bu tatlara ruha bayram ettiren melodileri de ilave ediyor Mırnav. Ramis Bey'n pikabından taşan sanat müziği tangoların çevredeki evlerin pencerelerinden girip onları ziyaret ettiğini söylemekte. Hele Ramis Bey yalnızken müzik dinliyor ise onun huşu içindeki tavrı ve ellerini dizlerine vurarak tempo tutuşuyla yarı açık gözlerini izlemek Mırnav için büyük keyif. Mırnav'ı içtenlikle karşılayan Marangoz Mahmut Bey'in evinden yükselen müzik sesini anmada geçmiyor Mırnav. Çünkü Mahmut Bey doğduğu toprakların türkülerine meraklıdır. Mırıldanır onları. Çok keyifli olursa da türkülerin tümünü söyler.
Ya Mustafa'ya ne demeli? Kore gazisi talihsiz Mustafa azıcık geliriyle kıt kanaat geçindiği annesi Çakır Feride'nin mutfağını dolu tutmaya ihtiyaçlarını görmeye gayret ederken annesinin keyfinin tam olması için bir gramofon ve sevdiği şarkıların bulunduğu plakları almayı her şeye rağmen ihmal etmez. Yani sadece Sarmaşık Sokağın beyleri değildir müzikle haşır neşir olan. Çakır Feride gibi Saraylı Hanım olarak anılan Lütfiye Hanım da müziğe düşkündür. Her ay iki defa davet ettiği eşi dostuyla çalıp söyler, eğlenir.
Kitaptan yayılan melodiler ve lezzetli kokular beni sıklıkla çocukluğuma götüren duyguları yaşamama sebep oldu. Örneğin bugün hala annemin evindeki kılıç çiçeklerinin saksılarında baş aşağı yerleştirilen yumurta kabukları bulunuyor. Birer şapka gibi duran bu kabukların içindeki yumurta çocukluğumda çiğ olarak biz çocuklara içirilirdi. Özellikle 23 Nisanlarda şiir okuyacaksak ve sesimiz kısıksa çiğ yumurtanın buna birebir geldiği söylenirdi. Hıdırellez'de bahçelerdeki gül ağacının altında gerçekleşmesi için dua edilen dilekler, kahve fincanlarından bir film rulosu izleniyormuş gibi anlatılan fallar. Hatta Ağavni'nin fincanda gördüğü kötü şeyleri yorumlamakla yorumlamamak arasında kaldığı anlarda esnemesi başım ağrıdığında sokağımızdaki Haminne'ye nazar duası okutmaya gittiğimizde o duasını okurken esnemekten gözlerinin yaşla dolduğu anlarda bana 'üstünde çok nazar var kızçem' diye demesini hatırlattı. Sadece bu kadar değil, daha birçok şeyi de…
Adının anlamı gibi mahalle sakinlerinin destekçisi, yardımcısı olan mahallenin kara kutusu Doktor Zaven, Eczacı Sadullah Bey, Marangoz Mahmut Bey, Sütçü Boris, Tahran göçmeni Behruz, Meyhaneci Vasil, Şarapçı Bedros, Bozcadalı Penelope ve Antula ile Beyoğlulu Foti gibi karakterlerin ve kitabın isminde yer alan Zilha'nın kim olduğunu öğrenmek isterseniz eğer bir solukta okunan kitaba yönlendireceğim sizleri.
Sonuç
Aneyne Yanya'dan, Eleni Bozcaada(Tendeos) tan gelmiş İstanbul'a. Bazen birkaç damla gözyaşı, bazen içten bir kahkaha bazen de yürekte bir sızı ile yaşamı paylaşan kadılar başka bir ülkeden ve başka bir şehirden olsalar da bir dil geliştirmişler. Geldikleri yerlerin şarkı ve tatlarını da getirmişler heybelerinde. Kitapta kadın olmanın getirdikleri var. Güzellikleriyle, hayal karıklıklarıyla, özlem ve umutlarıyla... Eserdeki tüm kadın karakterler birbirinin kurdu değil yurdu olmuş. Onların kederleri, tutkuları, aşkları, sevinçleri ve hüsranlarının işlendiği bir mahalle kültürü var sayfalarda.
Okumaktan büyük keyif aldığım ve aldığı ödülü sonuna dek hak ettiğini düşündüğüm 'Gülsün, Ağavni, Zilha', küresel salgında Sylvain Cavailles tarafından Fransızcaya çevrilerek 'Köklerimden Doğarım' ismiyle yayımlandığını bilmek mutluluk verici. Bu ismin kitabın onuncu öyküsünün adı olduğunu da belirtmeliyim. Bolluğun, barışın, bilgeliğin, yeniden doğuşun ve bereketin simgesi, Athena'nın armağanı olduğunu ve Homeros'un gölgesinde dinlendiğini söyleyen bir zeytin ağacı dalının süslediği kapak görseliyle şiirsel bir dili var kitabın. Tadı damakta kalan ve yazarından başka eserler beklentisini doğuran.
Yazıma 'Coğrafya kader midir?' sorusuna yanıt olabilecek bir alıntıyla son vermek istiyorum. Kitabın otuz dördüncü sayfasında şöyle diyor: "Afrodit aşkın anlamını iyi bilir. Onu, hiç aşık olmadığı sakat bir tanrıyla evlendirmişlerdi. Hefaistos hiç kalbini hoplatmamıştı. O da sevdayı başka kollarda aramıştı. Tanrıların ölümsüz oldukları ne kadar doğruysa, onların da ellerinin kollarının bağlandığı, kadere karşı koyamadıkları zamanlar da o kadar gerçektir. Tanrıların bile başa çıkamadıkları kaderin üstesinden Eleni nasıl gelsin?'
Gülsün, Ağavni, Zilha
Tomris Alpay
Everest Yayınları
2018
93 sayfa
Yazar: Necla DURSUN - Yayın Tarihi: 02.09.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 01.09.2024 23:55