Günümüzün Anlatıcıları: Fatma İçyer İle Konuştuk
Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken... Sizde hangisi daha etkili oldu?
Bu sorunun cevabı her yazara göre farklılık gösterecektir, çünkü çok kişisel bir süreç. Birisi çok okuyordur öyle bir yere gelir ki okuduklarına benzer ya da daha iyi şeyler yazmak isteyebilir. Ya da öyle çok hayal kuruyordur ki artık hayallerini kafasında tutmak zorlaşmıştır ve yazmaya başlar. Bende şöyle oldu: Varoluşsal olarak yazmaya karşı çok küçük yaşlarımdan beri ilgi duyuyordum ve bunu ne yapsam da bastıramıyordum, en sonunda bir daha bırakmamak üzere yazmaya başladım.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
Anlatının kutsal bir yönü yok bana göre. İnsana dair herhangi bir şeyin kutsallaştırılıp bir nevi araçsallaştırılarak hayattan dışarı itilmesini doğru bulmuyorum. Çünkü bir şey kutsallaştırıldığında ulaşılmaz oluyor. Hâlbuki anlatmak o kadar çok hayatın içinden bir şey ki kutsallaştırmanın anlamı yok. Hepimiz bir hikâyenin içindeyiz ve bunu bir şekilde anlatıya dönüştürüyoruz. Ben yazarak yapıyorum bir başkası bunu enstrüman çalarak da yapabilir. Kimi bu hikâyeleri sanata dönüştürür kimi ise yaşayarak hayata katar. Biri diğerinden üstün değil sadece kulvarları farklı.
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkânlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Eğer dil dediğimiz şey hiç değişmeyen, dönüşmeyen, her yirmi-otuz yılda bir kendi kuşağını yaratmayan, durağan yapıda bir şey olsaydı bu konuyu da bir şablona oturtabilirdik. Ama vaka öyle değil. Metin söz konusuysa, ben her şeyin denenebileceğine, yapılabileceğine inanıyorum. Başarılı olur olmaz ayrı bir mevzu. Yazar romanında metinler arası atlamalar yapabilir, üst kurmacayı da kullanabilir, değişik anlatıcılar deneyebilir, hiç denenmemiş şeyler bulabilir, her şey mümkün. Önemli olan bunu sahici bir şekilde yapmak, dil duyarlılığını yüksek tutmak, iyi bir kurguya yedirmek. İyi metin iyi metindir, iyi bir okuyucu iyi metni hemen tanıyabilir, yani ideal olan tanımasıdır. Yazdığımız absürt bir şey bile olsa inandırıcı olmalı, o iyi metnin içine dahil olmalı. Bu konuda edebiyat eleği zamanla çalışan bir hakemdir. Eninde sonunda hakemin dediği olur.
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Edebiyat meclisine ilk girişim Dergâh dergisinde Döngü'nün yayınlanmasıyla oldu. Sonra başka dergilerde de öykülerim yayımlandı. Sonuçta eğer metnimizi kamuya sunmayacaksak neden yazıyoruz? İlk zamanlarda kendi eleğimiz olsa da bir "otoritenin" yazdıklarımızı onaylamasına ihtiyaç duyuyoruz. Daha önce hiç katılmadığımız bir toplantı düşünün, ilk kez orada dans pistine çıkacaksınız, sosyete tanıtılacaksınız kendi kıyafetlerinizle ama birisinin sizin elinizden tutup salona sokması lazım. Dergilerin işlevi tam olarak bu bence. O balo salonuna girdikten sonra nasıl dans edeceğiniz size kalmış, zaten dergiler size önden edebi görgüyü veriyor.
Bir dergide öyküsünü görmek henüz kitabı olmayan bir yazar için büyük bir sevinç kaynağı. Bu bağlamda nerede öykümüzün yayımlandığı kadar hangi editörün elinden geçerek öykümüzün yayımlandığı da ayrıca önemli. Sadece dergiler bizim öykümüzü seçmiyorlar, aslında biz de eserimizi o dergiye göndererek metnimiz için editör atamış oluyoruz. Bir miktar dergi terbiyesinden geçtikten sonra yazar çokça okuyarak ve yazarak kendi çıtasını yükseltmeli ve bir dergide görünmekten daha öte bir amaç taşımalıdır. Özgür düşünebilmek ve yazabilmek için de bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu yap(a)mazsa eğer yazar gerçek bir sanatçı olabilir mi emin değilim. Sürekli aynı yerde kalmak, aynı eleştirileri ya da pohpohlanmaları dinlemek yazarı ileri taşımaz.
Lakin dergilere bir eser gönderirken hiçbir cevap alamayacağımızı, bazen de yazdığımız ne kadar iyi olursa olsun metnimizi orada yayımlamayacaklarını unutmamalıyız. İdeolojik sayıklamalar iyi metinlerin önüne geçebiliyor, kötü metinler dergilerde boy gösterebiliyor, iyi bir metin ise kendine hemen yer bulamayabiliyor. Keşke her şey metin üzerinden ilerlese ama öyle değil maalesef. Bu kayıtsızlık karşısında yazar dik durmalı, kendi metninin hakkını kendisi takdir edebilmelidir. Bu yüzden tarihin karşısında bir özne olduğumuzu, iyi yapılan bir işin boşlukta kaybolmayacağını, bir gün hakkının teslim edileceğini, tarihin onu yokluğa kurban etmeyeceğini, tanıyacağını, olması gereken yere koyacağını hatırda tutmalıyız.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Normal zamanda kafamın içinde sürekli konuşan, fikir belirten, benimle tartışmalara giren bir sürü varlık var. Fatma'nın değişik formları, çok sevdiğim romanların karakterleri, bir filmden kopup gelip kafamın içinde kamp kuranlar, ruh eşi olduğuma inandığım bazı yazarlar, çok sevdiğim sanatçıların şarkıları, tınılar, resimler… Bu yüzden yazarken salt yalnızlığı, sessizliği tercih ediyorum, sadece klavyemin sesini duymalıyım. Kafamın içinde konuşan bu arkadaşları odalarına gönderiyorum ve çıkmasınlar diye kapılarını kilitliyorum. Yazacağım şeyin içinde var olmak isterlerse, kapı kilitli olsa da oradan çıkabiliyorlar. Bu yüzden yazarken karşıma başka birilerini alabilmem mümkün değil çünkü yeterince kalabalığız. Bir de Ülker yıldızım, canım 'Süreyyâ' oluyor masamın üzerinde; kafasını okşatmak, göbeğini öptürmek ya da yanımda uyumak istediğinde.
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasanız ne olur?
Beş yaşından itibaren kafasının içinde kurgu yapan, duvarlara parmaklarıyla hayali şeyler yazan ve yazmayı varoluşsal addeden bir insan olarak 29 yaşıma kadar yazmayı bir meslek olarak yapmamak için direndim ama başaramadım. Karışık bir kariyer geçmişim var; öğretmenlik, rehberlik, tercümanlık, çevirmenlik, cami hocalığı vs… Yazmayı da rüzgârına kapıldığım anlarda peşinden gittiğim bir şey gibi görüyor, onu hak ettiği yere koyamıyor, merkeze alamıyordum. En sonunda hayat kendi koyduğum ilkelerden, içinde tutku barındırmayan isteklerimden ve işlerimden daha baskın çıktı. Yazamasaydım anlatacaklarım içimde çürür, benimle beraber mezara giderdi. Çünkü yazmak benim için başka türlü bir anlatma biçimi bilememenin diğer adı. Başka bir meslekte ya da sanat dalında daha iyi anlatabileceğimi bilseydim onu yapardım.
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
İnanmamaya çalışırım diyelim. İnşallah etkilemez, etkilemesin. Teyzeler ve Maymunlar'la ilgili bir okurdan şöyle bir yorum almıştım "Okurken sadece şunu düşündüm: bir insan bu kadar duyguyu yaşamış olamaz. Ama yaşamadan da bu kadar güzel nasıl anlatabilir?" Bu yorum beni sevindirmişti. Otobiyografik yazan bir yazar değilim ama zaten de edebiyatın gücü buradan geliyor. Çünkü yazar kurgusunu oluştururken o karaktere bürünmesi, onun gibi hissetmesi, onun baktığı pencereden bakabilmesi lazım hayata. Karakterin sahiciliği için bu çok gerekli. Ama metin bittikten sonra yazar o karakterin ruh halinden çıkmasını da bilmeli. Kendine dönmesi lazım ki başka karakterler yazabilsin. Benim kırmızı bir düğmem var ona basınca tekrardan Fatma oluyorum. Sanki öykü bitince o karakterden çıkmazsak kaderimiz de etkilenir gibi geliyor.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
Ben yarışmayı sadece Monopoly'de severim. Bir gün beni ilk kez Monopoly oynarken gören bir arkadaşım şey demişti "Fatma seni tanıyamadım, bu ne hırs bu ne oyuna kendini kaptırmak." Bir şeyin özünde yarışmak ve kazanmak varsa insanoğlu her şeyi yapabilir, pisleşebilir ve kaybettiğinde bedbaht olabilir. Lakin edebiyat böyle bir şey değil, özünde bir yarış yok, o bir emlak kazanma oyunu da değil. Zaten böyle bir duyguyla iyi bir şeyler yazılamaz. O yüzden çağdaşlarımdan kimseyi kıskanmıyorum. Kimseyle de bir yarış içinde değilim. Benim için tek kıstas bir önceki yazdığım metindir. Atlamam gereken eşiği o belirler. Ve tabi ki iyi yazılmış her metin benim dimağımı zenginleştiren yol arkadaşlarıdır.
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
Ben bu konuyu en basit şekliyle düşünüyorum, bu konudaki tartışmalara da girmiyorum. Hikâye Arapça bir kelime, bir şeyler anlatmak, konuşmak anlamına geliyor. Yani özünde bir olayı aktarma var. Öykü dediğimiz şey bu anlatılanın (hikâyenin) metne dökülmüş hali. Bu ikisi birbirini destekleyen şeyler. Nasıl ki her öykü içinde iyi bir hikâye barındırmıyorsa (iyi öykülerin içinde hep iyi bir hikâye vardır bence) her hikâye de yazıldığında iyi bir öykü olmayabilir. Bu dediğim anlamda ya da bazen ikisini de birbirinin yerine kullanıyorum.
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
Sanırım iyi bir öykü okuruyum. Özellikle tür olarak öykü yazmaya başlayınca daha çok okumaya başladım. Türk Edebiyatının usta isimlerinin yazdığı öyküleri dikkatlice okuyorum bir yandan da ben de bu zamanda yazıyorum, çağdaşlarımla aynı potada eriyeceğim için onları da elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Takdir edersiniz ki hepsine yetişebilmem mümkün değil. Her yıl hem çok fazla öykü kitabı yayımlanıyor hem de uzakta olmak kitap teminini zorlaştırabiliyor. Dergiler noktasında ilkesel olarak okumadığım bir dergiye eser göndermiyorum. Bazen çok sık bazen dönüşümlü olarak takip ettiğim dergiler var. Ne olmuş bitmiş, neler çıkmış, nasıl eleştiriler var bakıyorum. Anlatma becerisini ve dilini çok başarılı bulduğum çağdaşlarım var, mesela Mehtap Gül'ün Muteber Günler'i. Su gibi akan dili ve sağlam bir kurgusu var. Uğur Nazlıcan'ın Bir Dükkânı Beklemek kitabı da farklı kurgusu ve kaleminin kıvraklığıyla aklımda yer etti. Mustafa Aplay'ın Neden Bıçkın Bir Delikanlı Olamadım kitabını da anmadan geçmeyeyim. Öyküler bir anın fotoğrafını çekiyor en olağan haliyle, karakterlerin duygularına inanıyorsunuz, sade ve temiz bir Türkçe'si var, gereksiz ayrıntılardan temizlenmiş bir dil ilk bakışta göze çarpıyor.
Yazar: Müzeyyen ÇELİK K. - Yayın Tarihi: 28.09.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 28.09.2023 22:07