Günümüzün Anlatıcıları: Hatice İbiş İle Konuştuk
Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken... Sizde hangisi daha etkili oldu?
Yazma yolculuğunda insana yön veren bir çok etken var elbette. Kişiye, zamana ve zemine göre değişir tüm bunlar. Sınırlandırmak ya da bir kaç maddeye indirgemek çok mümkün değil. Bana gelince çocukluğumdan beri kendimi ifade etme biçimi olarak kaleme sarıldığımı biliyorum. Duygularını rahatlıkla ifade edebilen bir çocuk olamadım hiçbir zaman. Üzdüğümde de üzüldüğümde de bir defter bir kağıt bulup içimde büyüyen ve ağırlaşan kelimeleri kağıda dökerek rahatlattım kendimi. Bu sonrasında günlüklere dönüştü tabi. Uzun yıllar günlüklerle şifalandım. Hatta günlüklerimin okunma tehlikesine karşın daha kapalı bir anlatımın peşinden giderken farkında olmadan metaforlar kullandığımı yıllar sonra fark ettim.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
Kutsal kelimesini insan ürünü bir metin için kullanmak genel itibariyle insanı tedirgin etse de anlatının kutsal bir yanının olduğunu düşünüyorum. Özellikle yazarın iradesinden bağımsızlaşan ve kendi kaderini belirleyen metinler söz konusu olduğunda. Bu tecrübeyi yaşamayan yoktur herhalde. Bir hikaye ile anlatı başlar fakat yazar bir noktada metin üzerindeki hakimiyetini yitirir artık metni yazan değil metnin peşinden koşan kişi olur. Kendini başlangıçta hiç düşünmediği bir noktada bulan yazar, metninin bütünüyle kendi ürünü olmadığını hissettiğinde ona bir kutsiyet atfetmiş olur.
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkânlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Her şeyi sistematik hale getirmek bir şablona oturtmak mümkün olmadığı gibi gerekli de değil. Yazar kaleminin önüne geçecek tüm sınırlandırmalardan azade olmalıdır. Değişen ve dönüşen bir dünyada yaşıyoruz hal böyleyken anlatıyı belli şablonlara sığdırmaya çalışmak yazarın rahat kalem oynatmasına engel olacaktır.
Ben metinde yazarın ortaya koyduğu farklılıkların başvurduğu farklı tekniklerin müptelasıyım. Çok ciddi bir zenginlik. Kaldı ki kadim metinlerde bile post modern unsurların varlığına rastlamak mümkün. Bizim bugün post modern olarak tanımladığımız kimi unsurları o dönem eserlerinde görebiliyoruz. Misal 18. yy. Divan şiirinin son temsilcisi olan Keçecizade İzzet Molla nazım türünde yazdığı Gülşen-i Aşk adlı eserinde kendisini hikayenin baş kahramanı İzzet olarak metne dahil ediyor. Aynı şeyi Türk edebiyatının post modern temsilcilerinden olan İhsan Oktay Anar da yapıyor. Anar bunu post modern edebiyatın bir gereği olarak yapmış olabilir fakat İzzet Molla böyle bir kavramdan habersizdir. Biz ancak bugünün tanımlarıyla geçmişe baktığımızda tespit ediyoruz bunu. Sözün özü yazarın kalemini belli tanımlamalarla sınırlandırmak ve o sınır içinde kalmasını istemek çok makul bir beklenti değil.
Türlerarasılık ve metinlerarasılık ne yapmak istediğini bilen bir yazarın dilediğince at koşturabileceği uçsuz bucaksız bir alan. Yazarı bu anlamda rahat bırakmak gerekiyor.
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Dergilerin varlığını önemsiyorum. Edebiyat dünyasında var olabilmek adına aşılması gereken eşikler gibi geliyor bana dergiler. Bu sebeple kendime yakın hissettiğim dergileri takip etmeye çalışıyorum. Hece Öykü, Mahalle Mektebi, Şiar, Aşkar, Edebiyat Ortamı dergilerinde öykülerim yayınlandı. Öykülerin dergilere gönderilmesi, bekleme süreci ve editörlerden gelen dönütler insanı bu süreçte diri tutuyor.
Yazma sürecinde dergilerin olumlu etkilerinin yanında yazarın kalemini sınırlaması gibi bir yönüne de dikkat çekmek istiyorum. Kişi dergilerde görünme arzusuyla bazen bile isteye bazen de farkında olmadan kalemini görünmek istediği dergiye göre şekillendirebiliyor. Burada metnini kendine uygun dergiye göndermekle dergiye göre yazmak arasındaki ayrıma dikkat kesilmek gerekiyor.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Yazarken karşıma değil de yanıma aldıklarım var. Anlattığım karakterle iç içe geçip onun rengine bürünerek kendimden çıkıp onda yaşayarak yazıyorum. Bunu yapamadığım zamanlarda metin bir şekilde eksik kalıyor. Üzerinde çalışmak da kar etmiyor. Sonra bir tuşa basıp vaz geçiyorum yazdıklarımdan. Vazgeçmeden yerine yenisini koymak mümkün olmuyor zira.
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasanız ne olur?
Yazmak ya da yazmamak dünyada bir şeyler değiştirecek kadar büyük şeyler değil. Fakat bizim küçük dünyalarımız için çok şey. Yazmasam eksik kalırdım. Yazmasam kendimle olan bağım bu kadar güçlü olmazdı. Yazmasam hayatın belli noktalarında ruhumda oluşan çatlaklar bir yerde birleşir ve parçalanırdım. Benim için çok içsel ve kişisel bir eylem. Okurdaki tesirini henüz tam olarak kestiremesem de yazmak benim için nefes almak gibi bir şey.
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
Yazarken bunu düşündüğüm zamanlar olmuştur. Acaba diye tereddüt ettiğim zamanlar. Neticede evrene bıraktığımız kelimelerin bir enerjisi var. Buna inanıyorum. Fakat yazdığımı yaşadığım bir tecrübem olmadı. Daha çok yaşadığımı yazıyorum. Öykülerimde değil tabi yıllardır düzenli tuttuğum günlüklerimde.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
İnsanın en büyük yarışı kendisiyle olmalı. Kalemini çok beğendiğim öykücüler elbette var. Bu öyküyü keşke ben yazsaydım bu fikir benim nasıl oldu da aklıma gelmedi diye hayıflandığım öykücüler var. Fakat yazarlığı bir yarış hali olarak düşünmek çok sıcak gelmiyor.
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
Bu görüş ayrılıklarını hikayeyi ya da öyküyü tercih etme durumunda bırakacak ayrılıklar olarak görmüyorum. Öykü varlığını en az hikaye kadar kabul ettirmiş durumda. Hikaye de kendisinden vazgeçilmeyecek kadar yer etmiş içimize. Duruma göre ikisini de kullanmayı seviyorum. Zira öykü ve hikayeyi birbirinden farklı iki tür olarak değil de aynı türün iki farklı yüzü gibi değerlendiriyorum. Tek farkla ki hikayenin alanı öyküye nazaran çok daha geniş.
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
Bazen zehirlenecek kadar öykü okuduğum sonra uzun bir süre okuyamadığım zamanlar oluyor. Takip ettiğim dergilerin öykülerini muhakkak okuyorum. Bir yolda yürümek o yoldan daha evvel geçenleri ve halihazırda o yolu yürüyenleri takip etmeyi gerekli kılıyor. Yeni çıkan kitapları özellikle de dergilerden tanıdığım isimlerin kitaplarını muhakkak ediniyorum. Uzaktan bile olsa yoluna şahitlik ettiğim isimlerin kitaplarına şahitlik etmek çok farklı bir heyecan benim için. Son çıkanlardan Sema Bayar'ın Vakitsiz Ölüler Yurdu, Feyza Ay'ın Denizağaçları ve Kemikyüzleri, Fatma İçyer'in Teyzeler ve Maymunlar adlı kitaplarını öykü severler için önerebilirim.
Yazar: Müzeyyen ÇELİK K. - Yayın Tarihi: 30.05.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 24.05.2024 22:42