Günümüzün Anlatıcıları: Mehmet Fırat Pürselim İle Konuştuk
Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken... Sizde hangisi daha etkili oldu?
Yazarlık hayalimdi ama yazdıklarım şartların geliştirdikleri. İlk kez yazar -aslında ilk hayalim şair olmaktı, ama orada dikiş tutturamayınca ufak tefek tadilatlarla paltonun içine girmeyi becerdim- olmayı ortaokulda bir arkadaşımın şiiri, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'nden ödül aldığı için tahtaya çıkartılıp alkışlatıldığı zaman düşündüm. Havalı bir şeymiş bu yazmak dedim, kendi kendime. Yazdıkça havalı olmak bir yana epeyce zahmetli olduğunun farkına vardım ama bu arada zehir bünyeme karışmıştı ve onsuz yapamaz olmuştum. Yıllar yıllar boyu yazarlığın hayalini kurdum. İlk kitabımın çıktığının, söyleşide neler söyleyeceğimin, ödül konuşmasında kimlere teşekkür edeceğimin hatta ne giyeceğimin bile. Bitmeyen bekleme süreçlerinde bu hayal beni ayakta tuttu. Düştükçe elimden tutup ayağa kaldırdı, sırtımı sıvazladı, kulağıma yazabildiğimi fısıldamaktan asla vaz geçmedi. İlkçağ filozofları, evrenin kökenini sorgulayıp durmuşlar, kimi ateş demiş, kimi su, kimi de toprak. Bence önce hayal vardı. Yazdıklarımsa hayat oldu.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
Bence hikâye anlatma geleneği insanların ateşi bulup etrafında oturmasıyla başlamıştır. Tüm gün avla, dikişle, toprağa şekil verip çanak çömlek yapmakla uğraşan insanlık karanlık çöküp de göz gözü görmez olunca ateşin etrafına toplanıp gün içinde olanları birbiriyle paylaşmaya başladı. Gece; gücün, cesaretin, pratik zekânın, atılganlığın değerini kaybettiği sözün büyüsünün parladığı an olmuştur. En iri hayvanı avlayanı değil de o avı en iyi anlatanın sözünün dinlendiği zamanlarda insanlar gerçeğe değil de hikâyeye iman ettiler. Çünkü yaşam çekilmez bir şeydi oysa söz dilediğin gibi şekil verebileceğin sınırsız bir dünyaydı. En güzel söz söyleyebilen en çok iman edilen oldu, şaman oldu. Öte dünyayla iletişim kurabilen, hastaları sağaltan, geleceği gören nefes dedi ki…
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkânlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Edebiyat, kurallar sanatı değildir ki, aksine kuralları yıkma sanatıdır. Kurallar, şablonlar, bu böyle olmalıdırlar falan bana doğru gelmiyor. Postmodernizm tüm kalıplara karşıyken bazı öğreticilerin onu dahi kalıplaştırıp pazarlamaları ruhuna aykırı. Metinlerarasılık daha da güzeli türlerarasılık edebiyatın gücünü katlayan ve imkânlarını genişleten denemeler. Sanatçılar, sürekli denedikleri için, kurallara saplanıp kalmadıkları için insanlık ileri gitti. Düşünsenize; 'Gerçek sanat budur, herkes buna uygun çizecek'i birileri yıkmasaydı belki de bugün hâlâ mağara duvarlarına resimler çiziyorduk. Abarttığımın farkındayım. Tüm dallı budaklı ağaçları makineden geçirip tektip kalas elde etme orduyu taklit ederek oluşturulan modern eğitim sisteminin amacıdır ama asla sanatın değil.
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Yazar olmaya çalışırken bizlere öğütlenen dergilerden yetişmenin gerektiğiydi. Bizim kısmen ucundan yetiştiğimiz dönemlerde dergiler gerçekten de okuldu. Eserinizin yayınlanması hatta adınızın geçerek yazdıklarınızın usta kalemler tarafından eleştirilmesi dahi büyük olaydı. Günlerce gelecek sayıyı, olmadı bir sonrakini beklemek, adınızı göremeyince hayâl kırıklığına uğramak ama daha iyisi yazmak için yeniden masanın başına oturmak, öykünüzü sayfaların arasında bulunca herkesin sizi okuduğunu zannedip yolda kollarınızın altında karpuz taşıyormuş gibi kostaklanarak yürümek... Şimdi gerek hız çağının getirdiği yeni imkânlar, gerek ekonomik zorluklar gerekse de yazarak kendini ifade etmeye çalışan insanların sayısının artmasıyla dergicilik de bambaşka bir yere evrildi. Habere değil de yoruma yaslanan haftalık gazeteler dışında basılı günlük gazetelerin yakın gelecekte piyasadan çekileceği muhakkak. Edebiyat dergiciliği de bu ekonomik şartlar altında basılı olarak aylık biçimde sürdürülebilir olmaktan gittikçe uzaklaşıyor. Dergilere gönderilen eser sayıları, neredeyse satışlarından fazlayken, farklı arayışların gündeme geleceğini düşünüyorum. Mevsimlik, dosya konularıyla sürekli satan, farklı alanlardan popüler isimlerin eserlerine yer veren, karekodla teknolojiyi de sayfalarına taşıyan mesela okuduğunuz röportajı dilerseniz izleyebileceğiniz gibi denemeleri sıklıkla göreceğiz gibi geliyor. E-dergilerin de mevsimlik ya da yıllık olarak basılı prestij seçkiler yaparak, yazarların bu alana yönelik arzularını bir nebze olsun gidermeye çalışacaklarını düşünüyorum.
Bir öykücü olarak; öykü gündemini değerlendiren başyazısı, köşe yazıları, basmakalıp olmayan söyleşiler, öykü dünyasından haberler, fotoğrafı yazılan öyküler ya da öykülerin fotoğrafları/resimleri, tefrika romanlar, geçmiş öykücüleri tanıtan yazılar, arşivde kalan öyküler, ülke ve dünya edebiyatından güncel örneklerle doyurucu bir öykü gazetesi/dergisi hayâl ediyorum ve büyük bir eksiklik olarak görüyorum.
Edebiyat dergilerinde görünme meselesine gelince; uzun zamandır sadece benden eser isteyen dergilerle elimde uygun eser varsa paylaşıyorum. Kendiliğimden herhangi bir yere metin göndermiyorum. Burada yazar adaylarının yerini kapmama, onlara yer açma niyetim ağır basıyor. Kurmaca metin anlamında kendimi nadasa çektiğimden zaten epeydir söyleşiler dışında pek de dergilerde görünmedim.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Yazarken tek muhatabım ve ikna etmem gereken tek kişi yazdığım karakterdir. Kafamdaki karakterle senelerce gezdikten sonra ancak ikna olmuşsak yazmaya başladığımdan dolayı adeta cana geliyor. Metni kafamda kurduktan sonra yazının başına otururum. Her şey benim kontrolümde sanırken bir bakmışım karakter kalemi elimden kapmış kendi kaderini çiziyor, o zaman aramızda bir güç savaşı yaşanıyor bazen ben onu yeniyorum bazen de teslim oluyorum.
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasınız ne olur?
Yazmasam, eksik kalırdım ama insanlığın tamlığından bir şey eksilmezdi. Yazmak benim için ayakta kalma biçimi, dünyayla başa çıkabilme şekli. Bir işe yarasın diye yazmıyorum ama yazmak işe yaramalı diye düşünüyorum. Çocuklar gülmeli, insanlar düşünmeli, kadınlar ölmemeli ve sanat insanları değiştirmeli daha güzel bir dünya yaratmalı. Ama sanat insanlığı dönüştürmeye çalışmamalı insanlar bir kırmızı gelincikten ya da yeni doğmuş bir kuzudan ya da güneşin doğumundan etkilenir gibi sanattan etkilenmeli. Farkında olmadan farkına varmak gibi bir şey demek istediğim.
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
Tek bir kurgu özelinde değil ama yazdıklarım totalde elbette bana farklı bir yol sundu. Yazmasaydım ya da kitaplarım yayımlanmasıydı ya da çoksatan bir yazar olsaydım ya da… ya da… farklı durumlarda farklı yollarda yürüyor olacaktım. Düşünsenize doğduğumuz andan itibaren önümüzde sınırsız yol uzanıyor ve her girdiğimiz yol da aynı şekilde çatallanıyor. Mesela bu sabah bu soruşturmaya yanıt verirken bile, belki bir trafik kazasından kıl payı kurtuluyorum belki de büroma gelip beni bulamadığı için alt kattaki avukata giden kazançlı bir işi kaçırıyorum. O yüzden yazarlık hayatımı mutlaka etkiledi, en başta da bana ikinci hayat sundu.
Öte yandan yazdıklarımın, yaptıklarımın zaman zaman başkalarının hayatlarına dokunduğunu görüyorum. Bundan çok mutlu oluyorum. Bir şey yazıp, edebiyat labirentinin dehlizlerine bırakıyorsunuz. Ya da bir söyleşinizde içinizden geldiği gibi konuşuyorsunuz. Ya da tek cümlelik bir tweet paylaşıyorsunuz. Sonra bir gün birileri karşınıza çıkıp diyor ki, iyi ki varsınız. Neyse demem o ki, farkında olmadan birilerine sarılıyorsunuz, sağaltıyorsunuz, ayağa kaldırıyorsunuz, ışık tutuyorsunuz… Böyle anlarda ben de iyi ki diyorum, iyi ki yazıyorum.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
İnanın kimseyle yarışmıyorum. Güzel öyküyü kim yazarsa yazsın mutlu olurum. Keşke ben yazmış olsaydım diyeceğim öyküleri okuduğumda, aferin ya, ne güzel yazmış diye içimden geçiriyorum. Az önce yanlış söyledim, aslında biriyle yarışıyorum: Kendimle. Kendimi geçmeye çalışıyorum. Bir önceki kitabımdan daha iyisini yapmaya çalışıyorum, farklı denemelere giriyorum, okuru ve kendimi hem şaşırtıp hem de geliştirmeye çalışıyorum. Bazıları der, Sait Faik yazmış bitirmiş, biz neden yazıyoruz diye. İşte Sait Faik olmamak için yazıyorsun, kendin olmak için, anlatacak hikâyen olduğu için yazıyorsun. Bu uzun ve sonsuz bir dağ tırmanışı birilerini geçmek için hırslanmak yerine manzaranın tadını çıkartmak bana daha iyi geliyor.
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
Aslında tam bir ayrımı yok ve sıklıkla birbirinin yerine ikame ederek kullanıyoruz / kullanıyorum. Belki biraz zorlayacak olursak, hikâyeyi daha klasik anlatı içinde olay örgüsüyle gelişen metinler, öyküyü ise postmoderne daha yakın duran durumun anlatısı olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımın içinde de öykünün imkânlarını kullanarak hikâye anlatmayı deniyorum, diye işleri daha da karıştırır biçimde durumumu özetleyebilirim.
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
Ülkemizin dinamik bir öykü atmosferi var. Sağlam bir öykü geleneğimiz var. Geçmişin birikiminin üzerine koyan, oldukça üretken yeni kuşak var. Çok yazılıyor; bu hem ödülümüz hem de cezamız. İyi yazarlar gözden kaybolabilirken kötülerine fazlaca maruz kalabildiğiniz enflasyonist bir ortam bizimkisi. Yazıldığı kadar üzerine düşünülmüyor, tartışılmıyor. Ama bir anda tüm o kötü metinlerin sıkıntısını unutturacak muhteşem keşiflerle karşı karşıya kalabileceğiniz çeşitliliği de gene öyküye olan yoğun ilgi sağlıyor. Öyküyle otuz yılın üzerinde hayat arkadaşlığı olan biri olarak ideal bir eş olduğum söylenemese de, ilgili olarak tanımlayabilirim kendimi. Türkçe yazılanların yanı sıra kıymetli yabancı öykücüleri de, en azından birkaç eseriyle olsun okumaya çalışıyorum. Yeni kuşak öykücüler açısından cevaplayacak olursam, çok fazla ilk kitap basıldığından, yetişemediğim çok var. Ama gene de dikkatimi çekenleri takip ediyorum. Dergileri eskiden çok daha yoğun takip ederken ve satır satır okurken artık ilgimi çekenleri alıyorum ya da e-dergileri ziyaret edip biraz karıştırıp beni çeken yerlerini okuyorum.
Son dönemde okuyup kalbimde yer eden kitaplar olarak; İlay Bilgili'nin Leyla, Mektubum Eline Ulaştı mı'sını, Hande Çiğdemoğlu'nun Kağıt Kesiği'ni, Gülhan Tuba Çelik'in Onlar ve Köpekleri'ni, Nazlı Ayça Özkarahan'ın Şeytan Düğünü'nü, Tuba Kumaş'ın Uç'unu, Fuat Sevimay'ın Gör Bağır'ını, Yasemin Onat'ın Nihayetinde Dönülen Yerler'ini, Nazlı Akçura'nın Kesi Yeri'ni, M. Özgür Mutlu'nun Dönme Dolap Düşleri'ni sayabilirim. Iskaladığım nice güzel kitap ve iyi yazardansa af dilerim.
Yazar: Müzeyyen ÇELİK K. - Yayın Tarihi: 23.06.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 23.06.2022 15:31