Günümüzün Anlatıcıları: Merve Koçak Kurt İle Konuştuk

Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken... Sizde hangisi daha etkili oldu?
Bir hayalin izinden yola çıkarsın, sonra o yol senin yolun olur, yolda yürümek ise yaz(g)ıdır artık. Şartlar da zamanla şekillendirir seni, yaz(g)ını. Bazen aynı yönde yürüdüğün başka yolculara rast gelirsin, bazen de karşıdan gelen yolcularla selamlaşırsın. Kimi zaman yolun sarp kayalıklardan geçer, kimi zaman derin vadilerden, kimi zaman da günlük güneşlik patikalardan… Aslolan o yolda nasıl yürüdüğündür. Rüzgâra da denk gelirsin kara da fırtınaya da yağmura da çamura da… Susuz kaldığın da olur, ıslandığın da yağmur altında. Benzetmeler bir yana, herkesin yaz(g)ısı biricik/ eşsiz/ tek. "Yazı"nın benim için "yaz(g)ı"ya dönüşmesinde hayallerin de şartların da payı var.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
"Kutsal"ı ister "güçlü bir dinsel saygı uyandıran, uyandırması gereken" anlamında ister "tapılacak/ yolunda can verilecek denli sevilen" anlamında düşünelim; anlatının benim için öyle "kutsal" bir anlamı yok.
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkânlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Kristeva'nın ortaya attığı metinlerarasılık, başta "(………..) Doldurmaca" öyküm olmak üzere birçok öykümde görülebilir. Metinlerarasılık, sonuçta bir anlatı tekniği. Estetik bir tercih aynı zamanda. Postmodern edebiyatın alametifarikalarından biri. Filmlerden fotoğraf karelerine, şiirlerden resimlere ve daha birçok alana ait s/imgeye rastlayabilirsiniz öykülerimin içinde. Başka metinlere yapılan atıflar da var, tırnak içinde alıntılar da.
"Aslolan iyi yazmaktır" diyen bir yazar için, tanımların da şablonların da pek önemli olmadığını düşünüyorum. Anlatmanın o büyüsü, içine çok şey sığdırabilir. Yazıya giden, yazıyla gidilen yollar alabildiğine geniş. Bir metni kalıplara, sınırlara, tanımlara hapsetmekten imtina ederim. Okurken de yazarken de…
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eskisi kadar sık görünmemekle birlikte; evet, edebiyat dergilerinde "görünüyorum". Görünmek şart mı, derseniz… şart değil! Artık birçok yazar, dergilerde görünmeden eserleriyle ortaya çıkıyor okurun karşısına. Yazı yolculuğuma dergilerle başlayan bir yazar olarak şunu söyleyebilirim: Dergileri seviyorum. Özellikle yolun başındayken önemli bir yazma disiplini sağlıyor insana. Öykü, söyleşi, yazı… vesilesiyle bir dergide bulunmak, isminizi orada görmek, okura ulaşmak, güzel dönüşler almak… Bunlar güzel şeyler. Her derginin ayrı bir okur kitlesi var. Faklı kitlelere ulaşmak, farklı mecralarda yer almakla bağlantılı. Yazdığım sürece dergilerle de yolum kesişecektir.
Yaşanan dijitalleşme sürecinde "basılı" dergilerin can çekiştiğini de görüyorum. Bunun sebeplerinin sadece teknolojik ya da ekonomik olduğunu düşünmüyorum. Kendini yenileyememek, tekdüzelik ve benzeri birçok sebep yüzünden matbu dergiler epey kan kaybetti. Dijital edebiyat dergileri de var alternatif olarak. Ancak internet ortamında metinlerin "yağmalanmaya" açık hâli beni çok düşündürüyor.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Eskiden beri, yazdığım metinleri bir tür mektup ve okuru da onun muhatabı olarak görmüşümdür. Hatta bir kitabımı "Sevgili Okur"a ithaf etmiştim. Okur'un önündeki sıfat, onun yazar için ne kadar kıymetli olduğunun bir nişanesidir. Okur ki yazar için hitabının muhatabı, sesinin yankısı, yazdığının aynasıdır. Suya eğilen Narkissos'unkinden farklı bir "ayna"dır ama bu. Kelimelerinizin vücut bulduğu kitabın her bir okurda gördüğümüz sureti diğerinden ayrıdır. Sesimizin her bir okurdaki yankısı da öyle…
"Sevgili Okur!" diye başlayan birçok metin kaleme aldım şimdiye dek. Oğuz Atay'ın o meşhur sorusundan mülhem. "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" diye sorduğu okur. Bana "Siz hikâye diye yazarsınız, o bir başkasının gerçeği olur." diyen okur. Yüzünü görmediğim, sesini duymadığım, c/ismini bilmediğim ama "varlığıyla" her daim yazarı "izleyen" ve onun "yanında" olan okur… Yanında yörende bulunmasa da, sesiyle soluğuyla metne can veren okur… Uzaktan izlese de, bıraktığı izlerle yazarına yol gösteren okur… Yazar'a "iç ses" olan okur. Velhasıl, öyle bir okur olmasa bile yazar önce kendisinin "okur"u olmalıdır.
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasınız ne olur?
Haklı demeyeyim ama çok geçerli bir nedenim var öykü yazmak için: Sevmek. Öykü yazıyorum, çünkü yazmayı seviyorum. Ama yazmasam ölmezdim. Eksik kalırdım belki biraz.
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
"Yaza yaza yazgıyı çağırmak" diye bir tabir kullanırım. Davranışlarımızın yolu düşüncelerimizden, düşüncelerimizin yolu da zihnimizdeki kelimelerden geçiyor. Çok önceden yazdığım bazı şeyleri zaman içinde yaşadım da. Hiç hesapta yokken üstelik. Olanları/ olacakları kurgularken ağzımızdan çıkan her kelimeye dikkat etmek gerektiğini gördüm. "Çağırdığımız" şeye bilhassa… Söz vücut buluyor. "İmkânsız" ancak inanmakla "muhtemel" oluyor. İnandığını yazmak, yazdığına inanmak… Önemli.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
Ortada bir yarış yok benim için. Olmaz da. Bir yol var yürünecek. Yan yana ya da yalnız… Kat ettiğim o mesafede nasıl yürüdüğüme bakıyorum. Öykücülerden çok, yazdıkları öykülere yoğunlaşırım. Bazı metinleri gördüğümde "Keşke ben yazsaydım!" dediğim oluyor, o kadar.
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
Hikâye anlatılır, öykü yazılır gibi gelmiştir hep bana. Birbirinin yerine kullanıldığı da oluyor. Ancak hikâye'den ayrı bir yerde duruyor günümüzde öykü. Bir filmin, bir tablonun, hatta bir adamın da hikâyesi olabilir. Kurmaca devreye giriyorsa sanırım orada öyküden bahsetmek lazım. Kendimi "Hikâyeci"den ziyade "Öykücü" olarak görüyorum. Yazdıklarıma "öykü" diyen okurlardır, eleştirmenlerdir… Ben yaz(g)ı dedim hep. Annem de 'yazı' derdi 'kader' yerine…
Bir diğer yandan, yazıyla kurduğumuz irtibatın tanımlara ihtiyaç duymadığını düşünüyorum. 'Kurulan' bu bağı hep önemsedim. Hatta yazmadığım, yazıdan uzak kaldığım dönemlerde bile… Bazen bir ifade aracıydı yazı, bazen bir sağaltım. Büyüklerimin, kalemimin öyküye yatkın olduğu için bu alanda yetkinleşmem gerektiği yolundaki önerilerini göz ardı etmedim. Öykü'de karar kıldım.
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
Geçen yıla kadar oldukça iyi bir öykü okuru idim. Yeni çıkan öykü kitaplarını, özellikle de ilk kitapları yakından takip ediyordum. Ancak son bir yıldır daha çok roman veya kuramsal kitaplar okuyorum. Dergileri (özellikle edebiyat dergilerini) eskisi kadar iyi takip ettiğimi söyleyemem. Bunun için de çeşitli gerekçelerim/ sebeplerim var. Önermek istediğim bir öykü kitabı yok. Orhan Duru'nun o incecik "Öykü Yazmanın Sırları" kitabını es geçmesin öykücüler derim.
Yazar: Müzeyyen ÇELİK K. - Yayın Tarihi: 06.04.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 27.03.2022 23:17