Günümüzün Anlatıcıları: Şeyda Başer Eroğlu İle Konuştuk
Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken... Sizde hangisi daha etkili oldu?
Yazma itkisi kişiden kişiye değişebilir. Hayaller ya da şartlar adını ne koyarsanız, benimkisi bir kaçış, sanata sığınmak, içimdekileri estetikle sağaltmak. İnsan olmak yeterince ağır bir durumken yaşadığımız dünyanın giderek yaşanmaz bir hal alması beni bu sanatta var olmaya itti diyebilirim. Pek çok sanat türünü denedim, yazmak kadar kendimi bulduğum belki biraz da resim var. Kurmaca, kendime ait özel bir dünya kurabildiğim, gerçeklerimi istediğim biçimde verebildiğim tek yer. Stephan King'in dediği gibi "Kurgu yalandır, iyi kurgu yalanın içinde gizli gerçek."
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
Yaratıcı mesajını insanlara nasıl ulaştırdı? Kur'an-ı Kerim'de "Bundan önce kıssalarını sana anlattığımız peygamberlere ve kendilerinden sana bahsetmediğimiz daha başka peygamberlere de vahyettik. Allah Mûsâ ile de özel bir şekilde konuştu," derken Eski Ahit'te "Kelâm Allah'la birlikteydi ve Kelâm Allah'ın kendisiydi. Kelâm ezelden beri Allah'la birlikteydi. Allah her şeyi Kelâm'ı vasıtasıyla yarattı," der. Verilmek istenen mesaj kelimeler aracılığıyla ve bazı hikâyelerle aktarılmıştır. Öyle ki Yaratıcı, Yusuf Kıssası için ahsenü'l-kasas demiş. Bizim kadim anlatımıza bakarsanız milattan önce 3000'den bugüne kadarki geleneği sözlü anlatı oluşturuyor. Anadolu'da bir araya gelen medeniyetlerin anlatılarındaki büyük benzerlikler geniş bir daire çiziyor. Farklı coğrafyalardan toplumlar birbirlerine katkıda bulunmuş, böylece Anadolu sözlü anlatı geleneği adında eşsiz bir kültürel miras ortaya çıkmış. Sadi'nin Bostan'ı ile Boccaccio'nun Decameron eserine bakalım. Biri Fars, biri İtalyan edebiyatına ait. Farklı coğrafyalarda olmalarına rağmen benzerlikler var. Bostan'da Hatem-i Tai hikâyesiyle Decameron'da Toscanalı Federigo arasında pek çok benzerlik bulabiliriz. Sonuçta ikisi de insanın hikâyesi. Doğu'da ve Batı'da anlatım bir yönüyle hep kutsal sayılmış. Öyle olmasa felsefeden edebiyata pek çok anlatının alt yapısı mitolojiye dayandırılmazdı. Bana göre şöyle bir açmaz da var: Kelimeler yazarın anlatmak istediğini tam olarak verebiliyor mu? Herman Hesse'in "Kelimeler gizli saklı anlamı zedeliyor, dile gelen her şey o an değişiyor, biraz çirkin, biraz aptalca niteliğe bürünüyor," sözüyle aslında hiçbir yazar tam olarak hissettiklerini anlatamıyor, belki biraz yaklaşabiliyor.
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkanlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Ben türler arasında kesin çizgiler olduğunu artık düşünmüyorum, şiir dışında. Bizim edebiyatımızda modernizm ve postmodernizm ayrımının nerede başladığı da açıkçası belli değil. Modernizm 1900'lü yıllarda gelişirken, postmodernizm II. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkıyor. Belki bakış açılarındaki farklılıktan söz etmek mümkün. Modernizm, sırtını rasyonel düşünceye ve bilime dayarken postmodernizm irrasyonel bir bakış açısı benimsemiş. Yani savaşla hayatımızda bir değişim gerçekleşiyor. Ben buna çağın ruhu diyorum. İçinde bulunduğumuz yüzyılda da bir kırılma oluştu. İnsanoğlu, her şeyin hızla tüketildiği, odaklanma güçlüğü çeken nesillerin yetiştiği ve doyumsuz isteklerinin hemen gerçekleşmesinin istendiği bir iletişim çağında. Zamanı kısıtlı, ihtiyaçları sonsuz dolayısıyla yeni edebiyat bu ihtiyaçlara göre eviriliyor. Bence son dönemde öykünün yükselmesi de aynı metinde hem modern hem de post modern imkânların birlikte kullanılması da bunun bir sonucu. Belki yeni yazarlar yeni teknikler geliştirecek. Bu nedenle artık şablon oluşturmak bence anlamsız, çünkü çok çeşitli tekniklerin birlikte kullanıldığı yeni çağın ruhunu taşıyan bir edebiyat var artık.
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Dergilerin Türk edebiyatı için önemli bir sacayağı olduğunu düşünüyorum. Ne kadar değişen ve dönüşen bir edebiyattan söz etsem de dergiler yazarlar için bir okuldur. Basılı değil, dijital olsun, bu bir şeyi değiştirmez. Farklı dergilerde yazıyorum. Dergilerde görünmek amacıyla değil de yazdıklarımın değerlendirildikten sonra yayımlanmaya değer olup olmadığını görmek için, diyelim. Yazdıklarına dönüt almak bir yazar için en kıymetli şey. Editöre ihtiyacınız vardır, bu, yazma maceranızın en önemli aşamasıdır. Yazdıklarınızı okutacak birini bulmak bazen çok güç olabiliyor, hele ki bizim gibi az okuyan bir toplumda daha da… Dergiler işte bu ihtiyacınıza yanıt alabileceğiniz en özel yerler. Ben edebiyatın birleştirici olduğuna inanan az insandan biriyim. Az diyorum, çünkü yıllardır süren bir ayrımcılık söz konusu. "O dergide yazarsan burada, bu dergide yazarsan orada yazamazsın," anlayışını kabul etmek istemiyorum. Tabii her derginin kendi yazın politikası olacaktır, ancak iyi bir yazının farklı nedenlerle geri çevrilmesi çok vahim bir durum. Çok şükür şimdiye kadar böyle bir durumla karşılaşmadım. Belki dikkat çekmemiz gereken başka bir şey daha var. Yazılarını çeşitli dergilere gönderen yazarların dönüt alabilmeleri konusu. Alabiliyorlar mı? Çoğunlukla hayır. Dergicilik muazzam bir emek istiyor. Bunun farkındayım, fakat süreli yayın çıkarıyorsanız yazara dönmek durumundasınız, diye düşünüyorum. Zarifoğlu'nun Mavera'da yaptığı gibi dergiye gelen eserleri tek tek gözden geçirip onlara eksiğini, fazlalığını söylemesi ne kadar kıymetliydi. Bunu yapabilmek için bir editör kadrosuna ihtiyaç var, biliyorum. Bazı dergilerimizin atölye kısımlar var. Derginin son sayfalarında eser gönderen yazarlara dönütler veriyorlar. Bunu takdir ediyorum.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Yazarken içinde bulunduğum zamanla bağlantım kesiliyor. Nerede olduğum, ortamın kalabalık mı, tenha mı olduğu önemsizleşiyor. Kurmaya çalıştığım atmosferin içine düşüyorum, Alice gibi. Bir tavşan deliği açılıyor ve ben kendimi kurguladığım mekânın içinde buluyorum. Bir kamera sessizliğiyle karakterleri, olayları gözlemliyorum. Zaman zaman bunu yapmak güçleşebiliyor. O zaman otobüse atlayıp yola düşüyorum. Benim için atmosfer oluşturmak, karakterin yaşayan biri olması çok önemli. Bunun için bazen günlerce gezebiliyorum. Sonra herhangi bir sokakta karşıma çıkan bina bana sesleniyor. İşte burası, diyorum içimden, her şey burada geçti. Mutlaka bir koku, kelime, mimik beni tetikliyor. Kayıt yapıyor, fotoğraf çekiyorum. İnsanlarla konuşuyor, notlar alıyorum. Alanımın dışında bir konuyla karşılaşmışsam muhakkak araştırıyor, günlerce okuyorum. Bütün bunlardan sonra içime sinen bir metin taslağı kurmayı başarmışsam artık uzaklaşma zamanım gelmiştir. Belki on gün kadar yazdıklarıma dönüp bakmıyorum, aksi halde körleşiyorum. Bu süreçte öyküyü kafamın içinde kurmaya, eksiklerini gidermeye devam ediyorum, hatta rüyalarım bana bu konuda çok yardım etmiştir. Ardından işçilik başlıyor tabii.
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasınız ne olur?
Bu soruya net bir yanıt vermek gittikçe zorlaşıyor. Kurt Vonnegut "Yalnızca tek bir kişiyi mutlu etmek için yazın. Bir pencere açıp, lafın gelişi, tüm dünyayla sevişmeye kalkarsanız zatürre olursunuz," diyor. Yazdıklarımı okuyunca içeride bir yerde kendini bulacak o kişi için yazıyorum. Bazı insanlar yok oluşun çöplüğünde kaybolmasınlar, diye yazıyorum. Ölüm gibi bir gerçeğin kaçınılmazında uzaktan ya da yakından tanıdığım bazı karakterleri yaşatmak için yazıyorum, kimi insanlar ölmemeli. Kendim için yazıyorum. Tek başıma yapabildiğim en zevkli şey, hangi büyülü mekânı yeniden kuracağımı izlemek. Bir yankı bırakmak için yazıyorum, çünkü söyleyeceklerim var. Yazmasam bütün bu saydıklarımdan mahrum kalırım.
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
Bu soruyla karşılaşınca aklıma Escher'in Penrose Merdivenleri geldi. Sonsuz bir döngünün, kendi yazdığınız hikâyenin içine düşmek. İlginç olurdu tabii. Böyle inanışlarım yok. Tam olarak böyle bir deneyim değil fakat hâlihazırda yazmaya devam ettiğim bir kurmacam hakkında ilginç bir şey söyleyebilirim. Birkaç aydır üstünde çalıştığım bir karakter için anormal psikoloji, nevrozlar, psikozlarla ilgili araştırmaları inceliyordum. Bunları yaşamış insanların hayatlarını okuyordum. Karaktere yoğunlaştığım ve takıldığım bir sorunun olduğu günün gecesi karakterimle rüyamda karşılaştım. Sorunumun çözümünü bana anlatmakla kalmadı, sonunda bir de beni öldürdü.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
Ben yolun çok başında bir yazanım. Kendime yazan demeyi daha doğru buluyorum. Edebiyatı bir yarışa benzetmek doğru olmaz. Sanatçı kadar sanat anlayışı vardır. Her estetik yaratımda bence, daha fazla olabilir ama, iki önemli etken bulunuyor bence. Biri sanatçını arzuları, tutkuları ve özlemleri, diğeriyse toplumun talebi. Sanatçı bunlardan hangisine kulak veriyorsa kanaatimce ayrışma burada gerçekleşebilir. Ben bütün öykücüleri okumaya çalışıyorum. Sevmek başka unsurları da içinde barındıran bir eylem, onun yerine beğenmeyi koyabiliriz. Beğendiğim pek çok çağdaşım var. Birini söyleyince diğerinin hatırı kalsın istemem.
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
Bu sorular uzun zamandır bir tartışma konusu. Kimi edebiyatçımıza göre hikâye, kimi edebiyatçımıza göre ise öykü. Alanımın edebiyat olması hasebiyle bu konuda kendimce yaptığım araştırmalarımdan yola çıkarak açıklamaya çalışacağım. Hikâye, Arapça kökenli bir kelime. Osmanlıcada "hikâyet" şeklinden yazılıp söylenmiş. Öykü, "taklit, özenme" anlamına gelen "öykünmek"ten geliyor. Öykünmek kelimesinin dilimizdeki yeri 15. asra dayanıyor. İlk olarak dilimizde 1935 senesinde Dil Devrimi'nde basılan "Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu"nda karşımıza çıkıyor. "Rivayet, menâkıb, menkabe, menkıbe, hikâye, kıssa" anlamlarında kullanılmış. Cep Kılavuzu öyküyü, hikâye karşılığı olarak göstermişse de Dil Kurumu, bu kelimeyi uzun yıllar sözlüklerinde kullanmamış. Türk Dil Kurumu'nun 1945 senesinde yayınlanan sözlüğünde öykü kelimesi yer almıyor. Sözlüğün 55'te ikinci, 59'da üçüncü, 61'de dördüncü baskıları yapılmış ama yine öykü kelimesine yer verilmemiş. 69'daki beşinci baskısında kullanılmış ve karşısına sadece "hikâye" yazılmış. 83 senesinde sözlüğün yedinci baskısı yapılmış ve öykü kelimesinin karşılığı "Tasarlamaya ya da gözleme dayanan bir olayı anlatarak okuyucuda ilgi ve beğeni uyandıran ve çoğu kez ancak birkaç sayfa tutan yazın türü. (Buna kısa ya da küçük öykü de denir.)" biçiminde verilmiş. Jale Özata Dirlikyapan'ın Kabuğunu Kıran Hikâye adlı eserinde ise 1950'den sonra bir kırılma yaşandığını, hikâye ile öykü arasında bir kopuşun olduğu belirtiyor. Mavera'nın Hikâye Özel Sayısı var bir de. Orada da kelime olarak kopuşu 1980 olarak vurgulanıyor. Aslında bu sonu gelmez tartışmayı başlatan 1940'ların başında Nurullah Ataç. D. Mehmet Doğan, bir yazısında "Edebiyatımızda 1950'lere kadar öykü yoktu desek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. Gelin de bu yokluğa isyan etmeyin! Ne hikmetse, 1950'lerde birden öykülerimiz ve öykücülerimiz oluvermeye başladı!" demiş.
Batılı anlamda öyküde "anlatma, göster" mottosu var. Göstermek bir yerde Sartre'ın anlayışına ya da nihilizme, anlatmak tahkiyeye dayandırılıyor. Peki, bütün bu karmaşanın içinde biz kimiz? Bu muhafazakâr endişelerle sorulmuş bir soru değil aslında. Arjantinli yazar Jorge Luis Borges'in herkesin bildiği şu sözü de yukarıda anlatılanların kanıtı niteliğinde: "Ben diyelim ayda yaşayan bir adam üstüne öykü yazsam bile bir Arjantin öyküsü çıkar ortaya, çünkü Arjantinliyim; kaynağı da Batı uygarlığı olur, çünkü o uygarlıktanım." İşte Türk yazarın yazdığı metinler de bu toprakların sesini taşıyacaktır. Bu kaçınılmaz bir şey. Bana kalırsa, artık geldiğimiz yüzyılda türler arasında öyle kesin, derin çizgiler kalmadı. Bunun yerine ben kurmaca kelimesini tercih ediyorum. Kurmaca deyince buna roman da dâhil oluyor. Bence artık bir kurmacalar bir de öğretici metinler var. Şiir bunlardan ayrı bir yerde tabii. Edebiyat da insanlar gibi sürekli bir değişim içinde olduğundan sınıflandırmaların zaman zaman eksik kaldığı olur. Hayal gücü sınırsız ve evrensel bir kahkaha. Karakoç Kıyamet Aşısı'nda şöyle ifade ediyor: "Yeninin saygısı neye, eskinin yeniye sevgisi nerede? Eski zamanı yeni zamana ekleyerek onu bayatlamaktan kurtarmalı, onu tazelemeli." Bence bütün bunlardan evvel dili düzgün kullanmaya ve edebi eleştiriye ihtiyacımız var.
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
Yazmak için önce okumak gerekir. Ben düzenli bir okuyucuyum. Bunu bir disiplin içinde yaparım. Okumadan yazılabileceğini düşünmüyorum. Kusurlu metinlerin sorunu en çok bundan kaynaklanır aslında. Okuduğunuz her yeni yazardan başka bir şey öğrenirsiniz. Onun anlatı yöntemlerini bilmek, onunla yeni şeyler görmek, sizde yazma arzusunu tetikler, hatta zihninizde yeni bir tarzın ışığını yakar. Her yıl üç dergi takip ediyorum. Düzenli abone olduğum edebiyat dergileri var. Önceki soruda cevabını verdiğim gibi bence dergiler olmazsa olmaz. Yeni çıkan kitapları muhakkak okurum. Onlara karşı bir zaafım var. Yenilikçi bir yaklaşımla karşılaşınca heyecanlanıyorum, bazen bu benim aklıma neden gelmedi, diye hayıflandığım da oluyor.
Yazar: Müzeyyen ÇELİK K. - Yayın Tarihi: 07.03.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 06.03.2022 00:41