Günümüzün Anlatıcıları: Sümer Tek İle Konuştuk

Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken... Sizde hangisi daha etkili oldu?
Sümer Tek: İnsan, hayalleri için yaşar ama hayatı boyunca kendisinin aldığı kararlar yahut dış etkenler sebebiyle oluşan şartlara da uyum sağlamaya çalışır. Neden? Çünkü hayat, uyumsuzları kendinden uzaklaştırır, hatta aforoz eder. Bu sebeple hayatı anlamak temel kuraldır. Neden temel kuraldır? Çünkü insan, anlamadığı şeyi yönetemez.
Beni yazmaya sevk eden şey de anlama ihtiyacıdır. Neyi yahut kimi anlama ihtiyacı? Her şeyden ve herkesten önce kendimi anlama ihtiyacı. İnsan hayalleriyle güzeldir ama gerçekleriyle vardır. O varlığı güzelleştirmek biraz da hayallerimizi gerçeğe dönüştürmekten geçiyor. Yazarın kalemi eline alma gerekçesi ne olursa olsun, ortaya koyduğu ürün bu konuda önce kendine, sonra da okuyucularına yardımcı oluyorsa maksat hasıl olmuş demektir. En azından benim yaklaşımım bu şekilde. İçinde yaşadığımız zaman ve mekânın şartları da hayallerimiz de hayatımıza dahildir. İnsan hayal ve gerçeğin bileşkesidir.
Öte yandan, hayallerimizin tamamını gerçekleştirdiğimizde mutlu olacağımızın garantisi de yoktur. İşin özü, anlama çabasıdır. Eğer anlıyor ve anladığınız şeyi okuyucularınıza da anlatabiliyorsanız; kendinizi yazar olarak başarılı kabul edebilirsiniz.
Bununla beraber şunu ifade etmek isterim: hiçbir yazar yahut hiçbir kitap insanlığın sorunlarını tek başına çözmeye kadir değildir. Edebi yahut sanatsal eserlerin böyle bir iddiası da yoktur zaten. Olması da gerekmez. Kendimizi, içinde bulunduğumuz zaman ve mekânı anlayabiliyorsak, hayatımızı yönetebiliriz. Benim çabam bu yönde.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
Sümer Tek: Bu güzel sorunuza şöyle bir cevap vereyim: kutsal anlatı konusunda şairler zirvededir; romancılar ikinci, hikâyeciler ise üçüncü sıradadır. Tabii bu edebi türler için böyledir. Sanatın tüm dalları ve imkanları söz konusu olduğunda ilk sıraya bestekârları koyarım ben, sonra ressam ve heykeltıraşları. Evet, yazmanın kutsal bir yanı vardır; çünkü yazarlar ve şairler ilham perileriyle ittifak halinde üretirler. İlham kelimesi de tarih boyunca göksel bir çağrışım olarak kabul edilmiştir. Yapılan işin kutsal yönü bulunduğuna göre, yazarın da bunu göz önünde bulundurarak kalem oynatması gerekir. Çünkü yazı, insan türünün en değerli taraflarının ete kemiğe bürünmesidir. Nedir onlar? Akıl, ruh ve kalp. Yazı dediğimiz şey, bu üç varlığımızda damıtılan, daha sonra da bir annenin bebeğini dünyaya getirmesi gibi sancılı bir süreçten geçerek vücut bulan bir faaliyettir. Her şey, ilham denilen perinin, adeta ilahî bir emirle aklımıza bir fikir düşürmesi, o fikrin ruhumuzu kâh elemlendirip kâh neşelendirmesi, kalbimizi kıpır kıpır ettirmesiyle ilgilidir. Kalemin emir aldığı yerler akıl, ruh ve kalp, bu üçünün tahrik merkezi ise ilahî bir hediye olan ilhamdır.
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkânlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Sümer Tek: Doğrudan yazarın kimliği ve üslubuyla ilgili olan bu konunun bir şablona oturması gerekmez. Hatta, Mandıra Filozofu filmindeki repliklerden esinlenerek bu hususta şöyle bir tespit yapılabilir: Ben şablonlara karşıyım! Neden karşıyım; çünkü edebiyat da tıpkı hayat gibi sürekli bir akış içerisindedir. O akışa yapılacak herhangi bir müdahale doğallığına zarar verecektir. Kelimelerin de insanlar gibi hayat süreleri vardır. Bir kelimeyi dilden aforoz edemez yahut topluma zorla kabul ettiremezsiniz. Kelimelerin dansı olan edebi metinler de diğer edebi türlerden üslup transfer edebilir. Bunda bir sakınca yok bence.
Öte yandan, çağlar içerisinden süzülüp gelen tecrübeler ışığında konulan kaideler vardır, tıpkı bir inşaatın temeli, kolonları, tavanı, kapı yahut pençeleri gibi olmazsa olmaz kuralları vardır; bunları, çağın ruhuna ve idrakine uygun şekilde tedricen değiştirebilirsiniz, lakin kesin müdahalelerde bulunursanız depremlere benzer bir etkiye sebep olursunuz. Ben edebiyat konusunda tedrici, hayatın akışı içerisinde kendi cazibesine göre usulca, kendiliğinden, doğal bir şekilde gerçekleşen değişimlerden yanayım.
Yazarlar sadece toplumlara ayna olmazlar, hitap ettikleri kitleleri dönüştürmek, geliştirmek gibi de bir sorumlulukları vardır. Halkın idrakiyle oynayarak bunu başarmak son derece zor ve risklidir. İnsanların idrakine, zamanın ruhuna ve ritmine uygun bir şekilde her edebi tür diğerinden bir şeyler alabilir, verebilir. Modern yahut post modern imkanların tamamı yazarın emrindedir. O, istediği şekilde ve istediği kadar bunlardan istifade eder. Hatta işi bir adım daha ileriye taşıyarak sadece modern ve post modern değil, klasik edebi ürünlerin imkanlarından da yararlanmalıdır yazar. Klasiğin çağlara meydan okuyan gücü de yazarın imkanlar setinin bir parçasıdır. Burada önemli olan, ortaya konan edebi ürünün kalitesidir; aynı potaya konan edebi türlerin eklektik olmaması, ahenkli bir bütün oluşturmasıdır.
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Sümer Tek: Türkçenin 20'nci yüzyıldaki simyacılarından biri olarak gördüğüm Cemil Meriç, dergileri "hür tefekkürün kalesi" olarak nitelendirir. Kapanan her dergiyi de kaybedilen bir savaş, büyük bir hezimet hatta intihar olarak görür. Meriç'in bu sözünü çok sever ve çok anlamlı bulurum. Bu sebeple de edebiyat dergilerini bilhassa önemserim. Bu bağlamda okunan bir öyküyü, hızına yetişmekte güçlük çektiğimiz günlük hayatın koşuşturmacası içerisinde bir soluklanma molası, edebi dergileri ise oksijen çadırı olarak görürüm.
Edebiyat dergilerinde görünme konusuna gelince… Malum, çağımız iletişim çağı; fark edilmek önemli. Bu sadece bir yazarın takdir, alkış, beğeni almasıyla ilgili değil; bilâkis, yazarın fark ettiği şeyleri başkalarına da fark ettirme çabasıyla ilgili. Siz görüneceksiniz ki yazdıklarınız da görünür olsun; siz görüneceksiniz ki iyi niyetlerle ve insanların hayatına olumlu katkılar sunmak için kaleme aldığınız düşünceleriniz de muhatabına ulaşsın. Bu anlamda görünmek, bir istek değil mecburiyettir çağımızda. Göstermek istediğiniz kendiniz değildir aslında, yerine göre yakın çevrenizin bile fark etmekte zorlandığı cevherlerinizi, yani mücevher değerindeki düşüncelerinizi bir kuyumcu dükkânında sergilemektir.
Sorunuzun ilk bölümüne dönersek, edebiyat dergilerinde zaman zaman görünüyorum ve görünmek gerektiğini düşünüyorum.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Sümer Tek: Yazarken karşıma bir değil birçok, hatta binlerce, milyonlarca karakteri alıyorum. Okuduğum kitaplardan, izlediğim haberlerden, dinlediğim türkülerden, sohbet ettiğim arkadaşlarımdan, kişisel menkıbem sırasında hayatıma anlam katan kişilerden herhangi biri yazma işi sırasında bana eşlik ediyor. İyi ki de ediyorlar; zira, insan yazarken sessiz bir ortam arar ama öyküsünü kurgularken pek çok başrol ve yardımcı rol oyuncusuna ihtiyaç duyar. İşte onlar, yazarken karşımıza oturttuğumuz gerçek yahut hayali karakterlerdir. Onlarla sürekli söyleşirim, kahramanlarımı okuyucularıma en doğru şekilde anlatabilmek için onlarla empati geliştiririm. Anlayacağınız, yazı masamın etrafı hayli kalabalıktır!
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasanız ne olur?
Sümer Tek: Her insan, adını nasıl koyarsa koysun, gök kubbede hoş bir seda bırakmak ister. İnsanlara ibret değil örnek teşkil edecek bir ömür sürmek ister. Ben de kendimce gök kubbede hoş bir seda bırakmak, insanların bu yoldaki çabalarına katkı sunmak, "Bu dünyadan bir Sümer Tek geçti" demek, belki de en uygun tabirle "kendimi gerçekleştirmek" istiyorum. Yazarak, aslında kendimi tamamlıyorum. Yazmasaydım eksik kalırdım, diye düşünüyorum. Kim eksik kalmak ister ki? Üstelik pek çok insanın bırakın etrafındakileri, kendi cevherinden bile habersiz olduğu bir çağda bu çabanın çok anlamlı olduğunu düşünüyorum ve herkese tavsiye ediyorum. Kendini gerçekleştiremeyen insanların son nefeslerini verdiklerinde hepimizin istediği o huzur ve mutluluğa erişemeyeceği kanaatini taşıyorum.
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
Gandi şöyle diyor: "Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür. Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür. Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür. Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür. Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür. Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür. Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür."
Ben inançlı bir insanım, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğini inanırım. Lakin kaderimizin hayallerimizle örtüşebileceğine, bunun için gayret sarf etmemiz gerektiğine de inanırım. Bu sebeple yaptığım kurguların sadece benim değil, okuyanların da kaderine olumlu etki yapması için çabalarım.
Sorunuza dönersek; evet, öykülerimde yaptığım kurgunun kaderimi etkileyeceğine inanırım.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
Sümer Tek: Bir bakıma hayat, yarıştan ibarettir. Ömrümüz boyunca sürekli rakiplerimiz vardır ve biz onları geçerek hedeflerimize doğru yürüme telaşıyla çabalar dururuz. Bu yarış, hayatın kendi normal akışı içerisinde de ortaya çıkabilir, yaşadığımız şartların dayatmasıyla da… Lakin bence asıl önemli yarış, insanın kendi içinde ve sürekli devinim halinde olan yarıştır. Bundan neyi kastediyorum? İnsanın kalbinin mutmain, aklının ikna ve hayatının yaşanabilir olmasını kastediyorum.
Faaliyet alanınızdaki tüm rakiplerinizi geride bırakabilirsiniz, hatta geçmişte o alanda üretim yapan kişileri bile gölgede bırakabilirsiniz; eğer kendinizle barışık değilseniz, sürekli yenilenerek aklınızı, kalbinizi, ruhunuzu tatmin etmemişseniz; yarışınız henüz sona ermemiş demektir.
Beğenerek okuduğum, imrendiğim, örnek aldığım öykücüler elbette var; lakin onlarla yarışmayı değil, onlardan ilham almayı, kendim olmayı tercih ediyorum. Anlayacağınız, benim yarışım daima kendimledir; kalbimi, aklımı ve ruhumu ikna edebilmekle ve kendimi geçmekle ilgidir.
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
Sümer Tek: Evet, bu tarz yaklaşımlardan haberdarım; kısmen doğru olduğunu düşünmekle beraber her ikisini bir arada yürüttüğümden bu konunun üzerinde fazlaca durmuyorum. Su yolunu bulur. Bugün modern bir yaklaşım olarak duran "öykü" kavramı, bazılarına göre hikâyeciliğin günümüzdeki yansımasıdır. Tarih, çağları kucaklayan ve aşan, geçmişten ilham alıp geleceği şekillendiren bir olgudur. Hikâye yahut öykü olarak adlandırmak, yapılan işin, ortaya konulan ürünün fonksiyon yahut kalitesine halel getirmez. Ürün, kendisini zaten tarif eder. Okuyucu, okuduğu şeyi beğeniyor ve içselleştiriyorsa mesele kapanmıştır.
Hatta farklı bir yaklaşım ortaya koyarak şöyle bile diyebiliriz: eğer hikâye ile öykü arasında bir ayrım yapılacaksa, gerçek hayatla ilgili olan yahut kurgulanan şeklinde ayırmak çok daha fonksiyonel olabilir. Çağımızın ruhu ve hayatın ritmi, böylesi bir ayrımın çok daha rasyonel olabileceğini gösteriyor. Üstelik bu yaklaşım, diğer edebiyat türlerine de pekâlâ uyarlanabilir.
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
Sümer Tek: İyi bir öykü okuruyum. Öyküleri ve öykücülüğü çok seviyorum. Hatta içinde bulunduğumuz bilgi ve iletişim çağının ruhuna en uygun edebi tür olduğunu düşünüyorum. İlk kitabım Efeli Hayriye'de yirmi üç öykü vardı. Öykülerimin kısa bulanlar olmuştu. Onlara şu cevabı vermiştim: Günlük hayat akışındaki iş molalarınızda yahut yatmadan önce bir almanız için kısa yazıyorum. Hayatın akışı çok hızlandı. Önceki çağlar, barındırdıkları onca savaşa, kitlesel göçe, ulaşım ve haberleşme teknolojisinde yaşanan devrim niteliğindeki sıçramalara rağmen içinde yaşadığımız çağın "an" kadar kısa bir dilimiyle bile kıyaslanamaz. Öykücülüğün önümüzdeki yıllarda çok daha revaçta olacağını, diğer edebiyat türleri arasında daha da ön plana çıkacağını, hatta yüz-iki yüz kelimelik öykülerin popüler olacağını düşünüyorum. Bunun sebebini de zamanın ritmiyle açıklıyorum. Eskiden bir ayda yaşanan olayları bugün birkaç saatte yaşıyor insanlık. Bakmasını bilenler için dünya, bir öykücü cennetidir; öykü konusu bulmak, hiçbir devirde bu kadar kolay olmamıştır.
Yazar: Müzeyyen ÇELİK K. - Yayın Tarihi: 07.02.2025 09:00 - Güncelleme Tarihi: 31.01.2025 10:24