Günümüzün Anlatıcıları: Tuncay Günaydın İle Konuştuk

Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken... Sizde hangisi daha etkili oldu?
Ayrı düşmek.
Çok geç yaşta kitaplarla tanıştım diyebilirim. Bu yüzden hayallerimde yazar olmak yoktu. Kitaplar hayatıma girdiğinde ayrı düşmeyi güzelce öğrenmiş bulunuyordum. Her ayrı düşmenin kelimeleri oluşmaya başladı dünyamda. Aynı zamanda yazmaya başladım. Kimselere denilmeyecek şeyleri yazdığımda saklanacak muazzam bir mağara bulmuştum. Sihir gibiydi.
Ayrı düşmeyi her manada anlayabiliriz. Çocukluktan, gençlikten, sevdalardan, yerinden yurdundan, gidenlerden, gelip yoksun olanlardan. Bütün bu ayrı düşüşleri kimseye fark ettirmeden yaşamak yazmakla birlikte hayatımda anlam kazanmaya başladı. Hala ayrı düşmeler yazmaya giden ana yoldur benim için.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
Anlatı insanın en öz ihtiyaçlarından biridir. İnsanlık tarihi anlatının tarihidir doğal olarak. Bütün kutsal kitaplar anlatı üzerine inşa edilmiş. İnandığımız kitap değişik kıssalar anlatmaktadır. Arıyı, rüzgârı, dağları, kadınla erkeği konu edinen ayetler vardır. Değişik dönemlere ait kıssalar anlatılmaktadır ve bunların muhatabı bizzat insandır. İster istemez bu muhataplığın yansımasıdır insan. Muhatap olduğu şeyi yaşayacaktır. Anlatma ihtiyacını öyle veya böyle karşılamak zorundadır. Bundan dolayı anlatının kutsal yönünü öpüp başıma koyarım.
Anlatının kutsal yönüne inanmakla beraber ebedi manada insan anlatısının kutsal olduğunu düşünmüyorum. Yazar kutsal yansımalı iş yapsa bile bizzat kendisi ve yazdığı kutsal değildir günün sonunda. Böyle bir yanılgı varsa bu yanılgının anlaşılması ve aşılması gerekiyor.
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkânlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Anlatının şablonu olmaz. Bunun yanında anlatı kendi mecrasında genel kabul gören bazı kuralları içermezse zaten kaybolup gidiyor. İçerik ve biçimsel olarak denenen bazı anlatıların boşa uğraş olduğunu görür görmez anlıyorsunuz zaten. Anlatının ne olduğu belli olmayan bir metin haline gelmemesi için bir şablon koyulmalı belki de.
Türlerarası etkileşimde en çok şiir ve hikâyenin iç içe girmiş halini seviyorum. Özellikle şiirleştirilmiş hikâye metinleri dikkatimi çekiyor. Hızırla Kırk Saat, Ben Ruhi Bey Nasılım ve Erbain gibi eserleri dönüp dönüp okurum. Son yıllarda Cevdet Karal'ın ve Cahit Koytak'ın şiir kitapları benim açımdan hikâyeye şiir gömleği giydirilmiş en güzel örneklerdir.
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Edebiyat dergilerine önem veriyorum. Yaklaşık on yıldır dergilerde görünürüm ve görünmeye devam etmek isterim kabul ederlerse.
Dergilerin eski önemlerini yitirdikleri gerçeğini kabullenmemiz gerekiyor.
Özellikle yazma serüveninin başlangıcında dergilerde daha çok görünmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Günümüzde yazılan metni değişik mecralarda yayımlatma imkânı fazla olmasına rağmen editörlerinin gelen metinleri iyi değerlendiği dergiler yazana kıymet katmaya devam ediyor. Bu sayede kurulan iletişim bile yararlı oluyor yazar için.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Çoğunlukla yazacağım öykünün kurgusu ve karakterleri genel hatlarıyla hazır hale geldiğinden dolayı muhatap almaya gerek kalmıyor. Tasarladığım şeyi kısa sürede yazamadığım zaman karakterlerle muhatap oluyorum. Tabi bu muhataplık yazı yazmak için masaya oturduğumda neredeyse görmezden gelmeye dönüşebiliyor.
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasanız ne olur?
Yazma ihtiyacı eksikliğimden kaynaklanıyor sanırım. Buna yabancılık da diyebiliriz. Çocukluğumdan beri her yere ve her şeye yabancı olma hissiyatı yakamı hiç bırakmadı. İlçe pazarına indiğimde orada yabancıydım. Dudağına çatalı değdirmeden yemek yiyen birini ilk defa gördüğümde ben o yemek yeme şekline yabancıydım. İnsanın yaradılışında olan bu dünyaya yabancı olma durumu her şartta beni yoklar durur. Belki bu sahtelikten kurtulmak için yazıyorum. Eksik kalmış yerlerimi yamamaya çalışmak uğraşısı bu.
Çoğunluktan korktuğum için yazıyorum ikinci olarak. Yazmasam bu acayip hercümercin içinde yitip gitme tehlikesi var sanki. Yazmasam gecelerin ve öğretilen kelimelerin heba olacağından korkarım. Yazmak faniliğimin en güzel yolluğu oldu bu yüzden.
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
Kader ve kurgu iç içe kavramlar benim için. Dönem dönem yazdığım karakterle yatıp kalktığım oluyor. Yıllarca hasbihal ettiğim dostlarım var karakterlerim arasında. Perdesi Yırtık Dünya kitabımda Bir Binanın Muhtasar Yazgısı adında bir öyküm var. Bu öyküde asırlık bir bina anlatılıyor. İşte ben o binayı kim bilir kaç defa yıkıp yeni baştan inşa ettim. Her karesini hayal edip durdum. Bütün bunları işteyken, yürürken, otobüs beklerken, film seyrederken, başkalarıyla vakit geçirirken yapıyor insan. O binayı kimselere fark ettirmeden harap ediyor yeri geldiğinde ve binanın göçerken çıkardığı çatırtıyı ancak kendisi duyuyor. Yani kurgu artık hayatınızın bir parçası haline geliyor. Yazar için kurgu kadere dahil olmuş oluyor.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
Yarış demeyelim biz buna. Takdir etmek diyelim. Birçok öykücü var kitaplarını okuduğuma sevindiğim. O kitapların içinde bu öyküyü ben yazmak isterdim dediğim öyküler çok olmuştur.
Ali Ayçil'in Sur Kenti Hikâyeleri kitabını ne kadar övsem azdır. Birine kitap hediye edeceksem ilk tercihim bu kitap olur okuduğum günden beri. Ali Ayçil'i tanısaydım, edebiyat haritasına muhkem bir kent yerleştirdiği için her gördüğümde teşekkür ederdim.
Mustafa Şahin'in Gömleği Yalnız kitabını da çok beğenmiştim. Anlatımı ve kullandığı dil açısından farklı bir kitap vardı karşımda. Öykülerin kurgularındaki belirsizlikle, konularındaki atlamalarla, nerden çıktığı belli olmayan karakterleriyle bir kitabı güzel yapmanın formülü gibiydi.
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
İlk kitabım "hikâye" etiketiyle, ikinci kitabım ise "öykü" etiketiyle çıktı. Dolayısıyla bu konu hakkında ne desem bilmiyorum. Ama eskiden "hikâye yazıyorum öykü diye yayımlanıyor" diyordum. Bunu derken yazdıklarımın hikâye olmasına gönlüm razı geliyordu. Şimdilerde aynı razılıkta değilim. Hikâye nerde biter öykü nerde başlar (tam tersi de olabilir) tam manasıyla bilmiyorum. Böyle bir ayrıma gerek var mı ondan da emin değilim. Hikâyeyi veya öyküyü yok etme çabasını anlamıyorum.
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
Günümüz öykücülerini özellikle takip ederim. İlk kitapları okumaya çalışıyorum. Öykü hakkında yazılan kitapları da takip ederim. İyi bir öykü okuru olduğumu ve iyi bir öykü kitaplığına sahip olduğumu söyleyebilirim.
Düzenli olarak takıp ettiğim dergiler var. Bazı dergileri ara sıra alıyorum. Yayımlanan dergilerden genel olarak haberdar olmaya çalışırım. Fakat çoğunun dağıtım sorunundan dolayı ulaşılma problemi var.
Son yıllarda epey adı anılan ve benim de yeni okuduğum Juan Rulfo'nun Pedro Paramo kitabını önermek isterim. Başka toprakların bize benzeyen hallerini anlatıyor.
Yazar: Müzeyyen ÇELİK K. - Yayın Tarihi: 09.12.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 08.12.2022 22:54