Günümüzün Anlatıcıları: Vildan Külahlı Tanış İle Konuştuk
Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken... Sizde hangisi daha etkili oldu?
Mesele yazmak olunca bunların hepsi aynı potada eriyor sanki. O itki tek bir nedene bağlanamayacak kadar derin geliyor bana. Sırrı kendinden mülhem bir yolculuk hali gibi. Açıkçası yazmaya başladığım ilk zamanlar bunu daha fazla düşünüyordum. Neden yazıyorum? Cevapları sürekli değişen, bulduğu her cevabı her seferinde akla ve kalbe daha yatkın bulan bir ben vardım. Fakat bu kadar devinim yaşayan yanıtlar belki de dediğim gibi tek bir yanıtımın olmamasından kaynaklanıyor. Belki yeni bir sebep aramaya devam ederim. Bulduğumu zannederim ve sonunda yine, yeniden yazabildiğim için yazıyorum derim.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
Yapılan ve yaşanan hiçbir şeye kutsallık yükleme taraftarı değilim. Bu sadece yazmak üzerine değil. Annelik, kadınlık, öğretmenlik, yazarlık her ne ise. Bu kutsal atfetme durumu bana biraz da tehlikeli görünüyor. Kutsallık bütün hatalardan azade bir çemberin içine sokuyor sanki bizi. Ve o çemberin içinde kendini görmek, yaptığın işi en objektif haliyle görebilmek mümkün mü sorusunu doğuruyor. Kutsallık haresiyle etrafımızı saran her şeyin, bir gün o harenin içine bizi hapsedeceğini düşünüyorum. İnsanız. Ve insan olmanın eksikliği, hamlığı, sorunsallığı içindeyken yazmak nasıl kutsal atfedilebilir bilmiyorum. Benim nazarımda yapabileceği en güzel yemeği yapmış biriyle, elinde kalem tutan biri arasında bir fark yok açıkçası.
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkânlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Metinlerarasılık postmodern edebiyatın sevdiğim imkânlarından biri. Çizgide Bir Kukla'da da kullanmaktan keyif aldığım, dahası okurla buluştuktan sonra onlarda da karşılık bulduğunu gördüğüm öykülerim var. Hayatın içinde de bir kapının başka bir kapıyı açması, yeni bir kapı açamasa da en azından bir pencere aralamasını seviyorum. Bir metnin sizi başka bir metne sızdırması, okurun da bu yolculuğa dâhil olması hoş geliyor bana. Yazarla okur arasında gizli, örtük bir anlaşma gibi.
Bir şablona oturtma meselesine gelirsek ben hiçbir edebi türde kesin çizgilerin, tanımların, taslakların keskinliğine inanmıyorum. Bir gün öyle bir metinle karşı karşıya kalırız ki oluşturduğumuz bütün şablonlar tepetaklak olur. Edebiyat gücünü bence tam da bu damardan alan bir alan.
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Kitabım çıkmadan evvel yaklaşık 4-5 sene işin mutfağında vakit geçirmiş biriyim. Dergileri ve orada yer almayı, kitaptan evvel küçük bir okur kitlesi oluşturmayı ve yazdıklarınıza dair onlarda bir fikir oluşturma yönünü seviyorum. Elbette bu yolu tercih etmeyenler de olabilir. Bu benim izlediğim bir yoldu.
Artan maliyetlerle birlikte dergilerin fiyatlarındaki yükseliş onlara erişebilirliğimizi kısıtlasa da mümkün olduğunca takip etmeye çalışıyorum. Bir dergide şahane bir öykünün başında daha önce rastlamadığım bir isme rastlamak beni heyecanlandırır mesela. Ya da henüz kitabı olmayan ama dergilerden ismine aşina olduğum bir ismin metnine şahitlik etmek. Bunlar da benim küçük dünyamın mutlulukları: ) Kapanan, zora düşen her derginin de canımızı acıttığını belirtmek isterim. Dilerim var olan ve yola henüz başlayan ya da başlayacak olanların yolu uzun olur.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Yazarken karşıma kimseyi almıyorum desem de inandırıcı olur mu, bilemedim. Herkesin yazarken karşına aldığı biri vardır diye düşünüyorum. Yoksa neden yazalım? Bu "biri" belki de yazar kimliğinin dışında bir okur olarak yazarın kendini karşısına alması da olabilir. Kim olursa olsun karşımdaki, dünyanın en iyi okuruymuş gibi düşünüyorum. Yine buraya bir şerh düşmek isterim, iyi hikâye yazabilmenin yolu belki de yazdıklarımızı kimsenin hatta kendimizin bile bir daha okumayacağını düşünerek yazmaktan geçiyordur. Belki o zaman kalemimiz bizi tam da istediğimiz yere götürür. Kim bilir?
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasanız ne olur?
Yazamasam ne olurdu, belki daha rahat bile ederdim. Yazmak bitmek bilmeyen bir zihin işçiliği. Bir şeyler izlerken, birilerini dinlerken, önünüzdeki işi yaparken akıl hep başka yerde. Ve bu çok yorucu. Belki biraz da deli işi. Çocukların banyosunu yaptırmış, yarınki giysilerini ütülemiş uyumak için henüz biraz vakti olan birinin iç huzurunu çoğu zaman yaşayamıyorum. Fakat içimdeki boşluk da yazmak dışında başka bir şeyle dolmuyor. Yazarın dediği gibi dolmayan boşluklar ve atılamayan fazlalıklar arasında salınıp gidiyoruz.
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
Kurguların kaderimi etkilediğimi söyleyemem belki ama yazmaya başladıktan sonra insanlara, olaylara bakış açımın oldukça fazla değiştiğini söylebilirim. İnsanın ne kadar çetrefilli bir varlık olduğunu daha net görmeye başladım. En yapmam dediklerimizi ne olursa yaparız, ne yaşarsak bir daha aynı kişi olamayız, neyle karşılarsak içimizde o hep bastırdığımız ama açığa çıkmak için fırsat kollayan diğer kimliğimizi görünür kılarız… Bütün bunların cevabı insana dair daha geniş bir pencere açıyor bana. Haliyle yazdıklarımız yazgımızı etkiliyor mu? Doğrudan olmasa bile dolaylı olarak evet.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
Öykücülerde işler son dönemde biraz karışık malum J
Soruya gelecek olursak çağdaşlarımdan kimi geçmek isterdim? Çok zor bir soru. Çok iyi yazan kalemler var. Ayhan Koç'un kurgularını kıskandığım doğrudur. Sema Kaygusuz'un dil işçiliğine haset duymamak elde mi?
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
Ben kavramlara sınırlara çok fazla takılan biri değilim. İsteyen hikâye der isteyen öykü. Öykü dediğimiz türün bile bin farklı tanımını yapabiliriz. Bu öyküdür, değildir dediğimizde bile onlarca tez- antitez üretebiliriz. Fakat kişisel tercihime gelecek olursak ben öykü demeyi tercih edenlerdenim. Hikâyenin öyküleştirilerek bir tür haline geldiğini düşünüyorum. Yaşamımızdan onlarca yüzlerce hikâye gelip geçerken bunlardan öyküleştirilecek olabileceklerin kaleme alınmaya değer olduğuna inanıyorum. Her yazarın söylediklerinin kendini bağladığını düşünürsek sanırım benim tanımım, tercihim de bu.
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
İyi bir öykü okuru olmadan iyi bir öykücü olmak mümkün mü? Hatta biraz daha genelleyip iyi bir okur olmadan iyi bir yazar olmak mümkün mü? Kendimi bu konuda hep yetersiz hissederim. Evde okunmamış onlarca kitap, sepetimizde bekleyen kitaplar, sepete atılmak için ekran görüntüsü alınmış kitaplar, arkadaşlardan "ben bunu okuyup sana veririm" diye alınmış kitaplar… Bütün bunlar varken iyi bir okurum demek bana biraz iddialı geliyor. İyi bir okur olmaya gayret gösteriyorum diyebilirim. Çağdaşları mutlaka takip ederim. Yeni çıkan kitaplardan haberim olur. Sepetime eklerim: ) Her ay farklı bir dergiyi almaya çaba gösterir isimlere dikkat kesilirim.
Son dönemde Elvan Kaya Aksarı'nın Vacilonda Yayınları'ndan çıkan Saatçi İbrahim Efendi adlı novella diyebileceğimiz uzun öykü kitabı ve yine aynı yayınevinden çıkan Pandispanya Gazetesi son dönem ilgimi çeken, beğenerek okuduğum kitaplardan.
Yazar: Müzeyyen ÇELİK K. - Yayın Tarihi: 30.11.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 29.11.2023 17:05