Günümüzün Anlatıcıları: Yasin Gültekin İle Konuştuk

Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken... Sizde hangisi daha etkili oldu?
Hayaller elbette ağır basar. Çünkü bana göre yazma eylemi kaygısız olmalı. Bir beklenti veya bir kazanç beklenmeden yapılmalı. Hiçbir insan bir hayalle doğmaz. Hayaller, yazma sürecinde iç dünyamızı aktarmada yardımcı rolü olarak tanımlanabilir. Yazmak eylemi başlı başına büyülü, gizemli, beceri barındıran çok ciddi bir iştir. Bir şeyleri anlama işidir yazmak eylemi. Yapmaya çalıştığım tamamen kendi ruh dünyamdan taşanları kâğıtla buluşturabilmek. Bunun içinde duyarlılık da var, her şeye. Algılarımızın her şeye açık olması da var. Hayaller gerçeğe dönüşünce bu defa da yazmak fiili ekmek kadar, su kadar bir ihtiyaç haline dönüşebilmektedir. Hepimizin dünyası gündelik olarak bir akış içerişindedir. Huzursuzluklar, mutlu olmalar, iyimser bakmalar bunlar bizim ruh dünyamızı şekillendiren, ona yön veren hallerdir. İşte bu noktada yazma eylemi bir arınma olarak, bir tedavi olarak hayatımızın içerisindeki konumunu alır. Bir varlığı, canlıyı, duygu durumunu iyiye yöneltmektir biraz da. Ömür boyu da sürecek olan bir durumdur. Yazmak da bir iletişim şeklidir. Örneğin; Dostoyevski dediğimiz adam, kimsenin inanmadığı, babasının bile nefret ettiği, kumarbazın, yalancının tekiydi babasına göre. Kafka, dünyanın en aptal ve cesaretsiz adamıydı dışa dönük olarak. Kendisi için ölümü göze almış, sevgilisi için patronundan iki saat bile izin alamayan bir adamdı. Ama iç dünyasında her şeyden soyutladığında, Dönüşüm'ü, Ceza Sömürgesini, Köy Doktoru'nu yazmıştır. İşte anlatının, anlamanın en somut örneğidir.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
Anlatmak ve anlatının kendisi kutsaldır. Anlatmak, dünyaya gelen ilk insanla başlar. Bir şey istediğinde bunu anlatırsın, istersin. İfade etme şeklidir. Masallar, efsaneler, mitler, sözlü gelenek ürünleri, tarihi olaylar bir anlatı sonucu doğmuştur. Kutsal metinlere baktığımızda inançla iç içedir. Semai dinleri düşündüğümüzde, dört kitabı düşündüğümüzde anlatının kutsallığının farkına varıyoruz. Ama her anlatı için bunu demek mümkün değildir. İnsan elinden çıkan şeyler için kutsallık atfetmek anlatının kutsallığına uymayabilir. Özellikle günümüz toplumunu düşündüğümüzde insan eliyle yapılan şeylerin o kadar da kutsal, temiz olduğunu söyleyemeyiz. Sanatını en iyi şekilde ortaya koyan yazarlar, şairler, müzisyenler, destan ve hikâye anlatıcılarını ayrı tutmak gerekir. Yazmak deyince insanın ete kemiğe bürünmüş halidir demektir. Akıl, ruh, kalp üçgenini dengede tutarak bir işi yapmak elbette kutsaldır.
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkânlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Günümüz okuryazar anlayışı, şartları, okuma tarzları gelişen, dönüşen dünyadan bağımsız değildir. Her şey puzzlenin bir parçası gibidir. Yazan da, okuyan da, çizen de kendini aşmayı ister. Dönüşen ve beraberinde değiştiren bir dünyada sabit kalmak mümkün değildir. Edebi yöne bakarsak türler arasında akrabalık, benzerlik muhakkak olmalı. Öyküyü şiirden bağımsız düşünemeyiz. Romanı öyküden, şiiri tiyatrodan. Öykü, şiirin kız kardeşi gibidir. Yazan kişi farklı denemeler de yapmalıdır. Tekdüze sistemden çıkmalıdır bence. Çoklu zenginlik ruhu bir ormana dönüştürebilir. Edebiyat, akışkandır. Anlatıcının anlattığı şeyde akışa engel olabilecek kurallardan sıyrılmalıdır zannımca. Metin doğallığına bırakılmalıdır. Her metinde mutlaka az çok şiirsellik bulunur satır aralarını doğru okursak. Italo Calvino / Görünmez Kentler adlı kitabı buna en güzel örnektir. Mesela, şehirlerin tasvirlerini beklerken, enteresan bir metinle karşılaşırsınız. Marco Polo ve Kubilay Han'ın sohbetleriyle derinlikli bir masala dönüşüyor. İmgelem anlatımıyla, kentler arasında düşler kurarak ilerliyorsunuz. Roman, öykü, masal iç içe. Yazı bir bütündür.
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Şu anda Güfte Edebiyat dergisinde, yayın kurulunda kıymetli yazarlarımızla beraber yol alıyoruz. Evet. Görünmekte de fayda var. Dergiler bir atölyedir. Orada pişersin, hamlığını atarsın, deneyimleyerek birçok şeyi, kendi rengini, duygu duruşunu, üslubunu, türler arasındaki farklılığı tadarsın. Dergiler, ülkede edebiyat olarak sanatların nabzının attığı yerdir. Edebiyat mahallesinin sokaklarıdır dergiler. Öykü türünde dergilerde bulunmaya gayret ederim. Yazdığınız şeyi paylaştığınız oranda mutlu olursunuz.
Dergicilik, çok ciddi bir iştir aynı zamanda sorumluluk da gerektirir. Günümüzde matbu dergilerin sayısı giderek azalıyor. Kâğıt ve ekonomi dengesi maalesef edebiyata da bazen yön verebiliyor. Ama karamsar olmamak lazım dijitalde de yayın yapılabilmektedir. Aynı tadı vermeyebilir. Bir diğer husus da yazarların yazdıkları şeyleri ortaya çıkarma, gösterme alanı da sağlamaktadır dergiler. Bu anlamda dergileri kıymetli buluyorum.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Kendi kendimin muhatabıyım diyebilirim. İnsanın en çok kendiyle derdiyle olur. Kendiyle kavgası, kendiyse muhasebesi. Kurguyla bağım olduğu için odak noktası tamamen kurgu diyebilirim. Neden mi gerçek olan şeyler zaten hayatta var, olmuş da. Bu tamamen gerçeklerden kaçtığım anlamına da gelmesin. Elbette, gerçek hayattaki olaylar, durumlar, kişiler, kişisel meseleler etkiler beni. Bunlardan yola çıkılarak kurguyla devam ediyorum. Daha çok kendi zihnimde yarattığım, kurguladığım karakterle yazıyorum. Tüm vasıfları ona yükler onun çevresinde, dünyasında metnimi kurgularım. Hiçbir şey yazdıklarımdan beni soyutlamaz ama tüm yazdıklarım benim hayatımdır değildir. Yazanı harekete geçiren birçok şey olabilir. Yazmak eylemi, genel manada dış etkenleri yani çevreyi, dünyayı, insanı, olayı, rahatsız edici bir durumu; özelde ise kendimizi, anlamak ve anlatmak üzerinedir. Kendini çözümleyebilmesidir bir bakıma. Ne anlattığın kadar neyi nasıl anlattığın da o kadar önemlidir bana göre.
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasanız ne olur?
Buna kendini ve iç dünyasında kaynayan şeyleri anlatmak derim. Ki yaşadığımız ülke bir şeylere sığınmaya müsait. Ben de kendime ve kitaplara sığınıyorum. Sığındığım şeylere ruha iyi gelmeye başlayınca bunu paylaşma gereği duyuyorum. Zaten yazdığımız şeyleri paylaşamayacaksak neden yazıyoruz ki? Bunu yanında çok zengin bir kültürel coğrafyaya sahibiz. Yazmasaydım çıldırmazdım elbette. Bazen de yazarak çıldırmamak mümkün değil. Kafanda olan biten her şeyi yazmak gibi çıldırtıcı. Yazınca da bitmiyor. Değil midir baki kalan bu âlemde hoş bir sada imiş.
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
Hayır. Kaderimi değil belki yaşayış tarzıma, iç hesaplamalarımın çözümlenmesi konusunda yazdığım şeyleri kayda değer buluyorum. Bu bir süreçtir yaşam boyu devam eder. Net bir cevap vermek de biraz keskin olur. Ne yazsak da kaderimiz değişir mesela? Bir gün bir kitap okudum hayatım değişti. Benim hayatımı değiştiren bir kitap veya şu yazdığım şeyler hayatımı değiştirdi diyebileceğim bir öyküm de olmadı. Tesirleri çokça olmuştur elbette. Bende öykünün oluşumu gerçekle düş arasında gidip geldiği için tam bir zemine oturtamıyorum beni ne kadar etkilediği konusunda. Algılarımızın bizi yönlendirdiği bir durum bu. Önemli olan şey yazdığınız şeylerin, kurgunuzun okuyucuya nasıl geçtiğidir. Ne derece etkilediğidir.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
Yazan bir insanın içinde sevgi olmalı. Azalmamalı da. Bir yarış olarak olaya bakmıyorum. Sonuçta kimsenin kafasına çekiç vurularak, başında bekleyerek olacak bir eylem değildir yazmak. Elbette yaşadığımız şeylerden bağımsız değildir yazdığımız şeyler, bunun çoğunluğunda kendimizi anlatıyorsak, öykü, roman, şiir için diyorum, neden kendimizi başkalarının yazdıklarıyla mukayese edip bir yarış içine girelim ki? Hiç böyle düşünmedim. Çok değerli kalemler var elbette. Zafer Çarboğa, Ayşe Ay, Veli Ay, Sümeyra Öz, İbrahim Altun, İbrahim Karahan, Songül Uslu, ilk akla gelen ve yakinen tanıdığım kalemler. Çağdaş edebiyata ve geçmiş edebiyatımıza yönelirsek ki; hepimizin referanslarıdır. Yazan insanların mutlaka en az bir kitabını okuduğu, edebiyatımıza yön veren ustalar bunlar. Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Nazım Hikmet, 2. Yeniciler, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Hasan Ali Toptaş, Firuzan, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Rasim Özdenören… Bu liste böyle devam eder. Dünya edebiyatı hakeza. Geçmek istediğim bir yazar yok. Okumak istediğim şeyleri yazmaya, yazmak istediğim şeyleri de okumaya gayret ediyorum.
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
Bu iki kavram bir bütün ve çember halindedir. Büyük ve küçük çember. Kesin bir ayrım yapamayız. Bunlardan önce yazdığınız şeyin bir edebi değerinin olması gerekir. Öykü, hikâye / anlatmaya giden bir basamaktır, yoldur, hikâyeyi oluşuma hazırlayan alandır. Çünkü bir yazdığımız şeyleri anlatırız, hikâye ederiz. Hikâyenin mutfağı, öyküdür. Hikâye sözlü edebiyatımızın ürünüdür. Öykü ise modern bir kavramdır. Öykünün önemi burada yatar. Dergilerdeki tartışmalar bitmeyecektir. Hepimizin bir öyküsü olabilir anlatılamayan, gizlisinde saklı duran. Bunu anlatırsak hikâyeye dönüşür, yani anlatmış oluruz.
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
Her şeyden önce iyi bir okurum diyebilirim. Yazmadan önce çok iyi bir okur olmanız gerekiyor. Dergiler bu konuda, çeşitlilik konusunda çok ayrı bir yere sahip. Yeni çıkan tüm öykü kitaplarını takip etmek mümkün değil tabi. İçinde bulunduğum Güfte Edebiyat dergisinde çok iyi kalemlerin yazılarıyla tanışmak iyimser yanıma çok iyi geliyor. Keza Pencere Edebiyat dergisinde de. Kitap önerisinde bulunmak şahsi okumaya dayandığı için doğru bulmuyorum açıkçası, liste de uzayıp gider. Bir öykü kitabında ne anlattığına değil nasıl anlattığına bakarım daha çok. Elbette yakın çevremde birçok değerli kalem var. Bir isim vermek doğru olmaz. Kalemini beğendiğim, keyifle okuduğum, bir şeyler yazdığında çıkarmasını merakla beklediğim isimleri 2 soru önce belirtmiştim. Ben edebiyatımızdan birkaç isimle bu soruya cevap verebilirim. Firuzan, Hasan Ali Toptaş, Yusuf Atılgan, Vüsat O. Bener, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik Abasıyanık… Dünya edebiyatından; Aleksandr Puşkin, R. M. Rilke, Lev Tolstoy, Anton Çehov, Edgar Allan Poe, Nikolay Gogol…
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Yazar: Müzeyyen ÇELİK K. - Yayın Tarihi: 18.06.2025 09:00 - Güncelleme Tarihi: 11.06.2025 16:27