Hasan Öztürk ile “Gündem Edebiyat” ve “edebiyatın gündemi” Hakkında Konuşma
Hasan Öztürk ismi sürekli kitaplarla haşır neşir olan, iyi bir edebiyat okuru, dergici, yazar, eğitimci olarak bizde yer ediniyor. Sizi daha iyi tanımak için soruyorum: Hasan Öztürk kimdir? Kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Bu sorunun cevabı, edebiyat adına yapıp ettiklerimden zor geldi bana açıkçası. Hadi, “tanıtmak” deseydiniz alışılageldik biçimde bir kısa biyografi yazar geçerdim ancak bir insan, kendisini “tanımlamak” durumunda kalınca ne yapar, bilemiyorum. Önce kendimi tanıtayım ‘kimdir’ sözcüğünden aldığım güvenceyle. Hasan Öztürk, 1961 Araklı (Trabzon) doğumlu. İlkokul ve ortaokulu Araklı’da okudu, Trabzon Erkek Öğretmen Lisesinden mezun oldu (1978). Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983). Önceki başlangıçlarını saymazsak -gerek de yok- yazıya, 1980’li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda Türk Edebiyatı ve Millî Kültür dergilerinde edebiyat ağırlıklı yazılarını sürdüren Hasan Öztürk, ardından Türkiye Günlüğü, Polemik ve Liberal Düşünce dergileri ile daha bir yakın zamanda Gelenekten Geleceğe dergisinde edebiyat/roman yazıları yazdı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, aylık Dergâh dergisinde çeyrek yüzyıllık (1990-2015) süreyle çoklukla roman eksenli yazılar yazdı. Virgül gibi Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileri ile k24 ve Gazete DuvaR içinde adı geçti, Arka Kapak dergisinde yazıları yayımlandı. Ocak 2000’de yayımlanmaya başlayan iki aylık Mavi Yeşil dergisini yayıma hazırladı/hazırlıyor ve dergide yazdı/yazıyor. Hasan Öztürk’ün edebiyat/eleştiri yazılarından oluşan Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013) Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016) ve Gündem Edebiyat (2017) adlı kitapları yayımlanmıştır. Hasan Öztürk, evli ve iki çocuk babasıdır. Flaubert, “İşinin başındaki yazar, evrendeki tanrı gibi olmalıdır; her yerde vardır ama hiçbir yerde görünmez” diyor ya Hasan Öztürk de yazdıklarında ve hasanozturktrb@hotmail adresinde bilinmekle tanımlanabilir.
Sizi ilkin “Aynadaki Rüya” adlı eserinizle tanıdım. Kitabı okuyunca, çok zor bir işi başardığınızı söyleyebilirim. Ülkemizde eksikliğini hissettiğimiz eleştiri/inceleme alanında önemli bir eser ortaya koymuşsunuz. Ondan sonra "Kendine Bakan Edebiyat” adlı eserinizi okudum. O eser ile alakalı kısa bir değerlendirme yazısını yayınlamıştık. Temel odak noktası olarak kendinize “eleştiriyi/incelemeyi” seçmenizdeki sebep nedir?
Aynadaki Rüya kitabımdan önce iki kitabım yayımlanmıştı: Kitabın Dilinden Anlamak ile Yazının İzi. Yani iki kitaplık bir hazırlığım vardı demek ki sizinle karşılaşmadan önce. Aynadaki Rüya ile sözünü ettiğiniz Kendine Bakan Edebiyat arasında ise çoklukla roman yazılarından oluşan Kurmaca ve Gerçeklik kitabım yayımlanmıştı ki o, bir toplamdı ve “roman” ilgilileri için önemliydi bence. Bugünlerde altıncı kitabım yayımlandı ya henüz bir kurmaca kitabım yok. Açıkça söylemem gerekirse güzel sanatların bir başka alanında ve bunun yanında edebiyatın şiir, öykü, roman biçimlerinde üretkenlik anlamında şöyle böyle bir uğraşım olsun isterdim ancak böyle olamadı ne yazık ki. Söz duygularımıza; yazı aklımıza seslenir, diyor ve ekliyor Rousseau: “Duygularımızı konuşarak, düşüncelerimizi de yazarak anlatırız.” Dili kullanma biçimimiz yazma alanımızı da belirliyor demek ki yapacak fazla bir şeyimiz yok; yazdığım bildiğimdir. Şiire yakın dur(a)madım ancak şiirsel anlatımı ustalıkla kullananları kıskandığımı açıkça söylemeliyim. Oldukça yoğun bir duygusal zenginliği içinizin derinliklerinde yaşamak ve bunu başkalarına yaşatmak ne hoş bir mutluluk duygusudur. Yazı yolumun, düzyazıdan geçeceği kararanı erken verdiğimi söyleyebilirim. Tanpınar’ı okumakla başladım ben okumaya ve yazmaya. Tanpınar’la başlamasaydım kurmaca metin yazmayı deneyebilirdim, öykü yazabilirdim örneğin, Huzur’dan sonra roman yazmayı göze alamadım.
Dergiler benim için önce kaydolduğum ardından yönettiğim birer okuldu ve dergilerde kitap tanıtma/değerlendirme yazılarıyla başladım yazıya. Zamanla edebiyat dışı alanlara yönelik okumalarım, bir söz söylediğini düşündüğüm edebiyat eserlerindeki yansımaları görmemde ve göstermemde etkili oldu diyebilirim. Yaptığım belki de metin ile okur arasında sağlanan “özel” bir etkileşimdir, bunun adı Umberto Eco’nun deyişiyle “bir metnin, yazarın sözcükleri okurların ise anlamını getirdikleri bir piknikten ibaret olduğunu” (Yorum ve Aşırı Yorum) anımsatmaktır. Benim, okuduktan sonraki sessizliğiyle yetinenlerden ayrı olarak yaptığım, onların gözleriyle baktığı metne yazıyla bakabilmek farkıdır. Edebiyat/eleştiri odaklı yazılarım öykü ve roman üzerinde yoğunlaşmakla beraber; aralıklarla dil, kültür, eğitim, özgürlük, yayıncılık vb. konularda yazma gereği hissettim ve yazdım. Pek de görünürlüğü olmayan bu tür eleştiri/ inceleme yazılarımın, eleştirel bir ruhun, muhalif bir duruşun ve dikkatli bir bakışın ürünü olduğunu söyleyebilirim. Okurken sadece kendime duyurabileceğim bir sesle “Zannetme ki şöyle böyle bir söz/Gel sen dahi söyle böyle bir söz” diyorum, okunurken öyle deniliyor mu bilemiyorum.
Aynadaki Rüya adlı eserinizden sonra Kendine Bakan Edebiyat adlı eserinizi okudum. Aynadaki Rüya ile aynı minval üzerine devam ediyorsunuz. Yazılarınızda öncelikli olarak iyi bir okur olduğunuzu görebiliyoruz. Değerlendirme ve tahlilleriniz ile edebiyata katkı sağlıyorsunuz. Edebiyat sadece roman, hikâye, şiir gibi edebi türlerle mi ayakta durur? Eleştiri ve tahlilin yoğun olarak eksikliğinin hissedildiği bu alanda ve zamanda eleştiri türüne verilen değerin gittikçe azalışının okumasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Edebiyat kavramı üzerine söz edilmek istendiğinde oldukça geniş bir alanda dolaşmayı göze aldığımızı biliyoruz. Edebiyatın kurmaca ve didaktik metinleri bir yana medya ilişikleri, imza günleri, yayımcılar vb. konular da ilgili olduklarımızdır. Alanı biraz daraltarak kurmaca ve didaktik metinler üzerinden konuşabiliriz burada. Edebiyatın varlığını kurmaca metinlere bağlamakta bir sakınca yok. Önce şiir vardı elbette ancak şiirin eleştirisi şiirden sonra geldi. Öykü, roman ve tiyatro için de geçerli şiir için söylediklerim. Önce kurmaca ardından eleştirel ve kuramsal çaba geldi. Kuramsal belirlemeler yapılıp da belirlenen bu ölçülere göre edebiyat metni oluşturulmadı aksine kuramlar, nitelikli edebi metinlerin belirleyici benzer/ortak özellikleriyle oluşturuldu. Edebiyat dünyasının, varlığını yalnızca kurmaca metinlerle sürdürmesi söz konusu olamaz derim çünkü bu, bir tür ölçüsüzlük, farkına varılmamışlık, bir değersizlik sorunudur. Yaratıcı sanatçı, eserinin başkalarının görüşüne sunmakla yetin(e)mez yarattığının/yaptığının yankısını, okurların görüşlerini de merak eder. Kurmaca metnin ulaştığı ‘tek’ bir okur bile varsa eleştiri var demektir.
Edebiyat metnine yönelik eleştiriyi sözden yazıya dönüştürdüğümüzde durum başka bir boyuta ulaşır ki bu, yazarın yaratıcılığına benzer bir okuma çabasını gerektirir. Eleştiri, yokluğu hissedilen ancak varlığına da pek tahammül edilemeyendir. Edebiyat ortamında eleştirinin “yoğun olarak eksikliğinin hissedildiği” nesnel bir belirleme ise ortada bir nitelik belirsizliği vardır bu konuda edebiyat eleştirisinin görev üstlenmesi bekleniyorsa durum sevindiricidir, umarım bu gerçekten öyledir. Burada bir paradokstan söz edebiliriz: Eksikliği yoğun biçimde hissedilen eleştiriye verilen değer azalıyor gün geçtikçe, ilginç!
Eleştiri, özgürlük ister öncelikle biz, bu eleştiri özgürlüğünü yok ettik herhalde; “dümen suyuna gitmek” ya da “dirsek teması” hemen her çevrede yaygın tutum. Edebiyat eleştirisi çileli, üstüne üstlük nankör de bir uğraş. Emeğiniz çok okurunuz azdır, eleştiri yazıyorsanız. Yazanın çok, nitelikli okurun az olduğu bir zamandayız. Yazanların çoğu adından söz edilsin -övülsün- istiyor, eleştirmek, haddi olmayanların ölçüsüzlüğü, yazısıyla tanınmak isteyen için. Yayıncı eleştiri kitabı basmak istemez, kendince haklı o çünkü kitaba alıcı bulamaz. Asıl sorun/n şu: Eleştiri yazısını kim yazacak? Birilerini değil birbirlerini dahi okumadıkları ayyuka çıkmış akademik camianın dil ve yoğunluk sorunu var, ayrıca para kazanmak ile popüler olmak, baskın seçenekleri oluyor onların giderek. Edebiyat okurlarının yüreğine su serpecek birkaç ismi tenzih ederek söylersem, edebiyat dergilerinde dişe dokunur yazıları görülemeyen akademik tayfanın, -yayıncı firmalara test sorusu hazırlamanın ardından- çocuk hikâyeleri ve roman yazma sevdaları yabana atılmamalı. Çocuk kitapları çok satıyor bu günlerde ve imza günlerinde uzayan kuyrukların ucunda roman yazanların masaları var çoklukla. Akademik camianın dışındakilerden de eleştiri -özellikle roman için- yazanlar sayıca hayli az, bu tür yazılar kurmaca metnin ötesindeki okumaları gerektiriyor ki bunu göze almak kolay olmuyor. Roman çevresinde söylersem Nurdan Gürbilek, Semih Gümüş, Ömer Türkeş gibi birkaç isim dışında bu çabayı iş edinen kaç kişi sayabiliriz, bilemiyorum. Her geri dönüşte Berna Moran ve Fethi Naci adlarını anmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor. Bu durum, başka türler için de böyle az çok.
Şöyle bir yorumda bulunuyoruz: “Ülkemizde kitap seven çok fakat okur az”. Kitap seven bir toplumuz ama maalesef yeterince okumuyoruz ve okuduklarımız üzerine değerlendirmelerde bulunmuyoruz. Yayıncılık alanında özellikle kitaplar üzerine değerlendirme/inceleme/eleştiri türüne pek önem verilmediği aşikâr. Popüler kültürün getirisi olan “popüler eserler” varken inceleme kitaplarına maalesef gereken ilgiyi gösterilmiyor. Eleştirmeden, önüne konulan her eseri okumak sizce bir sorun oluşturmaz mı? İyi bir okur nasıl olmalıdır?
Bu sorunuzu, Virgina Woolf’un, “insanın okumakla ilgili bir başkasına verebileceği tek tavsiye hiçbir tavsiye kabul etmemesi, kendi içgüdülerinin peşinden gitmesi, kendi aklını kullanması ve kendi çıkarımlarına varması” (Benlik Üzerine Denemeler) uyarısıyla karşılamak isterim. Edebiyat ortamında okurun gücü, kitap satışı ile belirlenemeyen bir boyuttadır. Sanatçıyı daha özgün metinler üretmeye yöneltebileceği gibi onun seviye kaybına da neden olabilir okur, her iki yanı da onun okurluğunun niteliğiyle ilgilidir. Yazar, doğrudan doğruya okurunu kerteriz alarak yazmaz elbette ancak “alılmama estetiği” bağlamında önemli etkileşimden söz edebiliriz.
Kitabına Eleştirel Okuma adını veren Emin Özdemir’i saygıyla anarak ve kitabının bilindik kitaplardan biri olmasını dileyerek önüne konulan her kitabı eleştirmeden okuyan okurun kim olduğunu bilen var mı diye sormak isterim. Açıkça söylemem gerekirse, Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz? kitabındaki “Üniversitede edebiyat dersi verdiğim için, çoğu zaman kapağını bile açmadığım kitaplar hakkında yorum yapma zorunluluğundan gerçekten de kaçamam” diyen akademisyeni dinleyince genel okura yönelik sözlerimizin hiç olmazsa bir kısmanı geri almamız gerektiğini düşündüm.
Virgina Woolf, uyarısını aldığım “Kitap Nasıl Okunmalı” başlıklı başucu metni yazısında “tek bir gül dalını sulayacağız diye evin yarısını sırılsıklam etmemeliyiz” diyerek okurun, bu bireysel çabasında ölçülü olmasına dikkat çeker. Bunca kitabın her birini ya da bir biçimde edindiklerimizin hepsini okumak yerine seçerek okumalı okur bu da onun ne için okuduğunu bilmesidir. Schopenhauer, “ahmaklar için yazanlar her zaman karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulurlar; okuma zamanınızı sınırlamaya dikkat edin ve okumak için ayırdığınız zamanı da münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin” (Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine) uyarısının dikkate alınmadığını bildiğinden olmalı popüler kültürün yönlendirdiği okurun akıbetini alaycı bir dile gösterir: “Sırf bayağı kimselerin her gün piyasaya çıkan ve sinekler gibi her yıl kanatlanarak çoğalan yazdıklarını okumak uğruna bütün bu zamanların ve bütün bu ülkelerin en nadir ve en soylu kafalarının eserlerinin kapağını bile kaldırmaksızın yüz üstü bırakan halk tabakasının budalalığı ve huysuzluğu inanılacak gibi değildir.” Hangi birimiz, kendisini “budalalılığı” onaylanmış “halk tabakası” içinde görmek ister ki. Okuduğu edebiyat metnine diremeyen zayıf okur, “bu kitap nedir, ben bundan bir şey anlamadım” bahanesiyle kenara çekilip kendi basit dünyasına seslenen hazırlop kitaplara yönelir. İyi okur, kendini bildiği ölçüde neyi ne için okuduğunu bilendir ve Iris Murdoch’un, “edebiyat yazarı, okuyucusunun katılması için kasıtlı bir yer ayırır” (Yeni Düşün Adamları) cümlesindeki edebî “katılma”yı başarabilendir.
Herhangi bir alanda yetkinleşmek amacıyla alan okuması nasıl yapılmalıdır? Sizin kendinize özgü bir okuma biçiminiz var mı?
Sorunuzun ilkinin cevabı, beni aşan güçlükteki bir yol göstericiliktir buna karşılık herhangi bir alanda yetkinleşmek isteyenin alanıyla sınırlandırdığı okumanın kendisi için yeterli olmayacağını söyleyebilirim. Söz konusu yazmak ise bunun yalnızca okuma/alan bilgisi ile gerçekleşmediğini söylemek bile fazla. Yapacağımız, yapmamız gerekenleri öğretiyor bize zamanla. Sembolik bir örnek olarak Yazınsal Okuma Süreçleri (Zeynel Kıran- Ayşe Ezel Kıran), edebiyat yoluna çıkacaklara kılavuzluk edebilir diyebilirim “okuma” için.
Manganelli’nin, “Bir yazın uygarlığı okumalardan oluşmaz, yeniden okumalardan oluşur” (Düzyazının İnce Sesi) yargısı ilkedir benim için ne var ki “okumama hakkı” ile “sayfa atlama hakkı” (Roman Gibi) olan bir okur olarak da görüyorum kendimi zaman zaman. Çoklukla roman ve öykü için yazmayı seçmiş birisi olarak kendi adıma, okuma edimimden söz açınca Selim Işık’ın (Tutunamayanlar) “kitaplar yüzünden acı çekiyorum, sanki hepsi benim için yazılmış” çaresizliğini anımsıyorum. İlerleyeceğim yolda yolumu aydınlatacak metinleri tür ayırımı yapmadan okumaya çalışıyorum, onların her birinin ışığı aynı parlaklıkta değil elbette. Edebiyat metninin, özellikle romanın arka planını görme çabası, edebiyatın dışına çıkarak başka alanlara yönelmemi gerektiriyor ve ben de alan dışı metinler okuyorum. Örneğin Üstat ile Margarita romanı, Stalin dönemi ile “devrim” öncesinin bilinmesini ister okurdan bu da yetmez, İsa’nın çarmıha gerilmesine dek uzatır yolunuzu Bulgakov. Ankara, bizdeki yeni rejimin öncesini, kuruluşunu bilmeye ve rejimin işleyiş çarkını anlamaya yöneltmiştir beni. Bozkırın ortasındaki başkentin, kendini var edişi, imarı ve sonrasında rejimi kuranlarca yağmalanması Yakup Kadri’nin tanıklığına götürmüştür beni. Yağmur Beklerken romanı, Türkiye’de çok partili siyasal yaşamın odak noktasındaki bir dönemden söz eder ki siyasal partiler tarihini, rejimin kurucu önderlerinin bu konudaki hoşgörüsüz uygulamalarını okumamı gerektirmiştir roman. Hiç olmazsa son üç dört kitabıma, özellikle de Kurmaca ve Gerçeklik adlı kitabıma dikkatle bakanlar, yazma için okuma biçimimi görebilirler orada.
Kitaba verdiğimiz değerin gittikçe azaldığını düşünüyorum. Özellikle marketlerde, et reyonu ve bakliyat reyonları arasında kitap satışlarının yapılmasının kitabın vasatlaştırılması olarak görüyorum. Siz bu konuda neler söylersiniz?
Kitaplar söz konusu olduğunda Schopenhauer’ın, Alman filozof Lichtenberg (1742-1799)’den aktardıklarını anımsıyorum: “Dünyada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak galiba imkânsızdır. Anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunulur, hatta tetkik ve tenkit edilir; ve şimdilerde artık onları anlamayan kimseler tarafından kaleme alınmaktadırlar.” ( Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine) Alıntıladığım cümleler, son anda yazılmış olsalar bile iki yüz yıl bir çeyrek yüzyıl önceydiler ancak “değişen ne oldu” diye dürüstçe soralım öncelikle.
Kitap dışındaki bilgi kaynaklarımızın her geçen gün çoğaldığı her birimizin bildiğidir, söze ne gerek. Teknolojinin sağladığı kolaylıklar sayesinde bazı kitaplara özellikle ansiklopedi türünde olanlara ihtiyacımızın azaldığı doğrudur. Buna karşılık kitaba verdiğimiz değerin gittikçe azaldığından yakınmanın öncesinde kitabın ne olduğunu, değerli kitabın ne için yazıldığını sormamız gerekiyor bence. Tanzimat şairi Namık Kemal’in, “millet” için “Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr-ü kıymetten” sözünü hatırlayınız, iyi kitabın herhangi bir yerde satılması -basımında bir eksiklik yok ise- onun değerini düşürmez derim ben. Hadi, edebiyat ekseninde dağınık birkaç ad vereyim: Huzur, Edebiyata Övgü, Aylak Adam, Memleket Hikâyeleri, Üvercinka, Tutunamayanlar, Mai ve Siyah, Edebiyatın Omzundaki Melek, Memleketimden İnsan Manzaraları, Sonuncu, Suyu Arayan Adam, Malina, Körleşme, Üstat ile Margarita, Vergilus’un Ölümü,19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Eleştiri ve Hakikat, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, Sözün Düşüşü, Yaratma Cesareti, Kurgu Hedef Tahtasında, Venedik’te Ölüm, Amerika Dersleri, Martin Eden, Pasajlar, Batı Kanonu... Nerede satılırlarsa satılsınlar, okurun gözünde onlar değerli kitaplardır. Nitelikli okur, zorunlu kalmadıkça alışveriş merkezleri yerine kitapçı raflarını seçer kitap satın almak için.
Sorunuzun özünü oluşturan kitabın nesneleşmesi elbette bir gerçektir hem de üzüntü verici bir gerçektir. Yaşadığımız çağda nesneleşen/sıradanlaşan tek başına kitap değil, dünyanın kendisi anlamını yitirdi ne yazık ki. Değersizleştirme operasyonu dört koldan devam ediyorken kitabın bu kuşatmadan payını almamsı mümkün olabilir mi? Bu böyle. Peki, bu ülkede sabun köpüğü türünden matbaa ürünleri, çok satanlar listelerine yerleştirildi diye saygıya değer kitap mı oldular? Yazıcısı ve matbaacısının dışında adından kimselerin haberdar olmadığı, olmasına da gerek olmadığı kitapları “kitap” mı bileceğiz? Yazıcılarına, imza günlerinde birkaç saatliğine görünme fırsatı sağlama dışında hiçbir işlevi olmayan emeksiz nesnecikleri kitap bilip de değer mi vereceğiz onlara? Nitelikli edebiyat metinlerini okumayan, kendisini tanıtacak bir yazı dahi yazamayan ve açıkçası yazıya değecek bir kendisi olamayanların sanal ortamda toplanan geyik muhabbetleri matbaa mürekkebiyle okunur olunca kitap mı oluyorlar yani? Bu tür kitaplar, hiç satılamasalar ne olur ki marketlerde et reyonunda ya da çocuk bezlerinin yanında satılıyor olunca ne olacak? Matbaa sektörünün işlemesi, çarkın dönmesi gerekiyor, eyvallah! Buna diyeceğimiz yok. Kitabımsı nesnelerin sayım dökümünü yapmak değil amacım, kitap olan kitabı onlarla aynı görerek kitaba haksızlık etmeyelim lütfen!
Biraz da masanızdan konuşmak istiyorum. Yazı masanızda neler var? Nasıl yazıyorsunuz? Gündem Edebiyat adlı eseriniz yeni yayınlandı. Bu kitap hakkında neler söylersiniz?
Öncelikle bir konuya açıklık getirmem gerekir. Dergilerde yazıları yayımlanan ve altıncı kitabı okura ulaşmış birisi olarak “yazı” benim için sonrakidir, “okur” olmak benim önceliğimdir. Yazmasam da olabilir mi diye düşünebilirim ama okumasam asla…
Aynadaki Rüya kitabımın başlangıcındaki “yazının izinde yürüyebilmek” içinden aldıklarımla karşılık vereyim yazı uğraşım sorusuna. Yazı, bir hobi değil bir sorumluluktur benim için. Okurla paylaşılması gereken yazım, musalla taşındaki cenazedir; vaktinden önce kaldırılamaz cenaze ve götürülmesi gerektikten sonra da bekletilemez orada. Yazı da böyledir benim için çünkü ben canım istediği zaman yazan değil istenildiğinde -bu istenilmeyi sipariş yazı olarak değil periyodik anlamda görüyorum- yazmayı ilke edinmişim, yeni bir yazı için sayfamın boş olması yeterli değil yalnızca. Bugünün yazarı, aşkın kaçamaklarına zaman ayıranların tedirginliğini yaşıyor. Bugünün dünyasında yoğun bir çalışma ortamı içindeyiz, ne çok işle/ayrıntıyla uğraşmak durumunda her birimiz. Ben de yapılması gereken işlerden çalınan zamanları yazıya ayırmak durumundayım ve sanıyorum pek çok yazan da benim durumumdadır. Yazının yalnızlaştırmasına katlanıyorum, ancak yazı(m) için yalnız kalmayı, her istediğim zaman başardığım söylenemez. Yazmak için zamanı “sorun” edersem okumak nereye sığdırılacak kaygısı sarıyor beni. Stephen King: “Eğer elinizden geldiği kadar düzgün yazmaya niyetiniz varsa, zaten kibar bir toplumda geçireceğiniz günler sayılı demektir.” (Yazma Sanatı) diyor ya yazı uğruna asosyal olmayı göze alıyorum demektir bu benim için. Sinema, tiyatro, gezi, misafirlik vb. bazı sosyal/toplumsal ihtiyaçlarımı “ötelemek” ne zaman çözüm olmaktan çıkacak bilmiyorum. Yazı yazmak için ayrılacak/kullanılacak özel mekân, öncelikli sorun olmuştur; o mekân bize ait bir dünyadır sonuçta. Ekonomik durum(umuz), belirleyici bir etkendir bu konuda. Gerçi Virginia Woolf, yazı yazma yerinin konfordan çok bize ait olmasının önemi üzerinde ısrarla durur. Bu özel mekân, yatak odasındaki bir rahat koltuk veya arka bahçedeki bir bank da olabilir, der. Yazma sanatının öğretici ustalarından Virginia Woolf, “Bu alanın size ait olduğunu belirten küfürlü bir not yazıp masanıza yapıştırın. Notunuz yeterince gerçek ve açık olmalı; okuyana buranın size ait bir alan olduğunu ve buradan uzak durmaları gerektiğini hatırlatmalıdır.” uyarsısını da ihmal etmez. Bizde yazı ofisi kullanabilen yazarların çak az olduğunu düşünüyorum. (Keşke bu imkândan yararlananlar sayıca çok olsaydı.) Ben de evinde çalışanlardan biriyim. Kendime ayırabildiğim bir odam var; çok şükür. Stephen King’in belirlemesiyle, “dünyaya ve kendime meşgul olduğumu gösterme biçimi” olarak “istediğim zaman” kapatacağım bir “kapım” var. Bugünün evlerinde/aile düzeninde “okuma” ve “yazma” için “özel bir mekân” ayırabilmek de zor; bu küçücük haktan bile yoksun olanlara bakınca kendimi şanslı sayıyorum. Çeyrek yüzyıl boyunca mekanik daktiloyla yazmışken nihayet -pek çok kolaylığı yanında müzik ihtiyacımı karşılayan- bilgisayar kullanıyorum hayli zamandır, mutluyum.
Odamda iken kapı, “dünyanın geri kalanı dışarıda bırakacak” olsa da dışımızdaki dünyadan habersiz olmak mümkün mü yazmak için? Hayatın içinde olup bitenlerden yazıyı/edebiyatı ilgilendirmeyeni olmadığına göre olup bitenler de önemlidir benim için. Siyaset, magazin, haber, spor… Bütün bunların her biri dilsel bir görünümle bize ulaşıyor ve edebiyatın öncelikli aracı dil. İster şiir, öykü gibi edebi eserler; isterseniz bu bağlamda öğretici metinler yazın, yaşanan hayatın ayrıntıları önemli. Yazı yazmanın dışında başka görevlerim de olduğuna göre zamanı en verimli ve ölçülü biçimiyle kullanmak öncelikli çözümümdür. İki aylık bir dergiyi aksatmadan -çoğu sayısında yazarak- yayıma hazırlamak ve bunun yanında aralıklı olsa da merkez dergileri için yazı hazırlamak ister istemez “derli toplu” olmayı gerektiriyor ve ben de öyle çalışıyorum. “Sözcükler düşüncenin tam üstüne oturan giysi olmalıdır” (Yazmak Üzerine Notlar) benim için de diyorum, her yazımda.
Gündem Edebiyat, altıncı kitabım ve öncekilere göre kısa yazılardan oluşmuş bir kitap. Yazı çeşitliliği yönüyle bir önceki, Kendine Bakan Edebiyat kitabıma yakın duran bir kitap bu. Son birkaç yılın, konuştuğumuz gündemindekilerin edebiyat penceresinden görünüş yazıları: edebiyatın kendisi, yazarı, okura sunulan metni, okuru, yayımcısı… Kitabıma neden Gündem Edebiyat adını verdiğimi kitaptaki şu birkaç cümlemle özetlemiş olayım: “Edebiyat ile hayatın birbirlerini etkilemede hangisinin önde durduğunu belirlemek toplumsal yaşamının değer ölçüleriyle bire bir ilişkili. Çalıkuşu romanından sonra öğretmenlerin Anadolu’ya gitmek için sıraya girdiği söylenir de Reşat Nuri’nin kaç sattığı konuşulmazdı herhalde. Huzur Sokağı romanının Feyza’sı, 1970’lerin ortalarında rol modeldi Türkiye’de; adlarını romandan almış ne çok Feyza, bugünlerde popüler kültürün nitelikli tüketicilerinden biridir. Dünyanın herhangi bir yerinde Genç Verther’in Acıları kitabını okuyup intihar edenlerin bugünlerde var olduğunu sanmıyorum. Nazım Hikmet ve Mehmet Akif, söylemleriyle idol olmuşken dönemlerinde bugün söylemeye çalışsalardı ne söyleyeceklerdi Türkiye’ye ya da şöyle soralım soruyu, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde onlara söz hakkı verir miydi Türkiye ortamı?” Kitabın arka kapağına eklenen şu cümleler kitabımın mesajını iletiyor düşüncesindeyim: “Giderek lümpenleşen dünya ile bu dünyanın bir parçası olan Türkiye’de hazırlop cevaplar ve çözümler arayanlar, kendi “dar pencereli küçük oda”larında bekleyedursunlar öylece. Yaşanmaya değer, anlamlı bir dünya için gördükleriyle, okuduklarıyla, yazdıklarıyla, hissettikleriyle, yaşadıklarıyla… Kısacası kendi bireysel duruşlarıyla “tüm gök kubbeyi görmek” isteyenler için Gündem Edebiyat, önemli ayrıntılar içeriyor.” Yazıyla, edebiyatla, kitapla ilgilenen genç okurlarımın da severek okuyacağını umduğum bu kitabımın ayrı bir özelliği de yayımcılığa “merhaba” diyen “Önce Kitap Yayınları” adına çıkan ilk kitap olmasıdır. Kitabımın ve yayınevimin bahtı açık olsun isterim. Roman eksenli yazılarımdan oluşacak yeni bir kitapla okur karşısına çıkmak isterim yeniden.
Yazar: Bilal CAN - Yayın Tarihi: 18.12.2017 10:07 - Güncelleme Tarihi: 18.12.2017 10:07