İçimizdeki Yoksulluğun Hikâyesi
Sema KORU yazdı…
Hikâye Süheylâ ve Engin'in sevgililiği, daha sonra Engin'in kara-kuru ama çok zengin bir kız bulup onunla konuşmaya başlaması, bu süreç içinde de Süheyla'nın çeşitli ruh hallerinden geçip acılar çekmesi ve tam manası ile bir Müslüman olmaya çalışması, o sırada Engin'le tekrar karşılaşması, Engin artık yabancı bir erkek, parası da haram olduğu için Engin'i sevmesine rağmen reddetmesi, bunun üzerine Engin'in kendine bazı sorular sorup bir arayışa girmesini konu ediyor. Kitapta çarpıcı ve imgeli söyleyişler çokça karşımıza çıkıyor. "Tomurcuklarını ansızın patlatıvermiş bir akasya dalı, " diye başlıyor kitap. Bir bahar havasını, bir uanışı, bir dirilişi simgeliyor diye düşünüyorum. Ama genel olarak Mustafa Kutlu'nun kitaplarında çiçeklerden ve kuşlardan sık sık bahsediliyor. "Çay mutlaka gelmelidir. Rengini kokusunu sevecen sıcaklığını kaybetmiş o menhus çay gelmelidir. " diyerek samimiyet olmayınca çayın da rengini, kokusunu ve sevecen sıcaklığını kaybettiğini fakat usul gereği çayın hep getirildiğini söylüyor. "Süheylâ'nın â'sı uzadıkça uzuyor. " satırı Süheylâ'nın â'sının uzadıkça uzaması Türkçe'nin güzelliğini yansıtıyor. Mesela Selânik kelimesinde de â'yı Türkçeden daha güzel bir şekilde ifade eden bir dil yok. Mustafa Kutlu da bunu vurguluyor. Kitabın zengin bir kelime dağarcığı bulunuyor. Mustafa Kutlu'nun bu kitabı okunarak birçok yeni kelime öğrenilebilir. Formika, menhus, müstahdem, pelür, nâbit, melâl, kisve, meyus, mefruşat, hülüvv-i zihin, mavna, abuslaşmak, biteviye, tilmizi, müteferrik, gönenmek, bermutad, sulusepken, mezkûr, emtia, müteaddit, muttarit, mutena, mizansen, eyvan, kuzguni, serazad...
Kitapta yapılan bazı tanımlamalar hoşuma gitti. Mesela insanların tarif edilemez veya anlatılamaz duygular içinde oldukları zaman söyleyecek bir şey bulamadıkları durumlarda meydana gelen sessizliğ i "Sükût. Beton zemin ile beton tavan arasında mekik dokuyan sükût." olarak; gerginliği, "Gergin bir bekleyişe terk edilmiştir oda. Artık bir kelebeğin yumuşak kanatlarına bile dokunulamaz. " diyerek gerginliği, artık bir kelebeğin yumuşak kanatlarına bile dokunamamak olarak, "Bütün kara-kuru kızlar birleşmişler, dünyanın bütün Enginlerini ele geçirmişler. " diyerek Leylâ'ya vurgu yapması, "İşli, oval, tunç aynada yüzü. Eprimiş. Sandıklarda lavanta çiçekleri ile bekletile bekletile bir türlü çıkarılıp giyilmeye zaman bulamamış bir eski zaman elbisesi gibi yüzü. " diyerek mutlu olmayı ertelemiş yüzünü bekletilip giyilmeye zaman bulunamamış elbiselere benzetmesi, "Karşı binaların çatılarına yorgun güvercinler tünemiş." cümlesiyle kışı, Müslümanlığı da sakin ve gösterişsiz kelimeleri ile tanımlaması hoştu. Süheylâ başlarda Engin'in kendisini çiçeklerle beklemesini istediği halde Engin yıkık kaşlarıyla uzaklara bakarak ruhen orada olmadığını açıkça belli etmesine rağmen Süheylâ'nın nefsi engini istediği için onun bu halini görmezden gelip Engin onunla olduğu için mutluydu. Fakat daha sonra Engin'i hala sevmesine rağmen ve Engin Süheylâ'ya Kendi isteğiyle gelmesine rağmen artık tam manasıyla Müslüman olmaya çalıştığı için Engin'i de haram olduğu için parasını da reddediyor. Çoğu kişi Engin'i parası için geri çevirmezdi. Geri kalan az bir kısım da aşkından dolayı Engin'i geri çevirmezdi diye düşünüyorum. "Bir araba, bir kat, bir de koca diyordu herkes. (...) Bir araba, bir kat, bir de koca diyenlerin dünyasından çıkılacaktı." diyor Mustafa Kutlu. Aşkla, sevgiyle ilgisi olmayan, göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir çoğunluğun da evlilik hakkında bildiği ve istediği tek şey bu. Fakat buna ulaşanların sonraki halleri ortada: boşanan veya sürekli kavga eden, tartışan mutsuz insanlar. Kitap bizi bunu yapmamaya çağırıyor. "İçindeki yoksulluğu hissediyor musun?" diye soruyor kitap. Dıştaki, maddi yoksulluktan ziyade manevi yoksulluğu hissetmenin bizim için en hayırlısı olduğunu söylüyor. Kitapta geçen: "Tünel mutlaka kalabalıktı. Nefes nefese insanlar. Kafalarında işleri. İşler. Alacak-verecek. Giyim-kuşam. Yeme-içme. Gezinti. Konut sorunu. İşsizlik. Fiyatlar. Can güvenliği. önlemler paketi. Tüpgaz, margarin, sigara. " cümleleri ile günümüzde insanların akıllarından çıkmayan, çıkamayan şeyleri anlatıyor. İnsan bunların düşünmekten içindeki yoksulluğu hissedemiyor, kendini uyandırmaya yönelik sorular soramıyor. Başörtüsü mevzusunun da aslında sadece başla, vücutla ilgili olmayıp özünde inanmakla ilgili olduğunu söylüyor.
İnsanların sevdiklerine verebilecekleri şeylerin yemek, müzik, yatakla sınırlandırılmamasını, başka verebilecek bir şeyleri, kendine ait, kendine özel şeyleri verebilmesini, sıradan olmamasını ve kendisini geliştirmesini öneriyor. "-Biliyor musun, dedi Süheylâ, bazan çıkıp gitmek istiyorum." Süheylâ içindekilerden kurtulamadığı için bu cümleyi kuruyor. Bu cümle aslında herkesin içinde bulunan ama çoğu zaman çoğu kişinin gerçekleştiremediği gitmek isteğinden bahsediyor. Bence insan aslında çevresinden değil, kendi içindekilerden kaçmak istiyor. İçindekileri de hep yanında götürdüğü için nereye gitse tatmin olmuyor, gitmek duygusundan kurtulamıyor. Mustafa Kutlu'nun kitaplarında da genellikle bir gitmek havası hakim. "Yani hayal mi kurayım? Bir başka dünya var mı ki? diye sordu. –Var dedim." diyaloğu geçiyor. Hayal kurarak da başka dünyalar oluşturabileceğimizi bizi hatırlatıyor. "Bir başka Süheylâ bir başka dünyadır, dedim." cümlesi yeni, güzel, başka bir dünyanın mümkün olduğunu, kendimizi geliştirirsek dünyamızın da değişeceğini, kendimize bir dünya yaratacağımızı, insanın dünyası kendisi olduğunu, içimizdekileri değiştirirsek dünyamızın da değişeceğini söylüyor. Bozulan gençliğe ve Türkçeye dikkat çekip insanların artık en ufak şeylerde bile ilaçlara sarıldığını gün yüzüne çıkarıyor. Sürekli alınmış kaşlara değinmesi okuyucuyu bazen sıkıyor ama sürekli alınmış kaşlara değinmesinin sebebi kaşlarımızın arasında iman kaşı olması ve kaşlarımızı alınca o kaşın da gitmesi olabilir. Sadece dış görünüşe bakarak, istek, arzu, şehvet duygularının peşinden giderek, konfor alanından çıkmayarak, tene ve eğlenceye tapanların ve onların nefislerine güzel gelen bu şeyleri onlara sunarak müşteri kazananları öne sürüyor ve kötü gösteriyor.
Kitapta Süheylâ sessiz ve sebepsiz ağlamaya başlıyor. İnsana bazen sebepsiz üzüntü ve ağlama hissi gelir. Gönül ehli olanlar bunu Allah'ın her kuluna vermediği bir lütuf olarak adlandırılırlar. Hatta Fethi Gemuhluoğlu'nun bu konu hakkında şöyle bir cümlesi vardır: "Kendi kendinize hüzünlendiğiniz anlarda biliniz ki Allah'a yaklaşmışsınızdır." Süheylâ böyle sebepsiz ağlamaya başladıktan sonra annesinden Kur'an-ı Kerim okumasını istiyor. Süheylâ'nın bu isteğiyle "Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." ayetine dikkat çektiğini düşünüyorum (Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.(Ra'd 28) İşte Süheylâ'nın gerçek bir Müslüman olmaya çalışması bu olaydan sonra başlıyor. Namazını kılamayacağı için işe bile gitmemeyi tercih ediyor. Süheylâ'nın bu davranışını üşengeçlik veya tek bildiği namaz kılmak diye değerlendirenler olabilir ancak Süheylâ'nın bu davranışını yalnızca gönülden Allah'a inananlar anlar. Tabii ki bu durumu ele alırken dönemin siyasi, sosyo-kültürel yapısı da göz önünde bulundurulmalıdır. Süheylâ bu pahalılıkta zor geçinmelerine rağmen işe gitmiyor. Burada da, eğer Allah isterse maddi zarar her türlü karşılanır ama manevi zararı karşılamak zordur, demek istedi belki de Mustafa Kutlu. Süheylâ öğrenip öğrendiği, inanıp inandığı ile amel etmeye, müsamaha beklediği için müsamahakâr olmaya, "Evde ne kadar fazla eşya var şunların birazından kurtulalım." diyerek sade ve minimalist olmaya çalışıyor. Bulundukları mecliste herkes "Müslüman" olmasına rağmen, ben Müslüman oldum, diyerek gerçek Müslümanlığa dikkat çekiyor. Süheylâ, ahirete inanıyorum, diyen Engin'e: "Peki ne için öyleyse ömrün her anını mal biriktirmeye harcadın, harcıyorsun?" diye soruyor. Bu da ister istemez insana neden inandığımız şeylerin gereğini yapmıyoruz, ahirete inanıyoruz ama neden hayatımızın hepsini mal biriktirmeye harcıyoruz, neden Allah'a inanıyoruz ama o yokmuş gibi davranıyoruz, sorularını sordurtuyor. Süheylâ'nın sorduğu bu soruya rağmen Engin'in iç sesi: "Çalış. Oyna. Eğlen. Boşver. Kazan. Yarış. Ye. Vur. Tut. Bastır. Ez. Yoket. Çalış. Oyna. Boşver. Sana gıpta ediliyor." diyor. Artık dünyanın geldiği ve insanların hep buna yöneltildiği hayat şartları, acımasızlık, düşüncesizlik. Artık herkesin rutini Engin'inki gibi. Engin önce içinden gelen bu zayıf sesi dinliyor. Ama Engin'in içine bir kez şüphe düşüyor artık. "Seninle harama batmamış bir beldeye hicret edelim, demişti Süheylâ." Engin Süheylâ'nın bu söylediklerinden sonra doğup büyüdüğü, çocukluğunda yaşadığı yerlere geliyor. Bunu ona çocukluk daima saftır, haramsızdır duygusu yaptırıyor. Burada harama batmamış bir belde arıyor. Kendi içindeki boşluğu tamamlamak ve yanlışı nerede yaptığını anlamak için yine çocukluğuna iniyor Engin. Annesini, onun seher vakti duaya açılan ellerini ve bu ellerle yapılan her yemeğin kokusu duyulmuştur diye komşuya bir parça aktarılmasını, merhameti, şefkati, hizmeti, hürmeti hatırlıyor. Ama Engin artık harama bulaşmamış bir yer bulamıyor. Harama batmamış bir belde artık yok. Engin bütün bunları yaşadıktan ve anladıktan sonra Süheylâ'ya gidiyor ama onu bulamıyor. Engin Süheylâ'yı arıyor, denize doğru yürüyor, yürüyor, yürüyor... Engin Süheylâ'yı belki bulamayacak ama başka bir şey, paha biçilemeyecek bir şey bulabilir. Süheylâ'yı ararken kendini, Allah'ı bulabilir. Leyla'dan Mevla'ya geçiş yapabilir. Aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır, demiş Hazreti Mevlana. Kitabın sonunda verilen hadiste de insan bir şeyi çok istese bile Allah istemiyor diye vazgeçerse Allah'ın bunu mutlaka mükâfatlandıracağını, cennet kadar büyük bir nimetle bile nasiplendirebileceği mesajını veriyor.
Kitap benim fikrimce genel itibari ile güzeldi. İnsanın anlam arayışına yönelik sorular soruyor, kendini budurtmaya çalışıyor, sürekli bir şeyler göstermeye, soru sordurmaya, bizi aydınlatmaya, uyandırmaya çalışıyor. "Bizler kimiz, neyiz, ne yapıyoruz?", "Aykırı zaman bizden neleri götüryor, kaybedilen nedir, kârın adı ne?" Bu sorulardan bazıları. Ahlak dersi ve birçok öğüt veriyor. "Taleb şan değildir. Razı ol, şan da senin, nam da senin. Varlığını bilinmezlik toprağına göm. Gömülmeyen şeyin nabit olamaz.", "Huzura girmeden tevbe sularında yıkan." (Eskiler huzura çıkmadan, yani namaza başlamadan önce Estağfurullah çekerlermiş.), "Kendine uzaktan bakmayı öğren.", "Ölüme ağlama. Kalbe bak. Hata ve isyan ile pişman, ibadet ve taat ile neşveli değilsen zaten ölüsün.", "Her meseleye cevap veren, her gördüğünü kucaklayan, her bildiğini anlatan bir kimse mi gördün; derhal ondan uzaklaş." cümleleri bu öğütlere örnek olarak verilebilir. Betimlemeler iyi yapılmış, insan gerçekten gözünün önünde canlandırabiliyor. Betimlemelerde karamsarlık, yalnızlık ve insanı içinde boşluk oluşturan bir his hakim. "Uzanıp giden ıssız ovalar, boztepeler üzerinde tek ü tenha ağaçlar, sinsi bir yağmur altında hareketsiz ıslanıp duran kuşlar. Soğuk, yabancı, yalnız bir tren." (Tren de Mustafa Kutlu'nun eserlerinde önemli bir yer tutuyor.) Kitaptaki güzel betimlemelerden biri. Kitabın dili akıcıydı fakat noktalama işaretlerine, büyük harflerin yazımına, kelimelerin doğru yazımına gerektiği kadar dikkat edilmemiş. Bazen kelimesi bazan olarak, tren kelimesi tiren olarak, yok et kelimesi birleşik olarak, talep kelimesi taleb olarak, sukut-u hayal kelimesi sükût-u hayal olarak yazılmış. Sukut kırılmak, sükût sessizlik demektir. Sükût-u hayal, hayal sessizliği; sukut-u hayal, hayal kırıklığı manasına gelir. Son olarak da kitapta beğendiğim bazı cümleleri paylaşmak istiyorum. "Kendine uzaktan bakmayı öğren." "Hayatım her gün kazandığım yeni yazlıklarla zenginleşiyor." "Hepimiz bir kuşatmadayız, ilklerimize kadar ıslanmışız." "Ben -bir köşede-yim işte." "Bir şarkı gibisin artık' Nereden takıldığı bu mısra dudaklarıma. Nağmesiz.Tok. Garip bir mısra. Eve gelinceye kadar bu her halde çok kullanılmış mısrayı tekrarlıyorum. Güzel şeyler var etrafımızda. Bazıları bu güzel şeylerin farkına varmıyorlar. Herkesin bu güzellikten istifadesi için belki, böylesine bir iyi niyet ile, bir uygun yol bulup sunuyorlar. Sonra herkes kendince nasibini alıyor bu güzellikten. Yerli, yersiz hoyratça kullanılmaktan o kadar yorgun düşüyor ki. Sonunda "orta malı" diye kimse yüzüne bakmaz oluyor. Dedim ya kelimenin tam anlamı ile "garip" bir güzelliği var bu mısranın." "Bir yıldızın kayışını görmek bile kâfi değil midir?" Bazen bizi harekete geçirmek için küçücük bir şey bile yetebilir. Peki ya biz neyi bekliyoruz harekete geçmek için?
Mustafa Kutlu
Yoksulluk İçimizde
Dergah Yayınları
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 22.02.2023 10:43 - Güncelleme Tarihi: 22.02.2023 10:45
güzel bir yazı olmuş, seneler önce okumuştum zakirem tazelendi