İhtişamdan Yalnızlığa, Varlıktan Yokluğa
İhtişam, şatafat ve gösteriş dolu bir hayat… İnsan için bunlar, dünya hayatında nefsinin en güzel yerlerini okşayan birer kibir fısıltılarıdır. Buna ek olarak kendisinin vazgeçilmez olduğu fikri, bu fikrin yansımalarının hissedildiği büyük organizasyonlar ve emre amade nice hizmetçi…
İnsan kendisini, en çok da kaybettiği yerde buluyor. Yalnızlığını en çok kaybettiği noktada, kendi kibir sarayında yalnız kalmasıyla, hep bir numara olduğuna sevindikçe. Aslında, bu yalnızlığın gerçeğe dönmesi yani somutlaşmasıyla bir hayal kırıklığının kıyısına demir atıyor ömrü.
- Louis döneminin ihtişamlı Fransa’sında, sarayda çok etkin bir konumda olan Madame de Prie’nin hikayesi: “Bir Çöküşün Öyküsü.” Madame’ın şatafatlı balolarla, görkemli elbiselerle bezeli hayatı, gözden düşmesi ve Kral tarafından Paris’te uzaklarda kırsal bir bölgeye sürülmesinin hikayesi…
İnsanın kendine yettiğini sanması, yine kendisiyle baş başa kaldığında boşluğa düşüyor. Yalnızlığı kabullenmek bir insan için çok zor bir olgu. Hele de Madame gibi, sarayın içinde şatafat içinde yaşayan birisi için bu daha da imkansızdı.
Paris’i bir saraya çevirmeliydi. Önce kendisini yalnızlıktan kurtaracak kurnaz bir tilkinin koynunda sabahlamakta buldu çareyi. Sonra kendisini kandırmanın cezasını vicdanındaki ağır yük ile çektikçe yeni planlar kurmak istedi.
“Yukarıdan düşmek zordur.” der anadolu insanı. Sarayda alışılan ortamdan düşülen hiçlik oldukça zor geliyordu Madame de Prie’ye. Bulunduğu yeri eğlenceli bir ortama çevirmek için tüm tanıdıklarına mektuplar yazarak büyük bir etkinlik düzenlemeliydi. Bu etkinlik eski ihtişamından bir eksiklik olmadığını dostlarına göstermeliydi.
Kendi elleriyle kazdığı hiçliğin kuyusunda, yine kendisini kurtaracak bir el bekliyordu. Bu elin gelmeyeceğini anladığında, kendi oyunuyla varlığının hiç unutulmayacağı son planını yürürlüğe koymakta gecikmedi. Bu kendi ölümünden başka bir şey değildi.
İnsan bazen kendisini kandırmanın bir gün sona ereceğini düşünmüyor. Taklitlerin gerçekler gibi olduğu cezbesine kapılsa da, eni sonu gerçeklerle karşılaşıyor. Bu ikilemi Zweig şu şekilde ifade ediyordu: “Öldü sanılıp gömülmüş, ancak toprağın altında tabutun içinde uyanıp bağırıp çağıran, kıyameti koparan ve duvarları yumruklayan biri gibi hissediyordu kendisini.”
Zweig bu eseriyle, bir kadın karakter üzerinden duyguların kırılgan yönlerinde yükselen kibrin, kendini önemli görmekte büyüyen karakter boşluğunun ve buna destek olan cazibeli bir hayatın ruhun derinliklerini doldurmaya yetmediğini ortaya koyuyor. İnsanın hatırda kalma içgüdüsü ile yaşamasını ve iz bırakmak için ölümü bile göze alışını rikkatle resmediyor.
Sadece yalnızlık değil, insanın kendisini önemsiz hissetmesi hayatının önündeki en büyük engeldir Zweig’e göre. İnsan kendisini önemli hissettikçe bulunduğu yerlere bahar getirebilir. Kendisini önemsiz gördükçe, çevrenin ne dediğine odaklanarak, kendi değersizlik gözlüğüyle herkesin hayatını değerlendirdiğini düşünmeye başlıyor. Bu da aslında bir zamanlar kendine abartıyla yaptığı yatırımla, kendisini yalnızlaştırmanın bir iz düşümüdür.
Ölümü bile ince ince plansanız da, ölüm bile bir gün unutulur. Zira insan, nisyan ile maluldür. Unutmak ve unutulmak olmasa yaşayamaz. Bu yüzden Madame ne kadar ince plan yaparsa yapsın, bir sihirbaz hüneriyle, varlığının yokluğu kanıksanabiliyor. İnsan, kendi yaşamının, yine kendi sihirbazlığının elinde başkalaştığını görmekte o kadar çok gecikiyor ki…
Madame gülümser bir yüzle hayata gözlerini kapayacağını planlarken, ölümü, yüreğinde birikmiş öfke ve kini dışarı yansıtıyordu. Zweig’in son sözü ile bitirirsek: “ezilmiş bir çiçekten yitip gitmiş baharının mis kokulu mucizesi nasıl anlaşılmazsa, Madame de Prie’nin tarih olmuş yazgısının tutkulu coşkusu da sezilmiyordu bu satırlardan”
Bir Çöküşün Öyküsü
Stefan Zweig
İş Bankası Kültür Yayınları
48 Sayfa
Yazar: Mustafa ATALAY - Yayın Tarihi: 09.12.2020 09:00 - Güncelleme Tarihi: 06.12.2020 14:31