İnci Aral’ın Kıran Resimleri

Aralık 1978'de hemen yanı başımızdaki Maraş'ta insanlar sırf Alevi diye katledilirken dünyaya açmışım gözlerimi. On beş yıl sonra pek uzağımızda olmayan Sivas'a okumaya giderken 1993 temmuzundaki Madımak ateşinin sıcak közlerine bastım olaydan birkaç sene sonra. Doğumum ve gençliğim bu iki acının arasında geçti. Doğumumun adı Maraş acısı, gençliğimin ismi Sivas yangını oldu hep. Hiçbir zaman birini ötekinden ayrı tutmadım. Her iki acıyı hep içimde tuttum. Çoğu zaman kızarak, bazen kırılarak. Nasıl kurtulabilirdim ki bu iki acıdan.
Her iki acının maktulleri, kurbanları, sırf öteki oldukları için katledilmişlerdi. Nihayetinde ben de bir ötekiydim onların gözünde. Maraş'ta, Sivas'ta öldürülen ötekilerden bir farkım yoktu. Bu yüzden ölüm korkusu hiç eksik olmadı üzerimde. Bu yüzden Maraş'taki ve Sivas'taki ölümler hiç çıkmadılar içimden. Ölülerle öldüm her defasında, acısıyla kalakaldım bir başıma. Öteki olsak da bir ağırlığı, bir karşılığı, bir anlamı vardı acımızın. Sözü İnci Aral'ın Kıran Resimleri adlı öykü kitabına getirmek istiyorum. Aral kitabında dokuz kişinin öyküsünü anlatarak (Şerife, Elif, Selver, Saliha, Zeycan, Özdemir, Sultan, Ökkeş, Güher) 16-26 Aralık 1978'te Maraş'taki karanlık döneme ışık tutmaktadır. Şöyle ki:
Ağla Zişan, ağla boşa geçen günlere, oğulların Aziz ve Şehmuz'a. Koca bir çınar oldum, ellerimle bütün sevdiklerimi toprağıma gömdüm. Yapraklarım dökülüyor ölülerimin üzerine, ben bir başka eksilmekteyim. Ben, Şerife Omay, acısı yazılmayacak olan, acısını ömrünün ihtiyar çınarının altına gömen. Ağla Zişan, yarım kalan her şey için ağla. Biz eksik kalmaya mahkum olandık. Geldiler ve kana buladılar çınar ağacımın toprağını. Geldiler ve yarım bıraktılar her şeyi. Ağla Zişan, ağla..!
Mehmet Ali gelmeyecek Elif. Sen ömür boyu, ölene dek "ışıltılı, yer yer işlemeli bir beyazlığın içinde" kırmızı bir leke olarak kalacaksın. Koca bir gam yükü. Umutlarının izi dahi kalmayacak gözlerinde, kalbin kuruyacak, kuruyacak; ama sen Mehmet Ali'yi beklemeye devam edeceksin. Yazgın yanacak ağaran saçlarında, sen susacaksın bir başına o beyazlığın içinde. Ağarmış saçların beyaz gelinliğine karışacak. Minik bir beyaz nokta kalacak senden geriye. Sadece minik bir beyaz nokta.
Yirmi bir, on dokuz ve on yedi yaşlarında üç oğlumu, on beş yaşında kızımı, kocamı ve gebe gelinimi yitirdim. Neden? Geliyorlar ve yüz kere daha öldürüyorlar beni ama bir türlü sorumun cevabını alamıyorum. Geliyorlar ve evimizi ateşe veriyorlar. Ölümün ayak uçlarında durduğumu bilmezdim, cellatlarımızla yaşadığımızı bilmezdim, insanın insana cehennem ateşi olduğu bilmezdim. Bu bilinmezlikler içinde bekliyorum onları. Geliyorlar ve yakıyorlar dört çocuğumu ve gebe gelinimi. Geliyorlar ve yüz kere aha öldürüyorlar beni. Cevapsız sorularım çoğalıyor kanayan yüreğimle ve yanan canlarımla birlikte.
Salman, kızımız Gülten'i vurdular. Duyuyor musun beni? Gülümüzün tenini kana buladılar. Dışarıya fırlıyorum can havliyle, yaralı kızımızı kurtarmak için yardım arıyorum ama hiç kimseler yok. Devletin karanlık dehlizlerinde kayboluyorum; adalet duvarları üzerime yıkılıyor. Kurşuni gökten ölümcül yağmurlar yağıyor üzerime. Yaşam sevincimin boynu kırılıyor. Yorgun bir kuşun kanat sesleri büyüyor içimde. Ben, Saliha. Parlak levhaların altına ölülerini arayan. Gülüme kıymışlardı hayat bahçemizdeki bahçıvan kılıklı canavarlar. Bilmezdim bahçıvanların canavarlara dönüşeceğini. Bildiğimde çok geçti. Meğer kendi ellerimizle büyütmüşüz hayatlarımıza kastedecek canavarları.
Her şey gözümün önünde olup bitti, komşularımız gözlerimin önünde ölüp gittiler. Ben Zeycan, hiç yarını olmayan, içten içe can çekişen, vurulan ama ölemeyen. Önce komşumuz İbrahim Gülmez'in oğlunu vurdular, sonra da kendisini. Hiç unutmuyorum o sahneyi. Bizim evin balkonundayız. Oğul balkondan başını çıkarıyor, baba hemen oğluna siper oluyor ve kurşunlar yağdırıyorlar üzerine. Ölüyor oracıkta baba. Kocam Hasan'ı göğsünden vurdular ve damdan aşağıya attılar. Sonra İbrahim'in karısı Fate'ye tecavüz ettiler, onu öldürdüler. Fate'nin kelime-i şehadet getiremeyen dört yaşındaki oğlunun ağzına kurşun sıktılar. Kurşunlar hala duruyor ağzımda. Ne ağzımdan çıkarabiliyorum onları ne de yutkunabiliyorum.
1978'in aralığında, Maraş'ın kara kışının kan bürünmüş gözlerinin kesafetinde yüzümü, yönümü, geçmişimi, geleceğimi, dünümü, bugünümü yitirdiğimin ayırdına vardığımda bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacağını anlamıştım Nalan. Ömrümün 28. yaş güneşi üzerime doğmayacak, ağzından kurşunlanan dört yaşındaki çocuk aklımdan çıkmayacak, içim yanacak, yanacak. Sen yanımda olmayacaksın Nalan. Sadece cellatlar ve kurbanlar yanımda olacak ya da ben onların yanında olacağım; ne fark eder ki. Her defasında yargılarken birini kendimi yitireceğim hayatımın geri kalan günlerinde. Başkalarını yargılamak kolaymış Nalan. Marifet, insanın kendisini yargılayabilmesiymiş. Ben, Özdemir. Neden onları yargılarken her defasında kendimi yitiriyorum Nalan? Neden kendi gerçeğimi başkalarında görmekten delicesine korkuyorum? Söyler misin Nalan? Yoksa yine susar mısın, uzak uzak.
Kocam Mustafa'yı "dinsiz, solcu" diye öldürdüler, siyasetlerinin gereğini yaptılar. Onlara yakışan da buydu. Hiç acımadılar ona, gözünü kırpmadan kıydılar. Kaynanam Finey Ana'nın sol gözünü tornavida ile oydular, zaten diğer gözü kördü. Taş kesildim. Taş çatladı da onlar acımadı, merhamete gelmedi. Kurudum, korkudan, acıdan. Karşımda insan kılıklı canavarlar vardı ve şimdiye kadar onlarla beraber yaşamışız. Bu da bizim gafletimiz. Onların arasından çıkıp gelmiştim. Kendimden utandım bir daha. Ben Sultan, onlarla aynı Kuran'a inanan. İnandığımız Kuran'ın aynı olmadığını anladığımda çok geçti artık, iş işten geçmişti.
Onlar kocaman bir hızar olup üstüme üstüme geliyorlar, kaçamıyorum hızardan, onlardan. Üç kelime kalıyor o günlerden: Talaş, ateş ve kan. Ölüyorum, Allah'ım. Boynumda aynı yafta: Gülizar'ın piçi, Ökkeş. Ölüyorum ve beni neyin beklediğini hiç bilemiyorum. Ayaklarımın altındaki talaş kayıyor, ateş kuyularına düşüyorum tepetaklak. Kapkara bulutlardan kan yağıyor üzerime. Ömrümün son haziran kuşları uçup gidiyorlar. Yalnızım, çocukluğumun o karanlık taşlığındaki çulun üzerinde uyuyakalmışım. Ben Ökkeş, Gülizar'ın piçi. Zakkum ağacının kalbimi ele geçirdiğini fark ettiğimde, artık çok geçti her şey için.
Ayak altında ezilmiş bir karıncadan başka bir şey değilim. Beni karanlıklar doğurdu, taş kalpli, kara suratlı adamlar aklımı başımdan aldı. Evimizi ateşe vermişlerdi. Kocam Musa'nın, on bir yaşındaki kızım Sevim'in, dokuz yaşındaki oğlum Ahmet'in evin içinde yanarak can verdiklerini çok sonraları duydum. Ben Güher, hala karnım sızlıyor, bacaklarım kesik kesik. Nereye gideceğimi bilemiyorum. Eşimle, çocuklarımla beraber ölmek isterdim, nasip değilmiş; taş kalpli, kara suratlı adamalar bunu bana çok gördüler. Ateşin kızıllığından çekip gecenin karanlığından daha kara, taşın katılığından daha katı içlerine aldılar. Oracıkta iç ettiler son hayat kırıntılarımı.
Kıran Resimleri
İnci Aral
Kırmızı Kedi Yayınevi
Sayfa 112
İstanbul, 2019
Yazar: Faik ÖCAL - Yayın Tarihi: 02.05.2025 09:00 - Güncelleme Tarihi: 30.01.2025 14:48
Bir dönemi bütün acıları ile anlatan harika harika bir yazı👏🏻
Teşekkür ederim Nursena Hanım 🙏