Irkçılığa Karşı Irkçılık
Büşra Tektaş yazdı...
Abdullah Kibritçi'nin Katmandu'ya Yol Arkadaşı Aranıyor kitabını okurken zihnimde mülteci meselesine dair de pek çok pencere belirdi. Bu tür kitapları okuduğumda hayatta hiçbir şeyin o kadar da uzak olmadığını hatırlıyorum. Bugün vatanında mutlu mesut yaşayan bir insan yarın mülteci konumuna düşebiliyor… Sözlükte "mülteci; dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm gören veya göreceği korkusu ve endişesi taşıyan, bu sebeple ülkesinden ayrılan/ayrılmak zorunda bırakılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen, iltica ettiği ülke tarafından endişeleri haklı bulunan kişi." demektir. Ülkemizde ise bu kavram küfreder gibi ağzı dolu dolu "Suriyeli," diyerek ifade ediliyor. Zihnimizin anlamlandıramadığı ve anlamak istemediğimiz bazı noktalar mevcut; bu hususlardaki bakış açımızı değiştirmedikçe ırkçılık, ayrımcılık, eşitsizlik ve adaletsizlik sorunları daha fazla gündeme gelmeye başlayacak. Ve insanların birbirine olan nefreti artmaya devam edecek.
Anlamadığımız ilk husus "empati," olmaktadır. Bir Kızılderili atasözüne göre empati; "Kendi ayakkabılarını çıkartıp karşındakinin ayakkabılarını giymek ve onunla bir müddet yürümektir." Böyle olmadığı taktirde hislerimiz karşımızdakine bir müddet acımak sonra da durumuna alışmaktan öteye geçmeyecektir. Kitapta bu husus şu cümlelerle güzel bir biçimde ifade edilmişti: "Yaşadığımız o evden çıkmakla başlarız "başka hayatlar" görmeye. Sonra o semtten, o şehirden, o ülkeden taşmakla." Bu olmadığı taktirde başkalarının yaşamları hakkında kolayca ahkam kesmeye ve "ülkelerine dönüp savaşsalar ya" diyerek gevşek gevşek yorum yapmaya hak görürüz kendimizde. Oysa gerçeği bilip anlamaya çalışsak aslında ülkelerinde kendilerini savunacakları pek çok haktan ve alet edevattan da mahrum olduklarını; her yeni gün farklı bir ölüm senaryosuyla yaşadıklarını anlamış oluruz. Yine de bütün çabamıza rağmen o duruma düşmedikçe bir insanın adının mülteci olması anlayamayacağız sanırım.
Diğer bir nokta "coğrafyanın kader," olduğunu unutmamızla baş gösteriyor. Bu unutulunca O Suriyeli, bu Afrikalı, o Arap, bu Kürt diyerek ayrım yapmaya ve insanları ötekileştirmeye başlarız. Peygamber Aleyhisselam'ın veda hutbesinde söylediği sözlerin hikmetini daha iyi anlıyorum. Hangi, konuya değindiyse ümmet şu an o konularda zaaf içinde: Faiz, kadın, kan davası ve ırkçılık. Ne diyordu hutbede: "Arap'ın Acem'e, Acem'in Arap'a bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir." Bu üstünlük mevzusunu çok önemli görüyorum çünkü insanoğlunun günümüze değin kurtulamadığı bir sınav olarak önündedir. Kibritçi kitabında bu duruma örnek verir nitelikte Hutu'lar ve Tutsi'lerden bahsederken konu zihnimizde de aydınlanmış oluyor. Aslında bütün sınırları kendi elimizle yine bizler çiziyoruz. Özetlemek gerekirse:
"Birinci Dünya Savaşından sonra Ruanda'yı sömürgeleştiren Belçika daha 1931 yılında halkı ikiye bölmüş, kimliklere Hutu veya Tutsi yazılma zorunluluğu getirmişti. İnce burunlu olanlara Tutsi, yassı burunlu olanlara Hutu adı verilerek olmayan ırklar yaratıldı. İşe alımlar artık kimliklere göre yapılıyor, ırklardan biri kayırılırken diğeri horlanıyordu. Belçika ülkede kast sistemini uygulamaya koymuştu. İnsanlar sınıflara ayrılmış, eşitsizlik sıradan hale gelmiş, hınç ve öfke birikmeye başlamıştı. Adım adım çatışmalar tertipleniyor ve soykırımın temelleri atılıyordu. Daha sonra ezilenler iktidara gelecek ve intikam duygusuyla işler tersine dönecekti." (s.21)
Sonrasında ciddi katliamlara sebebiyet veren bu durum aslında olmayan ırkların üretiminden çıkmış ve ne yazık ki kitleleri etkisi altına almıştır. Aynı durum ten renginden ve doğum yerinden dolayı da yapılmakta olup korkarım ileride inanılan burçlar sebebiyle de yapılacaktır. Ayrıca coğrafyanın kader olduğunu ve iyi bir ülkede yaşamanın da bir nimet olduğunu unutan kimseler bu durumu kendi elleriyle tesis ettikleri bir zafer olarak yansıtırlar. "Biz nasıl ülkemize sahip çıktıysak onlar da sahip çıksın," diyen insanlar öldürülen milyonları ve çabalayan insanları neden görmezler! Şu an ülkemizde şavaş olmuyor oluşu ilelebet olmayacağı anlamına da gelmez. Nasıl oluyor da kendimizden bu kadar emin oluyoruz. Müreffeh bir ülkede doğan kimsenin, savaşın içinde doğan kimseden farkı kendi eliyle kazandığı hangi zafer olabilir?
Ayrıca insanlar aslında birleşseler müthiş derecede iyi işler yapacak olanların birbirlerine düşman edilerek birilerinin ekmeğine yağ sürdüklerini neden görmezler.
Irkçılığı büyük bir problem haline getiren başlıca sebep; ne yaparlarsa yapsınlar ezilen kadronun asla benimsenmiyor oluşudur. Öyle ki bu kesime karşı bir algı yönetimi yapılmakta ve yaftalarla, etiketlerle gerçek yönleri örtülmeye çalışılmaktadır. Sosyal medyada görmüş olduğum bir paylaşımda bu durum güzelce özetlenmişti:
"Bakımlı olunca: 'Bu mu mülteci'
Durumu kötü olan: 'Medeniyetsiz dilenci'
Araba alsa: 'Bizden iyi yaşıyorlar'
Toplu taşımaya çıksa: 'Toplu taşımaya binemiyoruz bunlar yüzünden'
Çalışırsa: 'İşimizi elimizden aldı'
Çalışmazsa: 'Yatmaya gelmiş'
AB'ye gitmek istese: 'Haine bak ilk fırsatta kaçtı.'
Gitmezse: 'Sığınmacı deposu muyuz?
Savaşırsa: 'Terörist'
Savaşmazsa: 'Korkak'
Kampta kalsa: 'İnsan değil'
Şehirde yaşasa: 'Tatile gelmiş"
Ne istediğimizi gerçekten biliyor muyuz yoksa ne yaparlarsa yapsınlar bir cevabımız ve yaftamız hazır mı bulunuyor?
Yapılan en büyük hatalardan biri de genellemedir. Oysa genelleme insanlığa yapılmış büyük bir zulümdür. …lar kötü kokuyorlar, …çok pisler,...lere güven olmaz. Hayatta yaptığımız o kadar çok genelleme var ki! Bunu bir kul hakkı olarak görmüyor olmanın verdiği rahatlıkla başka milletler ve topluluklar hakkında kolayca ahkam kesebiliyoruz. Oysa ülkemin sokaklarından geçen biri sigara izmaritlerini ve yere her gün atılan çöpleri görüyorsa atanların bir kısmının da bu ülkenin vatandaşları olduğunu unutmamalıdır.
Özetle her ülkede iyi insan ve kötü insan, masum ve suçlu gibi kesimler vardır ve olmaya da devam edecektir. Bize düşen ifadelerimizde bir ırkı, topluluğu, kesimi genellemeden hataya düşman olmaktır. Kibritçi, Katmandu'ya Yol Arkadaşı Ararken aslında bize minik pencereler açarak insanların farklı şartlar altında da olsalar insan olduğuna vurgu yapıyor. Gittiği yerlerde şaşkınlığını gizleyemeyen yazar: "İçimden bağırmak geliyor: 'Sayın yolcular, hayat çok garip ve ben ona hayret ediyorum." (s. 127) cümlesiyle ifade ediyor serüvenini.
Ruanda'dan Afganistan'a, Çad'dan İstanbul'a Haiti'den Burundi'ye, Yemen'den Suriye'ye pek çok ülkeyi, insanı temaşa etme imkânı buluyor böylece kitapta isimleri geçen Cavit'in, Ahmet'in, Vildan'ın, Edip'in aslında bize ne kadar yakın hikâyelerinin olduğunu da keşfetmiş oluyoruz.
Kitapta hoşuma giden bir diğer nokta da katliamların izi bulunan şehirleri sadece turistlik mekânlarmış gibi tanıtılmadan yani katliamın hissini de okura yansıtarak işlemesi oldu. Yazar da bu durumun eksikliğini hissetmiş olacak ki: "Binlerce acı, binlerce dram, binlerce hikâye var. Nerede bunları anlatacak insanlar? Belgeselcilerimiz nerede; nerede sinemacılar, haberciler, hikâyeciler; anlatıcılar nerede? Bunları tarihe kaydedecek insanlar nerede? (s. 153)" cümleleriyle ifade ediyor bu durumun eksikliğini. Kitabın son sayfalarına geldiğimde yazarın: "Dünya'da neler olup gittiğini görmeliydim." cümlesini daha iyi anlıyorum. Çünkü dünyada görenler, görmeyenler ve görmezden gelenler var. Ve ben iyi biliyorum ki bilenlerle bilmeyenler bir olmazlar[1]…
Katmandu'ya Yol Arkadaşı Ararken
Abdullah Kibritçi
Ketebe Yayınları
İstanbul, 2021
[1] Zümer Suresi 9. ayet
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 09.10.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 04.10.2023 22:53