KALFA UYKUSU’NDA MUSTAFA ÇİFTCİ’Yİ GÖRMEK

Bu yüzyılda çok şey öğrendik. Bırakın Ay’ı Mars’ı daha nice gök cismini, gezegeni keşfettik. Oralara bilet satışlarına bile başladık. Nice ilaçlar, aşılar ürettik. Uydular, uzay istasyonları, yapay etler derken ilerledikçe ilerledik. Bunca “gelişmişlik” arasında robotlar, insansız hava araçları, insansız modüler eğitim sistemleri ve dahi her şeyi insansız yapma gayretine girdik. İnsanın olmadığı yerde ruh, ruhun olmadığı yerde his de olmadı. Robotları geliştirirken kendimiz robotlaştık. Tüm bu hengâmenin arasında peki ya sanata ne oldu? Madem devir teknoloji devri, uzay devri, robot devriydi o halde sanat eserleri de onlar gibi düşünülmüş, uzunca emeklerle tasarlanmış, planlı bir bilimsel çalışma sonucunda ortaya konmuş olmalıydı. Pek çok eser deneyseldi, bir laboratuvardan çıkmış gibiydi. Belki de tekniği daha sağlam ama ruhu daha eksik metinler ortaya koyduk. Bu nedenledir ki samimi yazıları, içten anlatımları orijinal bulduk. Bir edebi metinde ilk arananlardan olmalıydı hâlbuki samimiyet, unuttuk.
Neyse yine bu derin mevzuları akademisyenler tartışadursun biz unuttuklarımızı değil hatırladıklarımızı görelim de Anadolu’nun sıcak iklimine kendimiz kaptırıp Mustafa Çiftci’nin son kitabından bahsedelim. İyi yazarlar kendi okurlarını kendiliğinden bulurlar, ben buna inanırım. Öyle büyük reklam işleri olmadan su akıp usul usul okurun damağına ulaşır. Hele de duru bir suysa okur içmelere doyamaz. Tadı damağında kalır.
Mustafa Çiftci’yi, aldığı ödülleri, dergilerdeki yazılarını, yaptığı işi, yaşadığı yeri, katıldığı programları hiç bilmeden kitabını bir tesadüfle aldım. “Ah Mercimeğim”i bir solukta okuyunca garip bir refleksle ilkokul mezunu anneme hemen bunu oku diye verdim. Nedenini bilmiyorum ama galiba annem gibi, babam gibi, bizden gibi geldi kitap. Okurken dedemin anılarını dinlermiş hissine kapıldım. “Anacım beğendin mi kitabı nasıldı?” dediğimde “Kızım bunlar hep olan şeyler, biz de yaşadık aynılarını” deyince anladım ki samimiyet budur. Halkçı değil halk olmak, toplumcu değil toplum olmak, Anadolucu değil Anadolu olmak budur.
Mustafa Çiftci hikâyeleri ile tanınmış olsa da değerlendireceğimiz “Kalfa Uykusu” deneme türündedir. Kitabın başındaki takdim yazısında “Benim akıl fikir denemesi yazacak bir ilmim de irfanım da yok. Hissetmek ve hissettirmek gayretiyle yazıyorum” der yazarımız. Anadolu’nun göbeğinde bir garip Mustafa Çiftci’yi “Kalfa Uykusu”ndan hareketle anlatmak istiyoruz biz de bu yazımızda (Garip dediysek acayip ve farklı manasında değil aksine mahcup ve utangaç manasında.)
“Kalfa Uykusu” Mustafa Çiftci’nin hikâyelerinden sonra çıkan en son kitabıdır ve hikâyelerin nasıl bir kalemden çıktığını teyit eder niteliktedir. Kalfa Uyku” ndan önce yazarla tanışan okuru hiç şaşırtmayan üslup ilk defa bu eserle yazarı tanıyanlar için şaşırtıcı olabilir. Alıştığımız daha didaktik ya da ağırbaşlı deneme tavrı yerine sohbet havasında, doğal, sade bir üslup kullanılmıştır. Eserdeki deneme/anılar üç ana başlıkta toplansa da koronadan, İbrahim Tatlıses’e, gurbetçilerden, belediye hoparlörlerine, su tesisatçısından, boğaz ağrısına kadar bir insanın günlük rutinlerinde neler karşısına çıkarsa o meseleleri kendi kendine konuşur gibi anlatmıştır. Denemelerin sonunu “kalın sağlıcakla, meramımız hâsıl olmuştur inşallah” gibi samimi temennilerle bitirir. Bu üslup bize halk hikâyelerinden, masallardan, Dede Korkut’tan yadigârdır. Bu yönleriyle Mustafa Kutlu’ya benzetilse de ben Mustafa Kutlu’yu TRT türkü radyosu dinlemek, Mustafa Çiftçi’yi bir ozandan bozlak dinlemek olarak yorumlarım.
Bir eseri tanımlamanın en güzel yolu içinde ne barındırdığını söylemektir. Ben biraz da ters insan olduğumdan tanımlamalarımda ne olduğu değil de ne olmadığını söylemek taraftarıyım. Bu bağlamda “Kalfa Uykusu”nda ne yoktur, diye kendi kendime sordum. Hatta sorumu genişletip Mustafa Çiftçi eserlerinde neler yoktur, dedim. Efendim neden olmayanı anlatıyorsun, biz neler var onu bilelim derseniz ki hakkınızdır ama evlerde bolca eşya, sokaklarda çokça telaş, otobüslerde hınca hınç insanlar, kafelerde türlü türlü yiyecekler varken var olanların kıymetinden değil olmayanların nimetinden dem vurmak istedim.
NE VAR NE YOK?
Mustafa Çiftçi’nin eserlerinde “Aşk” yok. Oldu mu şimdi, aşksız meşksiz edebiyat olur mu, demeyin. Olur elbet, aşk olmaz da sevda olur. Yazarımızda yazılarını iki temele bağladığını her fırsatta dile getirir bunlardan biri “yoksulluk” diğeri de “sevda”dır. Yani aşk değil sevda. Çiftci’ye göre sevda çok türkülü bir kelimedir. Sevda çekilir, sevda heves değildir yüklendikçe artar ama aşkın ömrü vardır siz deyin üç biz diyelim beş yılda biter. Sevda bir ömür sürer. Aşk gevezedir, konuşturur, âşık adam uzun uzun anlatır sevgisini hâlbuki sevda çeken suskundur, mahcuptur. Ne sevdiğine ne kendine nasıl anlatılır bu sevda derdi bilmez. Sustukça büyür sevdası, büyüdükçe içine çekilir:
“Seviyorum demek de koyu bir kelimedir. İçinde ne çok şey vardır. O çok şeyleri söylemeye benim kelimelerim yetmez. Zaten kelimelerim yetseydi söylerdim. Benim sadece seviyorum demeye dilim döner. Ancak seviyorum diyebilirim. Daha doğrusu diyebilme gücünü bulursam sevdama ‘seviyorum’ diyebileceğim. O güne kadar bu kelimeyi daha da koyu yapmaya uğraşacağım, diyorum Şarkı dinler, ekmek yer, su içerken hep o kelimeyi daha koyu yapmanın derdindeyim.”(Kalfa Uykusu, s.95)
Mustafa Çiftci bozkır çocuğudur, Anadolu insanının mahcupluğu sezilir kaleminde. Sadece sevdayı dillendirirken değil pek çok hissini bu duygunun arkasında saklamıştır. Sıklıkla farklı olaylar karşısında ortaya çıkan bu mahcubiyetinden bahseder “Kalfa Uykusu”nda:
“Mahcup, çekingen insanlara en uygun çalgı aletinin ney olduğunu düşünüyordum. Çünkü ney ile oyun havası üfleyemezsiniz. Üflerken duruşunun bile boynu büküktür.”(Kalfa Uykusu, s.106)
Mustafa Çiftci gerçek bir yazar değildir ve anlattıkları da gerçek değildir. Evet, doğru duydunuz. Gerçek soğuk bir kelimedir ve biraz da moderniteyi barındırır. Herkes gerçeğin peşindedir. Hâlbuki onda “gerçek “yok “essah” vardır. O essah bir yazar ve anlattıkları da essah olaylardır. Elbette hikâyeleri kurgudur. Ama okurda o kadar “yaşanmış” hissi uyandırır ki her röportajında her konuk olduğu programda ısrarla “ yazdıklarınız kurgu mu gerçek mi?” diye sorulma nedeni de işte bu “essah” anlatımıdır. Okur bazen karşısında babasını, bazen dedesini, bazen ninesini, bazen de küçük bir çocuğu almış da onun dilinden, gözünden hayatı seyreder gibidir.
Bozkırın ortasında Yozgat’ta doğmuş, büyümüş birinin o toprakların kokusunu taşımasına şaşılmaz elbet. Fakat Mustafa Çiftci’nin başarısı “Ben memleketimi anlatayım millet görsün bakalım Yozgat neymiş, Yozgatlı nasıl olurmuş?” tavrı değildir. Aksine bir şeyi bir şeye benzeterek ya da öykünerek değil olduğu gibi dupduru aktarmanın temizliği hâkimdir üslubunda. Konuşur gibi, şakalaşır gibi, ahbaplarıyla ağlaşır gibi yazar. Kahvehanede muhabbet edenler nasıl bazen abartırsa olayları onlar gibi abartır, ya da dükkân kapısının önünde tavla oynayan iki esnaf nasıl şakalaşırsa öyle şakalaşır metinlerinde.
Mustafa Çiftçi yazmaz, onda yazmak yok anlatmak vardır. Tahkiye geleneğinin günümüze yansıması gibidir. Bir ozandan halk hikâyeleri dinler gibi okursunuz onu. 21.yüzyılda kurgusal bir metin olarak öykü okuduğunuz hissi asla uyanmaz. Yaşamış, yaşarken fark etmeden özümlemiş, duymuş tasarlamadan aktarmıştır. Bu yaptığının doğal olduğuna kendi de inandığından bu doğallığı yazıya da geçer. Mustafa Çiftci için bu şekilde yazmak garipsenecek bir durum değildir:
“Yazar kısmı kendine mevzu bulmak maksadıyla seyrettiği, dinlediği, okuduğu ne varsa biriktirir de sonra onları boncuktan kolye yapar gibi ipe dizer, sıralar. Bu garipsenecek bir iş değildir.”( Kalfa Uykusu, s.55)
“Hikâyeler türlü çeşit hallere girer. Masal, türkü, ağıt, sinema, dizi, radyo oyunu, roman aklınıza hangi maskesi gelirse gelsin hepsinin gerisinde hikaye vardır.”( Kalfa Uykusu, s.31)
21. Yüzyıl; edebiyatta aklın, absürtlüğün, ustalığın tekniğin gösterisine tanık oluyor. Bu çağın yazarları niteliksiz yığınların arasında sivrilmek için “bak ben nasıl edebiyat yaparım” telaşındadır. Bu kötü müdür tartışılır ama fazla çaba bazen yapay bir anlatım da doğurabilir. Zekâsını göstermek için habire dil oyunları yapan, sanat yaparken doğallığı yitiren metinlerin de giderek arttığı aşikâr.
Mustafa Çiftci eserlerinde söz oyunu, laf cambazlığı, zekâ gösterisi, ironi, didaktizim yoktur. O bir ironi yapacaksa sözü kurnaz bir köylüye, didaktik bir söylem gerekirse bu defa da sözü bir neneye ( nine değil neneye) bırakır. “Kalfa Uykusu”nda da tüm öykülerinde de bolca yerel tabirler, yansıma sözcükler, deyimler, atasözleri kullanmıştır. Kısacası Anadolu halkının dilinin tüm kıvraklığını ve zenginliğini Mustafa Çiftci’de görmek mümkündür. İlk defa yazarımızla tanışan okurların (benim de ilk öyküsünü okuyunca hissettiğim gibi) damağında lezzetli yöresel bir yemek tadı, kulağında bir ozanın dilinden çıkan türkünün hazzı ve ellerinde toprak kokusu hissedecektir.
Mustafa Çiftci hikâyelerinde “ her lafa cikir cikir ötüşenler”, “ağır gel efendi ağa parlak simlerin dökülmesin” diye kafa tutanlar, “kocaman ayaklarıyla hel hel yürüyen” adamlar vardır. Mustafa Çiftçi konum atmayı bilmez, teknoloji sevmez, eski kafalı yenidünya insanıdır. Eski kafadan kasıt özlediğimiz geçmişin güzelliklerini kaybetmeyen bozkır insanıdır.
Yazarımızın modernleşmeye ve modernizmin dayattığı tek tipleşmeye de itirazları vardır. Modern dünya değildir “yalan dünya”dır Mustafa Çiftci’ye göre. Köylerin dahi eski lezzetini kaybettiği bu modern çağda zevklerin aynılaşması, beklentilerin, konuşmaların, yazmaların hatta hislerin bile tek tip olması Mustafa Çiftçi gibi kökü toprağında bir adama da dokunur elbet. İçlendirir zaman zaman da kızdırır belki.
“Yalan dünya (bazıları modern dünya diyor) bizi tek tipleştirmeye ne kadar uğraşırsa uğraşsın, iyi şişen sakızla da olsa farkımız var hala.”(Kalfa Uykusu, s.121)
“Taşrada uzmanlık da ustalık da yarım şimdi. Gelenekle arası şeker rengi olan modernleşmemiz sayesindedir ki ustalık geleneği delik deşik ve gelecek nesillere çırak bırakamayacak kalfa yetiştiremeyecek kadar perişanız.” (Kalfa uykusu, s.174)
Her yazarın belki de yazar olmasında biraz çocukluğu biraz annesi biraz da babası etkilidir. Zaman zaman kalemlerinden dökülen anıları kurgu duvarlarına saklansa da bilinçaltı ne menem şeydir! Çıkıverir bir sözcükle bazen. Mustafa Çiftci şeffaf adamdır. Önüne bakan ardını görür. Öyle yazar kibriyle duygularını yapay öksürüklerin arkasına saklamaz. Üzülünce ağlar, kızınca yüzü asılır, sevinince güler. Net, açık ve samimidir. Her fırsatta “anam” der. Ağzından bir anne çıkarken gönlünden bin ana dökülür. Yozgat’ta yaşamasının da annesine olan bağı neden olmuş ve benim kariyerim annemdir diyerek heybesine anasıyla yaşadıklarını usul usul doldurmuştur. Bu büyümeyen bozkır çocuğunun yazarlık kariyerinde annesine olan sevgisinin büyük katkısı olmuştur.
Yoksulluk ve sevda Mustafa Çiftci eserlerinin ana damarlarıdır demiştik. Bu yoksulluk acizlik değildir. Azı bilmek, azla yaşamak, zaman zaman mücadele etmek, çokça kanaat etmektir. Sevda ise hep aynıdır. Kavuşulamayan, susturan, uyutmayan, yemeden içmeden kestiren, için için yanan bir kordur. İşte bu iki ana damar Anadolu’da hangi hanede nasıl yaşanırsa öyle işlenmiştir Mustafa Çiftçi’de.
Yok olmaya yüz tutan bize dair ne varsa Mustafa Çiftci hikâyelerinde yer bulmuştur. Geleneğin iyi kötü tüm yansımaları bazen bir çocuk gözünden bazen bir kadın bazen bir esnaf dilinden aktarılır. Bozkırda edebiyatla meşgul olmanın, taşradan sesini “taşraca” anlatmanın ne kadar zor olduğunu biliriz. Bu bakımdan Mustafa Çiftci zoru başarmış ve Anadolu’nun merkezde tüten kalemi olmuştur. Okumuş okumakla yetinmemiş Anadolu’da yaşamış, hissetmiş ve toprağını, kokusunu, insanını, çocuğunu bilmiş, onlara dokunmuştur.
Biz de yazımızı yine Çiftçi’nin cümleleriyle bitirelim:
“Bozkırın çocuğuna hayatını kurtarmak için açık bırakılmış tek kapı okumaktır” (Kalfa Uykusu, s. 117)
Mustafa ÇİFTCİ
Kalfa Uykusu
İletişim Yayınları
2021, İstanbul
Sayfa Sayısı:188
Yazar: Tuba YAVUZ - Yayın Tarihi: 07.07.2021 09:00 - Güncelleme Tarihi: 01.07.2021 12:58