Karın Tokluğuna Can Veren Yaşamlar
"Hayat ve ölüm, kıtlık ve bolluk Allah'ın elindedir…"
Katıksız bir inanç deyince aklımıza ne gelir? Günümüzde hangi konuda katıksız inanıyor, hangi işimizi sadece Allah'a inanıp güvenerek O'na emanet ediyoruz? Kulun kulu kolladığı ve dışladığı zamanlarda maalesef artık tartışılabilecek nitelikte bir konu bu. Ama en nihayetinde insan çaresizlik beşiğini tıngır mıngır sallarken O'na güvenmekten başka çaresi kalmamışken, o saf inançla karşılaşıyor özünde. İşte o zaman bir sarsıntı ve akabinde akışa bırakma hali, insanın elinden tutup onu kendi içinde, öz dediği magmada kaynatıp patlatan, bazen çoğu değerini alt üst eden ama kırılan dökülenin hiç olduğu ve yerine gelenin onu belli bir merhaleye taşıdığı yerde buluyor kendini. Bazılarımızsa hayatın her alanında inançlarımızın kölesi oluyoruz. Bir insana inanmanın hayal kırıklığını, hatta bazen kendine güvenmenin depremini yaşıyor, dağılıyor ve toparlanmakta güçlük çekiyoruz. Kimilerinin inanma şekli onu kurtarırken kimilerinin ki ise onu kendinden başka bir varlığa dönüştürüp en sonunda tüketiyor. Tükenmek dediğimiz olguda ise muhakkak toplumun parmak izi var!
Şahnun Ahmed'in kaleminden çıkan Dikenden Başka Mahsul Yok isimli kitabı okuyalı aslında aylar oldu. Ama bir türlü masamdan kalkıp kütüphanedeki yerine gidemedi bu kitap. İçini açıp sürekli altını çizdiğim satırları okudum, Lahuma'ya ve Jeha'ya hayretler içinde baktım. Gözümü her kapadığımda kendimi pirinç tarlasında buldum, bazen Nibong dikeni benim bacağıma batmış gibiydi, bazen de tıka basa tokken bile Lahuma ve çocuklarının açlığını midemde hissettim!
Doğa ve İnsan
İnsan ve doğanın kıyasıya savaşı anlatılıyor bu kitapta. Bir çiftçinin hayatını nasıl karın tokluğu nâmına feda ettiğini, geride kalanların ne hale geldiklerini. Lahuma ve Jeha, yedi kız çocuğu, on dört relongluk pirinç tarlası. Seller, sülükler, yılanlar, kurbağalar... Bir kobra yılanıyla tarlada çalıştığı sırada karşılaşan Jeha'nın bir daha eskisi gibi olamaması. Nibong dikeniyle Lahuma'nın hayatının değişmesi ve sonrasında seyreden olaylar...
Acıyı bir yazgı olarak kabul eden ve her daim Allah'a şükreden katıksız bir imanın elçileri gibiydi Lahuma ve Jeha roman boyunca. Ancak Jeha bir yerden sonra kaldıramayacaktı üzerine kalan yükleri. Kendi halinde, kimseye zarar vermeyen, tek derdi karnını doyurmak olan bu insanların çektiklerine şahit olunca, insan dünya düzeninin adaletini bir kez daha sorguluyor.
Lahuma bir çiftçi, karısıyla birlikte on dört relongluk pirinç tarlasından oldukça ilkel yöntemlerle hasat yapıyor. Tarlada çalışırken bir gün karısını bir kobranın sokmasıyla tüm iş yükü Lahuma'ya kalıyor ardından Lahuma'nın bacağına batan Nibong dikeniyle hayatları daha çok alt üst oluyor.
Okurken neden yedi çocuk yapar bu kadar fukara bir çift diyorsunuz, cevabı ben değil de Jeha versin burada: "… Eğer bir erkek çocuğumuz olsaydı şimdi sana yardımı olurdu. Ve onu kızlar gibi evlilikle kaybetmezdik. Fakat ne yapabiliriz, hepsi kız..! Evlendikleri zaman elin oğlanları onları alıp götürecekler. Bizi kendimizle baş başa bırakacaklar. Biz yaşlanana kadar böyle devam edip gidecek…" (s.24) Bu paragraftan sonra okur anlıyor ki kız çocuğu esasında dünyanın tüm coğrafyalarında hükümsüz bir nesne! Sadece ev işlerine, köyde tarla, bağ-bahçe işlerine koşturmak, bir erkeğe eş olmak, çocuk doğurmak için yaratılmış bir varlık gibi, kendi gözünde bile böyle, çünkü bu cümleleri kızları için anneleri kuruyordu!
Kitap zaman olarak hasat dönemini anlatır okura. Malay edebiyatının güçlü kalemi Şahnun Ahmed'den Malezya kırsalında geçen hayatlara şahit oluruz. Lahuma her gün tarlaya giderek pirinçlere zarar veren, akrepleri, tijakları, fareleri temizlemeye çalışıyor ama onlardan bir türlü kurtulamıyordu. Tüm kitap boyunca sadece karın tokluğu için insanüstü bir gayret gösteren bu aileye öyle çok üzülüyorsunuz ki kimi sayfalar arasına gözyaşınızı bırakmamak imkânsız hale geliyor. Karın tokluğu dediysem, günde dört öğün pirinç yemek için çekiliyordu onca acı…
Aile yaşamak olarak yemek yemeyi bir ön şart olarak görüyordu, yani onlar için karnı tok gezmek yaşamak demekti ve tüm çaba bunun içindi! Hayatta kalmanın diğer adı olan pirinç, atalarından bir yadigârdı onlar için. Jeha ve Lahuma'nın ataları da pirinç yiyerek yaşayıp ölmüştü, onlar da bu kadere razıydı. Ama öyle bir razı oluş var ki eserde bazen bu duruma isyan edesi geliyor inanın. Bu imanî bir durum mu yoksa şartlanmış bir kabul mü sorguluyorsunuz ister istemez. Eser boyunca Şahnun Ahmed Lahuma ve Jeha üzerinden bu durumu hep "imâni" bir durum olarak gösteriyor okura.
Nibong Dikeni ve Sonrası
Lahuma bacağına batan ve ucu kırılıp derinin altında kalan bir diken parçasının onu hayattan koparacağına ihtimal vermiyordu. "Lahuma gerçek bir imana sahipti. Bir iki santimlik nibong dikeni yüzünden Allah onun canını almazdı… Kaç tane çocuğu olduğunu biliyordu Allah… Yedi çocuk!..."( s.77) "Bırak zehir vücudun neresine yayılırsa yayılsındı; Allah her an onunla beraber olacaktı. Eğer mecbur kalırsa, Lahuma da tarlaya inecekti. Yani bu haliyle de Allah'ın yardımıyla uzun süre bu acıya dayanabilecekti."(s.77) İşte böyle tuhaf, katıksız bir Allah inancı vardı Lahuma'nın. Belki de çaresizlik insanı inancın gölgesinde serinletiyordu ya da yardım dileyecek başka hiç kimselerinin olmaması! Kimsesizlik duygusu Lahuma ve Jeha'da oldukça baskındı. Onların çocuklarından, çocuklarının onlardan başka kimsesi yoktu. Yaşanılan yerin köy olması, yeterli sağlık hizmetinin bulunmaması, bacağına batan dikeni bir ustura yardımıyla Lahuma'nın kendisinin çıkarmayı denemesiyle işlerin daha kötü bir hal alması, esasında coğrafyanın kader olduğu olgusuyla da karşı karşıya bırakıyor bizi.
Roman boyunca ıstırabı bir nişan gibi göğsünde taşıyordu Lahuma, sanki dünyaya sadece bu duygunun bir büstü olarak gelmişti! Bin bir acının içinden geçerken o köyde başka bir Allah'ın kulu yok muydu gerçekten diye soruyor insan! Jeha, Lahuma artık son demlerini yaşarken köylüye fısıldıyor durumlarını yani çağırmadan kimse gelmiyor! Niye birbirimizin yardımına koştuğumuz çağlardan derdimizi kimselere söyleyemediğimiz zamanlara erdik? Lahuma son nefesini verirken evine toplanalar pirinç tarlalarından başka bir şey konuşmuyordu. Acının yanı başında olmak bile artık insanoğlu için bir şey ifade etmiyordu.
Lahuma'nın canı Allah tarafından yedi çocuğuna rağmen alındığında Jeha o gece evinde konuşulan hiçbir şeyi unutmadı. Bu böyledir, evinizden bir ölü çıkarsa hiç dinlemediğinizi düşündüğünüz insanların lafları bile kulaklarınızda asılı kalır ve bir ömür silinmez. Siz ağlarken gülen gözleri, edilen muhabbetleri her şeyi kaydeder. Acı sizindir çünkü acı Jeha'nındı, Lahuma günahkâr bir kuldu ki böyle acı bir şekilde ölmüştü köylüye göre! Hâlbuki Lahuma Allah'ın emirlerine daima itaat eden bir kuldu.
Lahuma'dan sonra Jeha'nın hikâyesi de okunmaya değer olarak romanın ikinci yarısını oluşturur. Bu kısmı meraklı okura bırakmakta fayda var.
İbrahim Karagül çevirisiyle ilk basımını 1995 yılında Özgün Yayıncılıktan yapan bu eser Malay edebiyatının güçlü kalemi Şahnun Ahmed'in en parlak eserlerinden biridir.
Kitap adeta ilk sayfasındaki o cümleyi kanıtlamak için yazılmış gibiydi: "Hayat ve ölüm, kıtlık ve bolluk Allah'ın elindedir…"
Okunası bir eser, her ne kadar okurken sizi rahatsız etse de.
Dikenden Başka Mahsul Yok
Şahnun Ahmed
Özgün Yayıncılık
Çeviri: İbrahim Karagül
208 Sayfa
Yazar: Gülnaz ELİAÇIK YILDIZ - Yayın Tarihi: 12.01.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 02.02.2024 16:09