Kaybolacak Olsaydın!/ Azam-ı Sariya
![Kaybolacak Olsaydın!/ Azam-ı Sariya](https://www.kitaphaber.com.tr/assets/uploads/images/content/2024/content_kaybolacak-olsaydin-azam-i-sariya_ycU6f.webp)
Oytun Efe yazdı...
Mir-i mürekkep mihrabında vernik damlalarının önünde saygıyla eğilip selam veren Zerdüştler için…
Dai! Dai! Solvite corpora et coagulate spiritum..
Çağların çığı, devran sinesi, nehirlerin durdurulamaz zekası, yani vaiz Süleyman; kimileyin ravi.. çokça vasi…''Güneşin altında söylenmiş yeni bir şey yok!'' demişti. İşte bu cümlede tavaf edilmiş ve çöreklenmiştir dünyanın menevişli sergüzeşti, amorf ve elmas irisli serencamı. Bir ouroboros misali doğanın dişil Tin'ine çöreklenmiştir ve kuluçkaya yatmıştır. O kuluçkanın çatlayan yumurtası Uzak Doğu'dur-Orta Asya'dır…-bir kan ve göztaşı kavşağıdır- ve doğurduğu da hakikatin atmayan kalbidir. Nereye gidersen git, farklı kültür cübbesine bürünmüş tek bir ilim vardır. İstenildiği kadar çoğaltılmaya ve koparılmaya çalışılsın, aynı gökyüzü altında bilgeler benzer dilleri konuşur. Bir nesil gelir, bir nesil gider ve Tin devri daimde kemale yürür. İlmin ilk göz ağrısı ve göz bebeği olan mitralyözü ozanlıktır/nar-ı nazımdır. Bütün bir tarih yazımı, eskatoloji metafiziği, analitik ontoloji teorileri, ortodoks-reformist epistemoloji doktrinleri, oyun ve bügü, semiyotik sembolizma… -öyle değilmiş gibi yapılmaya çalışılsa da- hepsi ozanlığın kök-luu varlık ilminde filizlenen hiyeratik/pigtografik merhaleler/momentlerdir. Sır ile başlar, ize evrilir, göstergeye- hiyeroglife dönüşür, harfe bürünür ve ba'nın altındaki kara noktada dalgalanır durur. Böyledir işte şiir, özünde pür feylesofidir- ele avuca sığmaz, mevzileri ve menzili kuşatılamaz. Kendi zatında, kan pembe bir 'mühür kardeşliği'dir. Kuşluk vakti tapınağın avlusunda gezinen o esrarlı meltemdir, sfenkslerin-hiyerofaniye ve iffetin/bakireliğin gümüş akısına bulanmış oyma taşların-ikonografilerin yüzünü yalayan o isimsiz meltem.. Mermerlerin bir lisanı olsa, şah beyitleri konuşurdu, heykeller dillense nurdan kafiyeler akardı remizli durgunluklarından. Böyledir işte, simetriyi, asimetriyi, süpersimetriyi ve anti simetriyi aşar şiir. Bir matematiği yoktur- ama esmer-sedef bir diyalektiği, toşmağı -dubleleşimi vardır- Hüseyin Ferhad'dan mülhem, şiir ''diyalektiğin demir eriyiği'' dir – şol nuran yeryüzünde… Bu diyalektik form temel anlamıyla Greko- Romen diyara atfedilen diyalektik formdan çok başka, İncil-i şerif'in ezoterik varlık sahasına darbedilen bir diyalektiktir.
İtikadı, hizbi, ırkı, mezhebi ne olursa olsun, insanlığın ortak birikimidir şiir ve üç büyük semavi dinin mensupları tarafından da aklın alacağının ötesinde katkı yapılmıştır tüm çağlar boyunca. Çığ gibi büyümüştür, farklılıkların ve kavgaların göbeğinde, ince ateş hattının tam ortasında insanlığı birbirine bağlamıştır; yek vücud gibi, yek vücudun emektar organları gibi… Öyle imgeler, öyle sembolizmalar yaratılmıştır ki birbirlerinden habersiz-dünyanın iki farklı ucunda olan ozanlarca- ortak bir kolektif bilinçaltı örgütlenmesini ispatlamışlardır adeta.. Antropoloji çalışmaları adına da büyük hizmet sunar bu ortak hazine. İnsanoğlu öyle ya da böyle, bir kümelenmeler, yankımalar, akisler, benzeşimler-(correspondance) bütünlenmeler silsilesidir. Birbirlerini ve tabiatı aynalayan etten kemikten apeiron minyatürleridir.. Genelde yukarıda betimlediğim ontolojik mesele, özelde inceleyeceğim bir ortaçağ Kathar nazımı ''Kaybolacak Olsaydın'' şiirinde dört başı mamur bir aksi seda bulur.
Öncelikle Katharlardan bahis açmak gerekir. Katharizm, Orta asırda Fransa'nın ''Albi'' bölgesinde ortaya çıkan ve 12-13. Yüzyıllarda Batı Avrupa'da etkili olan bir tarikat örgütlenmesidir. ''Kathar'' kelime anlamı olarak Yunanca'da arınmış/temizlenmiş manasına gelir. Tarikat, genel itibarıyla kilisenin ortodoksi itikat yapısına karşı çıkmış ve egemen ruhban sınıfı/engizisyon bakımından heretik ilan edilmiştir. 13. Yüzyılda Haçlı orduları tarafından 20.000 kişinin katledilmesi ve keşişlerin yakılmasıyla büyük oranda gücünü yitirmiştir. Klasik Hristiyanlıktan farklı olarak öğretilerinde reenkarnasyonu, derin düalizmi-iyi kötü karşıtlığı, İsa'nın bir ''oğulluk'' sıfatı üstlenmediğini, cehennemin dünyayla hemhal olduğunu, kötülüğün hüküm sürdüğünü işlemişlerdir. Tarikatın savunduğu en mühim meselelerden birisi Tanrı ile birleşme/devekuth meselesidir. Öyle ki insan, nihai kader yolunda yalnızca kendi Tanrısal özünü bulmak ve sevgi temelinde mutlak kaynağıyla bir olma halini deneyimlemek için yaratılmıştır. Tasavvufi bir deneyimler silsilesi olan bu evrensel meseleler, en mümkün tasvirini yine nazımın esrarlı yapısı içerisinde bulur. Fransa'nın Toulouse çevresinde üretilen ''Kaybolacak Olsaydın'' şiiri tahmini 1300'lü yıllarda yazıldığı düşünülmektedir; ilginç olan, şiirin içerdiği samimi ve lirik havayla birlikte sanki modern dönemde üretilmişçesine keskin bir entelekheia' ya ve duygulanım gücüne sahip olmasıdır. Temel teması aşktır/ışkadır. Yaratıcıya duyulan kızıl ötesi sevda. Bir genç kız tarafından kaleme alındığı düşünülmektedir. Gnostisizmin genel geçer katı kuralcılığının uzağında beden hor görülmeyen bir yadigârdır/khoradır şiirde. Tanrı'ya doğru bir yükselme/aşkınlaşma çabasının ürünüdür. Bu şiirin araştırmasını yapan Denis Saurat isimli Anglo-Fransız münevverdir. Kendisinin kullandığı ''felsefi şiir'' tanımlamasının merkezinde olan bir şiirdir ''Kaybolacak Olsaydın''. Saurat'ın aktardığına göre, Kathar Vikingleri, Bizans İmparatorluğu 8.yy'da ele geçirdiği Ermenistan'daki Manicilerden kurtulmak için kitle halinde Bosna'ya ve Bulgaristan'a sürdü. Katharizm de Tuna yoluyla İtalya ve Provence'e yayıldı. Tuna limanlarında Mani'ci tüccarlar yoluyla da İskandinavya'ya ulaştı. Sonra Vikingler tarafından Normandiya'ya ve İngiltere'ye getirildi. Bir dipnot olarak İngiliz Katharcılığının büyük temsilcilerinden birisi usta leduni şair William Blake olduğu düşünülmektedir.
Şiire dönersek, dizelerin derin enigmatik lirizminin yanında, animistik-şamanik bir pastoral manzara da varlığına rücu etmektedir. Okuyucu, dizelerin satır aralarında adeta hayatın çilelerine ve azametine- tabiatın zorlu karakterine dönüşmüş bir mentaliteyi temaşa eder. Bu, vaiz Süleyman'ın bilge sözlerini andırır biçimde, bir tamamlanma ve başkalaşma şiiridir. Öyle ki, sanki bu şiirin şairi, insan olmanın ne demek olduğunu döşünden deneyimlemiş ve hayatı geride bırakmıştır; insan olmaklık bütün fantazmagorisi içinde kat edilmiş ve aşılmıştır. Yine de, yok olan duygular değil insan olmanın egotistik açmazlarıdır/noksanlıklarıdır. İnsan aşılıyorsa biliniz ki ilk önce kibir ortadan kalkar. Kibir, kişioğlunun kaybolmasına sebebiyet veren temel aldatmacadır. Kibir ortadan kalkınca, bir kavsı kuzeh gibi ortaya çıkan şey ilahi azamettir. Bu azamet bir paralaksa ihtiyaç duymadan temaşa edilir. Böylece, sevgi denilen Tanrısal zümrüt şerarenin ''mahiyeti'' mükemmelleşmiş olur; sevgi asildir, yücedir; ihtişamda ve parlayışta esrar-ı mukaddestir. Şiirde; tabiatta, çayırlıklarda ve rüzgârın alnacında yürüyen, ölümün ve yeniden bedenlenmenin şehzadesidir. ''İşitirsem onun çayırlarda, rüzgârın altındaki yürüyüşünü- gideceğim bir elma ağacının altına, bekleyeceğim''- elma ağacı, mitolojik sembolizmanın somutlaşmasında Avalon'un, öte dünyanın ağacı olup, dünyaya yeniden bedenlenmek için bu ağacın altına gidilerek beklenir. Ağaç her zaman yaşam ve ölümün birlikteliğinin sembolü olmuştur zira dik duran ağacın ''kökleri'', zıttı olan baş aşağı duran ağaç için ''dalları'' ifa eder. Her şey zıttıyla kaimdir; ''şey'' zıtların yer değiştirmesini imler. Elma göstergesine geri dönersek, yaratıcının şu sözleriyle yakından bağlantılıdır: ''İnsan, elini uzatmasın ve bilgi ağacının meyvesini koparmasın ve bunu yemesin ve sonsuz yaşamı elde etmesin…''
Yüreğin ölecekse de öbür yolu tut insanoğlu: unut eski acılarını… Sen ölsen de, sevdiğin yaşamak zorundadır; budur onun hayatının fidyesi, diyeti. Sen ölürsün, tamamlayıcın olan sevdalın yaşar ve sana dönüşür. Sen yeniden doğarsın ve sevdalın ölür; sen ona dönüşürsün… Yine de galip olan sevdadır; sevdanın müsebbibi yaşamdır; yaşamın menzili meşktir. Meşk, terk-i terktir… Sen terk ederken Tanrı'n geçer ayaklarının altından. Tuzlu su döker dudaklarına, rüzgârların rahmi olursun. Ey insan, sen başlangıçta son bulursun; sonun sonlarında güneşler misali tutulursun… Meşk ve vuslat arasında sürgün olursun… Toprağa döner yıldızın, yaşamın çıkmaz sokaklarında unutulursun. Rüştünü ispatlar tebessümlerinin labirenti; mizahın ve ironilerin Eden bahçesi… Dört nehir geçer yüreğinin içinden: beşinci ruhundur; vaftizin, teyemmümün, purimin suya ve toprağa dönüşen Kayradır.
Kayra inayetindir, alef-ba'da billah olursun!
Kayra kablel vukuuuu…/ Visita İnteriorae Terrae Rectificando İnvenies Occultum Lapidem!
Alis volat propris…
Kaybolacak Olsaydın
Arardım gözlerimin anlamını toprakta
ama bulamazdım onların gizinin adını.
Tanınmaz gecelerde, geçerlerken kuşlarım
Bekleyeceğim, karanlığı ışıtarak,
yitik kaygılarımın başında.
Düzelterek kırışıklarını tanrısal cübbenin
Kattım yıldızları göklerin tasına
sonunda yitirdim Tanrı'nın bana verdiği adı
Gözyaşlarımızı Tanrı'nın tasından içelim
sonra ona teslim edelim kendimizi
Uyuyalım.
Mutluluğum, dünyanın bilinmeyen bir tarafından başlar
öyle alışılmadık kuralları var ki çekinirim söz etmekten;
Bu aşkın kendisine
Hayranlıktan donakalan bir çiçek
belki avutur beni
Kapalı gözlere karşı
İşitirsem onun çayırda, rüzgârın altında
Yürüyüşünü
Vaftiz çiçekleri toplayarak,
Karşılayacağım bu sevinci
gideceğim bir elma ağacının altına
bekleyeceğim.
Yüz üstü bırakılmış ruhların ambarında
Devşireceğiz çiçeklerimizi
Kaldıralım çatıları,
Öldü buğdaylarımız,
bırakalım güneşle yağmur girsin
göstermek için ruhlara, göklerin bakışını;
üfleyelim tozları
Renklerimiz tap taze çıkar
Yaşamın kemirdiği
Maddeden kaynaklanan
Toz tabakasının altından;
yok edelim bedenlerimizi
giyinelim ak bulutları,
Mutluluk bedenlerin sınırını aşamaz
Bizimse yerimiz doruktur
Oraya ölenler çıkar
Karartmayalım saçaklarımızı,
Ve bakirenin sevincinde
koşalım
Bize değip geçen kuş tüyünü öperek
Doruklarımızın havasında
yele verelim acılarımızı.
Öldüklerinde bedenlerimiz
doğar yemişleri Tanrı'nın
elvedalarda
O zaman anlarım ne ağır olduğunu
yüreklerin…
Hafif yüklerdir
Maddeyle ilgili
küçücük sevinçler,
kolayca taşınabilir;
Ama ne zaman ki son kervan, son yıldıza doğru
hareket eder,
kesip atmak gerekir ipi,
yoksa ne anlamı olur ölümün?
İzin verilecek mi kavuşmamıza mutluluğa,
Tanrı'nın yanında kalmamızı sağlayacak
kadar arınmış olmanın sevinciyle
Ama öyle bir özlülükle ki
dank edecek kafalara, ülkemizde?
belki ikinci bir evrende;
kanatları kelebeğin
öpecek bizi,
Yüreklerimizin gücü
Işıtacak çiçekleri.
Benim yüreğim ölecek, ama sen
yaşıyor olacaksın
sevdiğim, uyuyorsun yüreğimin derinlerinde;
Aşkından doğacak
başka bir yürek, benim için sevinçten
titreyerek;
sen bunu Tanrı'nın sularından
çıkaracaksın,
Soğuktur o sular
Ölümün ortasında
Tanrım, bana göndereceksin beni
sevebileni,
alsın diye ruhumu kendi soğuk bedenine,
gönder bana
beni ölüyken sevebilecek olanı,
Böylece geri döneceğim.
Açalım gözlerimizi yeni ekin demetleri üzerinde
orada uyuyalım
o zaman dolaşacağız göklerdeki dünyalarda
Tanrıya yaklaşarak
Çatılarımızı gümüş yabasıyla delecek Tanrı
kaldırarak ateşin ruhunu başka dünyalardan.
Bir esrime gününde uçurumun üzerinde
Meryem'in sevinci patlayacak
Altın çığlıkları düşecek,
Özgürlüğe kavuşan yüreklerimize.
sevinçlerin dans ettiği ovada
atların koşuşlarını dinleyelim;
kapı orada
anahtarsız,
onu bir kuş korur,
bazen bir tüy çeker kanadından,
bekleşen bizlere atar.
Tanrım geçti ayaklarımın altından rüzgârda
Ölçerek onların katlanabildiği ağırlığı,
Sonra mürrüsafiden dudaklarıma
Biraz tuzlu su döktü,
Artık karşılayabileceğim büyük rüzgârları
Uçurumun ağzında koşuşurken bu rüzgârlar
Bırakmazlar öpüşüm düşsün,
Bir çayırın tümseğinde beni beklerken
Uyuyan bilinmeze götürüyorum bu öpüşü
Sonra korkusuzca yola koyulacağız
Hışırdayan çalılara doğru,
kartalın koruduğu.
Öbür yolu tuttum
unuttum eski acıları
yağmurla yeniden girdim toprağın altına
yüklenmek için yazgımı;
ama alevlenir bazen
derinlerimde anısı bir zamanki gözlerin
işittiğimde şakıyışını
mavi gözlü kekliğin.
Yıldızımız
doğdu bir düşün uzayında,
mutlu ve korkusuz;
Senin sevincinin gördük doğrulduğunu
Tanrım
devrilmişken, zambak özleyen çayırlardan.
Alalım bu sevinci, alalım bu bağışı
aşkın bize verdiği;
o aşk besler çiçekleri
kendi bulutuyla,
bizim bedenlerimizde var eder
senin belirtini.
Hiçbir yolu olmayan yaşamın içine bıraktım
yıldızımı
görkemli bir ağaç beliriverdi,
bir gemi yapacağım ondan,
deniz yolculuğum için,
varsın kurusun bahçemin çiçekleri
Alıp başımızı doğuya gidelim seninle;
Belki göreceğiz başka bir güneş,
Kıpkırmızı,
Aydınlatacak uyanan çocukları,
O çocuklar yaşamı keşfederler,
Gemileriyle yol alırlar
ararlar Tanrı aşkını…
(Şiirin alıntılandığı kitap Yaba Yayınları'ndan Hallac-ı Mansur'un Tavasin eseridir)
Görsel: Yakup, Melekle Güreşirken, 1885 (Gustave Doré)
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 02.08.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 26.07.2024 11:58