KİM İÇMİŞ BU SULARI!

Tatar çölünde düşmanları beklemek gibiydi barbarların geleceğini düşünmek. “Çünkü önce ve daima barbarlar gelirdi"(S.19). Buzatti’nin eserinde en azından düşmanın çölden geleceği biliniyordu. Burada ise yalnızca doğudan geleceği. Değil mi ki onlar medeniyeti inşa etmiş uygar bir topluluktu, kendilerinden başka herkes barbardı. Eğlence de, değerli olan her şey de onlara layıktı. Barbarlar gelip onların medeniyetini yerle bir etmeye kalkmasa uygarlığın zirvesine ulaşmışlardı aslında. İçinde kendi ırklarından başka kimse kalmayacak kadar medenileşmek için nice katliamlar yapmak gerekse de, bunlar insanlığın faydası içindi. Tarih boyunca geri kalmış topraklara uygarlık götürmek asıl amaç değil mi! Yeni bir şehir kurmak için insanıyla birlikte eskisini yıkmak gerekse de bu bedel uygarlık için ödenir. Kayıpların ve acıların çokluğu sizi yanıltmasın! Medeniyet dediğimiz, barbarlar değil, insanlar için!
Herkes insan elinin kurduğu görkemli medeniyet altında büyük şölenin tadını çıkarabilirdi artık. Kadınların, çömezlerin, tiyatro oyuncularının ve kölelerin dışında! Bütün halk bu Yedi Tepeli Babil’in büyüsüne kapılmış, yalnızca doğudan gelecek bir korkuyu taşıyordu içinde. Bir tek Elias sırtını doğuya dönmüş, çürümeyi kendi içinde arıyordu. Romandaki çatışma unsurunun diğer ayağında duran, “bir sütunun üzerinde atlar gibi ayakta uyuyan,” (S.27) Elias. Kötü günlerin yaklaştığını ve görkemli şehirde bir şeylerin ters gittiğini ilk gören oydu. Bu kötü rüyayı dağıtmak ve şehri tütsülemek için insanların arasına karıştı ilk defa. İnsanlar gibi buhran geçiren şehrin içinde “başına defne yapraklarından çelenk takmış”(S.32), bir adam.
Dev hipodromlar inşa ettiler, yığınlar eğlensin, medeniyetin tadını çıkarsın diye. “Oyunlar halkın eğlencesi, hipodrom da imparatorun tiyatrosuydu” (s.75). İmparatorun arenada görünmesi için “Doğ, doğ” diye bağırdılar. “Doğ, Tanrının taçlandırdığı hükümdar! Romalılar seni istiyor. Doğ”(S.78). İmparator kalabalıkları etkilemek için en uygun zamanı bekliyordu. Onlar için dünyanın dört bir yanından kimsenin görmediği hayvanlar getirmişlerdi. Romalılar Tanrı'nın seçtiği imparatorun hipodroma çıkmasını bekledi, güneşin doğuşunu bekler gibi. Havaya kaldırılmış mendilin bir hareketine baktı binlerce insan. Bu itaat sonsuza kadar sürecek gibi görünüyordu. Oysa bir kişinin görüşünü değiştirmek ne kadar zorsa, kalabalıkların tavrının değişmesi de o kadar kolaydı. Rüzgâr dediğiniz nedir ki zaten, yeter ki bir esmeye görsün. Bir idam için binlerce el havada alkış tutarken, hem de bayram havasında bu büyük şöleni izlemeye gelmişken, birden idamın iptal edilmesi için isyana kalkabilirdi. Evet, elimizdeki romanın en bilinen tarihi gerçeği de buydu işte. Roma’da bir isyan ve sonrasında hipodromun içindekilerle birlikte yakılarak binlerce kişinin öldürüldüğü bir katliamın hikâyesi bu.
Döneme ait kaynaklarda hipodromdaki katliamda öldürülen kişi sayının 30 bin ila 50 bin arasında değiştiğini görüyoruz. Tarihi bir gerçekten beslenen bir roman olunca o döneme ait ritüellerin, kıyafetler ve karakterlerin aslına uygun olarak aktarılabilmesi için arka planda çok geniş bir alan okuması gerektiğini kabul etmemiz gerekir. Bu anlamda yazarın bu konuya ne kadar hâkim ve söyleyecek ne çok şeyi olduğunu da gördüm eseri okuduğumda. 6 yıllık bir emek ve ardı arkası gelmeyen okumalarla meydana gelen bir birikimdi bu. Sadece hipodrom ve taç giyme törenleri için o kadar çok okuma ve tarama gerekiyor ki, o gün kullanılan bütün eşyaları ve törenlerdeki ritüelleri en ince ayrıntısına kadar öğrendiğimizde bunu fark ediyoruz. Bizim okuyup geçtiğimiz her bir sahne için ayrı bir kaynaktan tarama yapılması gerekiyor. Bir dönem kitabı olunca tarihi roman havasında kişilerden ve olaylardan mı bahsediyor sadece kitap? Hayır, aşkın böyle güzel anlatıldığı çok az eser gördüğümü söyleyebilirim.
Semboller olarak kullanılan susmak, körlük, zindan, cellat ve at imgeleri dikkatimi çekti. Bunun dışında benzetmelerde kullandığı ifadelerden en çarpıcı olanları buraya not düşmek isterim
- Yapraklarında kuş izi olan bir dal gibi (S.110),
- Sanki bir sürü denizanası yutmuş da midesinde hiç durmadan şemsiye gibi açılıp kapanıyorlardı (S.21).
Ayrıca ikilemelerin sıkça kullanılmasını, “Tım tım sol ayaklar havaya, tım tım aşağıya… tımtım kralın sarayına doğru,”(S.114 ), “tırk tırk atan damarları yüzünden,”(S.125) ve belli aralıklarla “Suyu kim içti?” diye yapılan vurguları ritim açısından değerli buldum.
Matematik öğretmeni, öykü ve roman yazarı Meliha Öz’ün 2020 yılında “Tahsin Yücel anısına Yılın Romanı Ödülü” almış olduğu bu kıymetli eseri genel olarak değerlendirmem gerekirse; hem tarihi yönünü doğru aktarabilmek için arka plandaki okumaları ve araştırma yönüyle, hem de akıcı anlatımıyla çok beğendiğimi vurgulamak isterim. Dönem kitabı olması açısından kurgu ve isimlendirme güçlüğünün çok emek vererek aşılmış olduğunu düşündüm. Yalın bir dille, zorlama ve yapay anlatımdan uzak şiirsel bir anlatımla tanıştığımı düşünüyorum. Yarış, iktidar ve din üçlüsü mezhep farklılıkları, ekonomik ve siyasal ayrışma üzerinden çok güzel işlenmişti. Zaman zaman Yaşar Kemal’in masalsı anlatımı ve kelimelerle oynarken H.A.T üslubunu hissettim;
“Aradıkça sanıyordu ki ben aramaktan ibaret bir şeye dönüştüm “(S.65),
“Birileri yokmuş gibi, kendileri orada değilmiş gibi”(S.126 ),
“Çünkü insan, böyle uzun, böyle dalgın, böyle kahırlı nereye baksa bir zaman sonra ona dönüşüyordu (S.162),
“Sözlerinin arasına suskunluklar bırakıyordu Maria, (S.139).
Bu masalsı anlatıma ve Roma dönemimdeki ihtişamla çürümenin iç içe geçmiş büyülü ortamına davet ediyorum okurları. Konstantinopolis’in fethine doğru gidilecek bir süreçte bu çürümeyi bize anlatırken yazar bir rüyadan başka bir rüyaya da hazırlar okurlarını. “Rüyalar, yaşayacağımız acıları da gösterir bize, bunu kaderimizi değiştirelim diye değil, başımıza geldiğinde daha kolay katlanalım diye yapar,” (S.37) dedirtir kahramanına. Sonra çağ açıp çağ kapayan bir kahramanı bekler şehir.
Nekro Porta
Meliha Öz
Şule Yayınları
Kasım 2019
238 Sayfa
Yazar: Resul BULAMA - Yayın Tarihi: 03.03.2021 09:00 - Güncelleme Tarihi: 20.02.2021 22:10