Kırmızı Pazartesi’de Üç Güç: Tanrı, Devlet ve Halk
Faik Öcal yazdı…
Rüyalar kaderimizi değiştirebilir mi? Gördüğü rüyalara göre tedbir alan, ölümünü geciktirebilir mi? Yoksa rüyaların ecel vakti üzerinde hiç hükmü yok mudur?
Gabriel Garcia Marquez Kırmızı Pazartesi romanında görüldüğü kadarıyla Santiago Nasar'ın gördüğü rüyalar, o meşum ve meşhur pazartesi gününde vuku bulacak olan ölümünü geciktirmemiş, ecel vaktini değiştirmemiştir.
Ne gökteki kuşlar bir uyarıcı görevi görmüştür ne de ayaklar alındaki pusula işlevini yerine getirebilmiştir. Aşk için çıkılan yolculukta namus adına Santiago Nasar'ın kanı yere dökülmüştür. Ne ağaçlar kızıla boyanmıştır ne de toprak ürpermiştir. Her şey olması gerektiği gibidir ki büyülü gerçekçiliğin en büyük ustası olan Gabriel Garcia Marquez bu işi ((kader, rüya, ölüm, namus, cinayet) başarılı biçimde kotarmıştır.
Kaderin garip bir oyunu mudur: Margot gibilerin işlenecek olan cinayetten hiç haberdar olmaması ama Clotilde Armenta gibilerin cinayetten haberdar olması, Placida Linero gibilerin ise rüyaları yanlış yorumlaması, olayları yanlış görmesi. Yani su akıp yatağını bulacak, rüyalar doğru tabircisine çıkacak, akacak kan damarda durmayacak. Kader perdesinin arkasına düşenler göremeyecekler, konuşamayacaklar, bir şeyler yapamayacaklar; fakat kader perdesinin önünde duranlar görecekler ama görmezlikten gelecekler, bilecekler ama susmayı yeğleyecekler, duyacaklar ama duymazlıktan gelecekler.
Büyülü gerçekçilik penceresinden bakıp soralım: Margot ya da Clotilde olmaya iten sebep nedir? Bu işte kim suçlu ya da masum? İlahi hükmün karşısında halk gerçeğinin hükmü nedir? Kim bilerek hakikatten yana tavır koyar? Neden Placida Linero rüyaları yanlış yorumladı, olayları yanlış gördü? Belki de haklı olan sorgu yargıcıdır: Kader bizleri görünmez kılar.
Kırmızı Pazartesi'de asıl üzerinde durulması gereken soru/n: Namus adına bir başkasını öldürme hakkını kendimizde görebilir miyiz? (Pedro ve Pablo) Vicario kardeşler sırf namuslarını temizlemek için halkın sessiz desteğinden, devletin görünmez gücünden ve Tanrının adaletinden aldıkları destekle Santiago Nasar'ı öldürürler.
Bir insanı öldürmek, onu ebediyen yeryüzünden silmek, ona savunma hakkı dahi vermeden katletmek bu kadar kolay ve meşru olmasa gerek. Ama olan tam da budur. Hayatımızda bu ve buna benzer namus cinayetlerine sıklıkla rastlamaktayız. Töre cinayetleri ve genç kız intiharlarının buluştuğu tek yerdir belki de namus lekesi.
Buradan üç güce (Tanrı, devlet ve halk) büyük görev düşmektedir. Üçünden birisinin görevini yapmaması suçun büyüklüğünü ve cinayetlerin oranını artırır. En önemlisi ve bütün yanlış anlamaların ve anlaşılmaların sebebi olan Tanrı'dır. Çünkü Tanrı görünmezdir ve herkes görünmez Tanrı adına görünür ve keskin kararlar çıkarıp uygulamaya koyabilir. Bunun sonucunda da telafisi olmayan hatalar ortaya çıkabilir, masum insanlar hayatlarını kaybedebilir, katliamların önü açılabilir. Kimse Tanrı adına bir başkasının yargılayıp onun hakkında ölüm fermanı çıkaramaz. Tanrı hiç kimseye kendi adına öldürme hakkının vermemiştir. Tanrının adaleti vakti zamanı geldiğinde, fiziki sebepler oluştuğunda kendiliğinden tecelli eder. İşler Tanrıya kalınca adalet tahakkuk eder; ama insanlar Tanrı adına hüküm vermeye kalkışınca zulümlere kapı aralanır.
Devletin görevi Tanrıya nispeten daha kolaydır. Çünkü devletin bu işler için görevlendirdiği kişiler vardır. Bu kişiler somut belgelerle ve kesin ispatlanmış suçlara göre hareket ederler. Devletin hâkimi, savcısı, avukatı, polisi vs. adaletin ortaya çıkması için vardır. Günümüzde bu tam olarak yapılamıyor maalesef. Romana bakarsak, Angela Vicario'nun bir iddiası var, Santiago Nasar tarafından tecavüze uğradım, diye. Bu iddia ispatlanmadan, Vicario kardeşler, Santiago Nasar'ı öldürüyorlar, bile bile, her kesin gözü önünde. Yani devlet bu iddiayı ispatlayıp bunun hukuktaki karşılığını belirlemeden, Santiago Nasar suçlu bulunup öldürülüyor.
Gelelim bu cinayetin sessiz tanığı ve suç ortağı olan halka. Aslında halktan kimileri cinayeti önlemek için birtakım hareketlerde bulunuyor. Ama büyülü gerçekçilik ustası Marquez, bu teşebbüsleri nakıs bırakıyor ve kader üzerinde etkisiz hale getiriyor. Halkın gözünde Santiago Nasar'ın hükmü çoktan verilmiştir, o ölmeyi hak etmiştir. Kimse onu ölümden kurtaramaz. Zaten bu romanı, diğer romanlardan ayıran da bu özelliğidir. Birisinin ölüm fermanı yazılmıştır, halk bunu bilmektedir, sadece ecel vaktini beklemektedir.
Halkın büyük çoğunluğunun sessiz onayı (Angela Vicario'nun namusunu lekeleyen Santiago Nasar ölümü hak etmiştir) olmasaydı Santiago Nasar ölümden kurtulabilir miydi? Belki kurtulurdu, belki kurtulmazdı, bunu bilemeyiz; ama asıl sorulması gereken soru, sorgulanması gereken durum şudur: Halk neden namus lekesinin temizlenmesi için cinayetlere sessiz onay vermektedir? Bu da bizi töre cinayetlerinin ve genç kız intiharlarının nedenine götürmektedir. Yani namus cinayetlerine sessizce onay verenlerin, töre cinayetlerini işleyenlerin ve genç kızları intihara sürükleyenlerin aynı halk olduğu gerçeği…
Tanrı, devlet ve halkın cinayetlere bakış açısını şu örnekte de görebiliriz. Devletin avukatı cinayetin namus uğruna işlenen meşru müdafaa olduğu tezini savunuyor ve bu tezi mahkeme heyeti tarafından kabul görüyor. Tanrı adına konuşan Peder Amador, cinayeti işleyen Vicoria kardeşlerin Tanrı katında masum olduğu söylerken, Pablo Vicario ise hem Tanrı'nın hem de halkın gözünde masum olduklarını iddia ediyor. Aynı soru/n ortaya çıkıyor: Hangi Tanrı? Hangi devlet? Hangi halk? Hakiki Tanrı kendi adına cinayet işlenmesine asla izin vermez; ama halkın ve devletin kendi kendilerine, kendilerince yarattığı Tanrı bu tür cinayetlere sessizce onay verebiliyor. Bu cinayette de görüldüğü üzere, devlet, halk ve onların Tanrı'sının güç birliğiyle Santiago Nasar, Vicario kardeşler tarafından her kesin bilgisi dâhilinde ve her kesin gözü önünde öldürülmüştür.
Hiç kimse masum değildir. Her kesin eline bir başkasının kanı bulaşmıştır. Biz insanlar birbirimizi öldürmek için ısrarla devletin araçlarını, din görevlilerinin kisvelerini ve halk çoğunluğunun gücünü kullanmaktayız.
Tanrı'yı mahkemelerde yitirdik, onun adına hüküm vererek, yargılayarak, keserek biçerek, sınırlar çizerek. Vicdanlarımızı susturmak için birbirilerimizin gözlerinin içine bakıyoruz ama sadece bir başkasının çığlığıyla irkiliyoruz, içimizin boşluğuna dönüyoruz.
Yeryüzünde sadece iki insan türü masum kaldı: Çocuklar ve deliler. Her savaşta önce çocuklarımızın taze kanıyla topraklarımızı suluyoruz, sonra kendimizi akıllı göstermek için tımarhaneleri delilerle dolduruyoruz. Her geçen gün çocukların sayısı azalmakta, delilerin oranı ise artmaktadır.
Sadece pazartesiler kan kırmızısına dönüşmeyecek bu gidişle. Çocuksuz ve delisi çok olan bu dünyada haftanın her günü kırmızı olacak. Tanrı adına, namus uğruna yeryüzü kana boyanırken, kan kusacak bütün günler, bütün aylar, bütün mevsimler, bütün zamanlar. Kırmıza bir kan lekesinden ibaret kalacak insan.
Kırmızı Pazartesi
Gabriel Garcia Marquez
Çev. İnci Kut
Can Yayınları
112 Sayfa
İstanbul 2006
Yazar: Faik ÖCAL - Yayın Tarihi: 04.11.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 11.11.2022 17:08