Kırmızı - Yıldız Ramazanoğlu
Büşra Nur Karaarslan, kitaphaber okurları için kaleme aldı.
Büyük şehirlerin şa'şalı, tuhaf büyüsüne kapılıp da köylerinden kentlere göç edenlerin hikâyesi tanıdık gelebilir kulağınıza. Hatta bir sır vereyim mi? Aramızda kalsın ama bu hikâyeler, kulağınızla birlikte ruhunuza da tanıdık gelebilir metropol diye nitelendirilen bir şehirde soluk alıp veriyorsanız. Mesela orada doğmamışsınızdır hiçbiriniz. Oralı değilsinizdir ve kahramanları da oralı değildir hiçbir hikâyenin. Oralı olmadığınız için hiçbiriniz; hemşeri sayılırsınız.
Mesela uzak bir kasabanın küçük bir köyünde bir kerpiç evde dünyaya gelmişsinizdir, babanız işsiz kalınca umut bağlamıştır büyük şehirlerin birine. Sizi okutmak için canını dişine takan babalarınız, başına bir iş gelecek diye tir tir titreyen, bu sebeple etrafınızda dört dönen anneleriniz vardır sizin de ilk hikâyedeki Ayla gibi. Ya da kuşların da bir gün yorulup uçamayacağına iman eden haylaz kardeşinizle kırmızı el örgüsü bir kazağı sırtına geçirip saçlarını atkuyruğu yapmış bir komşu kızı.
Yaşı çoktan otuzu vurmuş kariyerini tamamlamış ama ev bark sahibi olamamış arkadaşlarınız vardır belki son leyleğin hikâyesini takvim yapraklarından okuyan ya da fotoğraf meraklısı düşüncesiz bir akrabanız.
Yıldız Ramazanoğlu hayatın içinden tam sekiz portreyi usta kalemiyle biz okuyucularına Kırmızı adlı hikâye kitabı ile sunmuş:
*Ayla ile Zeliha
*Kuşlar da düşer
*Kırmızı
*Son leylek
*Rampadan aşağı aşk
*Sağdan, soldan, aşağıdan ve yukarıdan
*Rüya gibi bir akşamüstü
*Bay Köri'nin tutkusu
"Hikâye okumanın da bir yaşı var" diyenlere inat edeple kapağını kaldırdığınız kitabın ilk hikâyesi cinsiyetinize bakmaksızın üniversiteye başladığınız ilk yıl tatil sonrası okuduğunuz şehre giderken yaşadıklarınızı özetleyecek nitelikte bana sorarsanız. Arkanızdan pür telaş koşturan, sizin için endişelenen, yaşınıza aldırmadan hâlâ onun küçük-masum-saf-iyi-güzel kuzucuğu olduğunuzu haykıran bir anne bırakırsınız garda. Sonrası özgürlük, sonrası huzur, sonrası umut, sonrası kendi ayaklarınız üstünde durma vaktidir. İlk hikâye ile içinize işleyen kitabın ikinci öyküsü içler acıtacak nitelikte, günümüzün en önemli duyarsızlığına işaret eder; mesela otoyolda bir ihtiyara çarptığınızda katil olursunuz da, bir kuşa çarpınca dönüp bakmazsınız bile... Onun da ailesi olduğunu unutur geç kaldığınız işe bir an önce ulaşmak için gaza yüklenirsiniz."Haa, canım önemli değil sadece küçük bir kuşmuş..." Ne kolay söylemesi değil mi? Kırmızı el örgüsü kazağı taşralılık işareti olduğundan işe alınmayan bir genç kızın kırılan onuruna rağmen dimdik başını görürsünüz sonraki hikâyede.
Aradaki öyküleri okuduğunuzda farklı tatlar alacağınızdan emin olarak son hikâye hakkında uzun uzun konuşmak istiyorum nedense. Aslında beni en çok etkileyen hikâye bu olsa gerek bu kitapta. Hatta itiraf edebilirim ki 3 damla gözyaşı da dokundurdum kitabın son sayfalarına.
Aslında beni hikâye hakkında konuşmaya iten ne hikâyenin ana kahramanı olan gazete köşesi hazırlayan genç, ne fotoğrafçı Bay Mc Curry, ne de hikâye içinde ismi geçen Rum tekfurunun boncuk mavisi gözlere sahip kızı. Beni hikâye hakkında konuşmaya iten Mc Curry'nin yaklaşık otuz yıl önce çektiği fotoğraftaki hüzünbaz kız; Şerbet!
1984'te National Geographic'ten Steve Mc Curry bir fotoğraf çekti. Bir an ayırır gibi olduk siyah iplikle beyaz ipliği karanlığın içinde. Sonra iris tabakası altında kaldık (sf. 127)
Afganistan'ın yoksul yüzlerinden biri Şerbet'inkisi. Bu yüz yoksul, masum, saf, hüzün dolu bir çift gözün sahibi, belki de sadece öğretmeni başını okşadığında ışıldayan... Mülteci kamplarındaki yüzleri Asya'nın işgal edilmekten yer yer yok olmuş, buruşmuş haritalarına dönmüş yaşlı teyzelerin 40 yıl önceki hali belki.
Yıldız Ramazanoğlu, hikâyeye yerli bir gazetede ilginç fotoğraflar hakkında yazı yazıp ekmek parasını kazanan o adamı başkahraman seçmiş olsa da benim için, bu hikâyenin değil bu kitabın -hatta şimdiye kadar okuduğum bütün hikâye kitaplarının- kahramanı o büyülü gözlere sahip küçük kız. Yerli yerinde verilmiş imgelerle hayalimde canlanan buğday yanığı ten. Sanki elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın. Ve sanki çığlık atsam duyamayacak kadar uzak. Belki de -en önemlisi- dünyayı bir kelebeğin kanadına bağlayıp özgürce uçurmak kadar özel. Hatta dua eden bu gözler, hayalimde, sabah abdestinden daha naif, daha diriltici. İçimdeki bütün kurallı cümleleri deviren bir masal sanki. Hayır, masal olamaz düpedüz gerçek!
Offf! Be-ce- re-me-dim!
Son söz yerine: Aslında bir hikâye kitabına eleştiri metni nasıl yazılır bilmediğimi itiraf etmek niyetindeyim... Lâkin kitabın içindeki kahramanları öyle içime işledi ki sanki bu itirafı yapsam Şerbet'in kirpiğine yaslı o son damla düşüverecek, Kırmızı kazaklı kız saçlarının örgüsünü dağıtıp asrımızın en büyük günahı modernite belâsına yenilecek, son gaz ilerleyen minibüsteki şoför karşısına çıkan yaşlı kadını ezecek ya da gardaki tren bir türlü Ayla'yı özgürlüğüne taşıyamayacak, hep silik bir karakter olarak annesinin dizleri arasında oturup sadece hayaller kuracak. Belki ben bunu itiraf edersem Ramazanoğlu'nun hayalini kurduğu savaşçı bir türlü dağdan inmeyecek, Şerbet 4 kız çocuğu doğurmayacak, o delici bakışlarını kızlarına vermeyecek, savaşçı onları reyhan, kekik ve sümbül açan; kayalarının içinden yabani çılgın incirler çıkan, incir üzerine yemin edilen bir dağın mağara serinliğine yerleştiremeyecek. Sonra ovaya gidip bal ve ekmek getirmeyecek, Şerbet ve 4 kızı açlıktan ölecek... Hayır, kimse ölmesin!
Akşam mı oldu? Sanırım itiraf vakti. Belki de kuruntuların hepsinin ardındaki gizli gerçeği penceredeki perdeyi araladığımızda fark ederiz, kim bilir?
Kırmızı
Yıldız Ramazanoğlu
Timaş Yayınları
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 28.02.2012 09:40 - Güncelleme Tarihi: 03.12.2021 11:09