Kuklaların Kukla Olmaklığı
"Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli."
Sezai Karakoç
Bir insan mı daha özgürdür yoksa bir kukla mı? Tabii böyle bir soruya ilk tepkiniz gülüp geçmek olacaktır. Ama eğer olaylara biraz yamuk bakıp hikâyeyi tersinden okursak bir kuklanın daha özgür olduğu sonucuna varabiliriz. Nasıl mı? Heinrich von Kleist'a göre kuklalar insanın asla ulaşamayacağı türden bir özgürlüğü temsil ediyordu: "Hayvan da kukla da kendi üzerine düşünen düşünceyle lanetlenmemiştir. Özgür olmalarının nedeni budur. İnsanların böyle bir aşamaya ulaşmaları ise ancak sonsuz bilince kavuşacakları bir dönüşüm sayesinde mümkün olabilir." (s-10) Aslında Kleist'in demek istediği insanın kendi davranışları üzerindeki özbilinci (farkındalığı) dünyayla arasına sınır koyar, neyi seçip neyi dışarda bırakması gerektiği konusundaki özgür bilinci onun ufkunu daraltır. Onu bilincin kölesi yapar. Eylemlerinin tutuk ve sarsak niteliği, kendilerini hayatlarının gidişini belirlemek zorunda hissetmelerinden ileri gelir. Kukla böyle midir? Onun otomatizmi insan hayatıyla karşılaştırıldığında gıpta edilesi bir özgürlük olarak görülmektedir: "Öbür hayvanlar (ve de kuklalar) hangi yolu seçeceklerini düşünmeden yaşarlar hayatlarını. Dünyada koklaya koklaya gittikleri yolda nasıl bir belirsizlik hissederlerse hissetsinler, bu kalıcı bir durum değildir; güvenli bir yere vardıklarında rahat ederler. Buna karşılık insan, hayatını nasıl yaşayacağı kaygısı içinde geçirir. " (s-24)
İnsan da bir anlamda kukladır. Tek fark bir özgürlük yanılsaması içinde olmasıdır. Yani bir bilince sahip olduğuna inanır. Kendi iplerinin başkasının elinde olduğuna inanmaz. Materyalistlere göre insan, evrimsel kazaların sonucunda özfarkındalık edinmiş kukla benzeri bir yaratıktır: "Bilimsel materyalizmin en iddialı biçimlerine göre insanlar gerçekten de kukladır: Evrimsel bir kaza sonucunda özfarkındalık geliştirmiş, genetik iplerin oynattığı birer kukla." (s-14) Özgürlük kazanmış üstün bir kukla olarak insan, iplerinden kurtulduğunu zanneder. Bu tam anlamıyla bir yanılsamadır.
Gnostikler dünyayı iyi bir Tanrının yarattığı tezini reddederler. Onlara göre böylesine kötü bir dünyayı yaratan bildiğimiz Tanrı olamazdı. Bu dünyayı kötü, beceriksiz, delirmiş, bunamış ya da çoktan ölmüş bir demiurgos yaratmış olabilirdi. İnsan maddi dünyada hapsolmuş, karanlık kosmosta kıstırılmış, gerçek durumlarından habersiz biçimde yaşayıp gidiyordu. Zaten hatalı tasarlanmış, kötü üretilmişlerdi. Eksik varlıklardı. Bu kölelikten ancak özel bir bilgi edinerek kurtulabilirdi. Gnostikler, geleneksel bilginin tersine, insanın cennetteki Bilgi Ağacı'nın meyvesinden yiyince özgürlük kazandığına ve kölelikten kurtulduğuna inanır. (Onlara göre cennette seçme özgürlüğü yoktu ve bu yüzden sıkıcıydı, böyle bir yerde insan ancak köle gibi yaşardı.) Fakat özgürleşince aynı zamanda evrende yabancı olduklarını keşfettiler. Bu noktadan sonra da kendi kendileriyle ve dünyayla savaş halinde oldular.
Özbilinç kazanan insan türünün kendisiyle ve doğayla baş edebilmek için elinde büyük bir silah vardır artık: Bilgi. Dünyada yaşamaya başlayan insan git gide artan bilgisinin sayesinde yaradılışında var olan eksikliği ve kusurluluğu kendi kendisini daha üstün biçimde yaratmak için kullanabilirdi. Öyle de yaptı. Geldiğimiz nokta itibariyle Dünyanın büyük bölümünde, özellikle de Batı ülkelerinde bilginin insana başka hiçbir yaratığın sahip olamayacağı bir özgürlük verebileceği inancı egemen din haline gelmişti: "İnsanın çoğalan bilginin gücünü kullanarak doğal sınırlarından kurtulabileceği inancını içeren gnostik düşünce, modern bilimin temelini oluşturur." (s- 31)
İnsanlar, doğal sınırlarından kurtulabilmek için edindikleri bilginin gücüyle başlarda basit aletler yaptılar. Çatal, bıçak, kazma, kürek vb. Bu basit aletler insanların elleri vasıtasıyla çalışan, kendi kendilerine hareket edemeyen kuklalar gibiydiler… Kuklalar da insanın tahta ve bezden yaptığı, basit, cansız, nesnelerdir. Kendi kendilerine hareket edemezler. İnsanlar tarafından iplerle hareket ettirilirler. Yani ruhları yoktur. 18. yy.dan sonra buharlı gemiler ve trenlerin icadıyla beraber kendi kendilerine hareket edebilen makineler ortaya çıktı. Yani bu makineler iplere (ellere) ihtiyaç olmadan hareket edebiliyorlardı. Onlara enerji yüklediğimiz sürece maddi anlamda bir ruhları da vardı. 21. yy.da makinelerin yerini insanımsı robotlar aldı. Bunlar sadece hareket etmiyorlar, aynı zamanda düşünebiliyorlardı. İşte burada şu soru akla geliyor: Düşünen robotlar zamanla özbilinç kazanıp kontrolden çıkabilir mi?
İnsanın hikâyesiyle robotların hikâyesi arasında paralellik kurarsak bittabi zamanla robotlar da özgür iradeye sahip olabilirler. Robotbilimin öncüleri Norbert Wiener ve John von Neumann, yapay zekânın ya da özfarkındalığı yüksek bir türün evrimsel bir kaza sonucu gelişmemiş insan düşüncesini aşabileceğine inanıyorlardı. Nasıl ki kendine özgü bir zekâya sahip doğadan pay alan insan, zamanla bilinç kazanarak doğaya başkaldırıp onu hâkimiyeti altına almışsa, insan yapımı makineler de insan doğasından birtakım özellikler taşıyacağı için zamanla özbilinç kazanıp insanları hâkimiyeti altına almaya çalışabilirdi: "Wiener ve Neumann düşünen makinelerin kontrolden çıktığı veya yaratıcıları tarafından anlaşılmaz hale geldiği durumlar tahayyül etmişlerdi. Örtük biçimde, makinelerin doğal seçilim yani amacı ve yönü olmayan bir süreç yoluyla gelişeceğini fark etmişlerdi. Kendi yarattığı makineler insanı eninde sonunda yerinden edebilirdi. Artan bilgi ve gelişen icatlar, sonunda pekâlâ insanı gereksiz kılabilirdi." (s-72)… Makinelerin son birkaç yüzyılda kaydettiği olağanüstü gelişmelerin, doğal dünyanın yaşadığı değişimlerin ne kadar çok ilerisinde olduğunu düşündüğümüzde çok yakın bir gelecekte mekanik bilincin neye dönüşeceğini kestirmekte zorlanabiliriz. Ama kesin olan şu ki geçmişte ürettiğimiz alet ve makinelerin günümüzde üretilen yapay zekâlı robotlara göre ne kadar basit kaldığını fark ettiğimizde makinelerin bilinç kazanma ihtimallerinin imkân dâhilinde olduğunu söyleyebiliriz.
Kuklanın Ruhu
John Gray
Çev: Dürrin Tunç
Yapı Kredi Yayınları
İstanbul- 2020
Sayfa Sayısı: 110
Yazar: Mustafa BUĞAZ - Yayın Tarihi: 15.11.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 09.11.2023 16:39