KUSURLU RÜYAYI GÖREBİLEN: Aykut ERTUĞRUL
Kusurlu rüya görenler, kusurlu yazanlar, kusurlu okuyanlar hatta düşünürken bile kusur işleyenler burada mı? Aykut Ertuğrul’un Ketebe’den çıkan “Kusurlu Rüya: Tuhaf Zamanlarda Öykü” yü az evvel bitirdim ve bitirir bitirmez kusurlarımın yüzüme çarpmasıyla hırpalandım. Sonra elimi yüzümü yıkayıp başladım sormaya: Neden yazıyorum, evvelce yazanlardan daha iyi değilsem niye bu çaba? Tuhaf zamanlarda öykü yazmak daha mı zor, kültür aşınması edebiyatı da içine alıyorsa neden yazıyoruz? Şuan hâlâ yazıyor olmanın tezadını görmezden gelerek soruyorum: Bizim derdimiz ne?
On sekiz yaşında Aristoteles’in Poetika’sını okumuş pek de anlamamıştım. Aradan yıllar geçti. Karakoç’un Edebiyat Yazıları’nı, İsmet Özel’in Şiir okuma Kılavuzu’nu, Necip Fazıl’ın Poetika’sını okuyunca dikkatimi çeken tek şey “ciddiyet”ti. Poetikalarda hep aynı ağır başlı, biraz didaktik çokça öznel üslup hâkimdi. Demek ki bu tür eserler ciddi yazılır ve hâliyle ciddi okunurdu. “Kusurlu Rüya: Tuhaf Zamanlarda Öykü”yü elinize alır almaz üstünde yazan poetika sözü bile şöyle bir dik oturup elinize kalem alarak not almaya hazırlanmanıza ve zihninizi tüm gücüyle esere yoğunlaştırmanıza neden olurken kapağı açıp da içindekiler kısmında başlıkları görünce önce tebessüm ediyor sonra da rahatlama hissediyorsunuz. Belli ki bu diğer poetikalar gibi ciddi ve zor okunur değil diyorsunuz.
Ele aldığımız eser iki bölümden oluşuyor. Birincisi daha çok öykü kuramı, kısaca tarihi ve hatta modern öykünün sorunlarına dair kısa metinler içerirken ikinci bölümde de Aykut Ertuğrul bazı kitapların incelemesini aktarıyor. Peki, bunu neden yapıyor. Çünkü ilk bölümde çizdiği o karamsar ve sert havadan sonra okur olarak hiç mi iyi işler olmuyor, sorusuyla kalakalıyorsunuz. Ya da okuduğum bir kitabın iyi ya da kötü olduğunu nasıl anlarım? İçinize bir kasvet çöküyor ki bunu da birazdan açacağım. İşte tam bu noktada ikinci bölüm geliyor “ şişşt sakin olun iyi öyküler de var hadi onlara bakalım” diyerek okuru biraz ferahlatıyor. Gerçi ikinci bölümde beğenmediği kitaplar ya da eleştirdiği noktaları da sıklıkla anlatsa da rehber okuma bakımından ferahlatıcı. Eser iki ana bölümden oluşsa da ben eseri dört ana çerçevede değerlendireceğim: Eserin didaktik yönü, gençlere ne hissettirdiği, öykü incelemeleri kısmı ve son söz.
Eserin didaktik yönü
“Kusurlu Rüya: Tuhaf Zamanlarda Öykü”, adından da hareketle bu vakitlerin öykü panoramasını çiziyor. Günümüz öyküsünün temel sorunlarından, dijital dünyanın yazılı metinleri nasıl etkilediğinden, yeni öykü yazanların nelere dikkat etmesi, nelere hiç yaklaşmaması gerektiğinden kısa kısa bahsediliyor. Hatta en iyisini yazamayacaksanız yazmayın bile diyor. Bu tür kitapların temel sorunu olan çok alıntı yapma ihtiyacı elbette Ertuğrul’da da var. Söylediklerini desteklemek yahut okura yeni kaynaklar da sunmak için zaman zaman dipnotlara başvurulmuş. Fakat alıntılama bölümleri tam da olması gerektiği kadar. Hatta kitabın sonunda derli toplu bir kaynakça verilsin diye de bekliyor insan. Bu şekilde Ertuğrul, dip notları not almak yoruculuğundan da kurtarmış olurdu bizleri.
Kitabın başında öykü yazarlarının sıklıkla karşılaştığı: "Öykü ve hikâye arasındaki fark nedir?” sorusuna yazarımız biraz da bıkkınlıkla ve belki de son kez olmasını dileyerek cevaplar veriyor. Aykut Ertuğrul’un öykü dili, hikâye atmosferi oluşturma, öyküdeki yığılma, nicelikteki artışa karşın niteliğin giderek vasatın altına düşmesi, kültür endüstrisinin oluşması gibi 21. yüzyıl öyküsünü anlama ve anlamlandırma çabasına eşlik ediyoruz.
Eserin birinci bölümündeki “Yola Düşen Öykü” başlığında diğer kısımlara göre daha ağırbaşlı bir üslupla daha didaktik bir hava dikkatimizi çekiyor. Bu ilk bölümün son kısmı olarak konuyu derleyip toplama arzusunu da hissettiriyor. Bu başlıkta Ertuğrul:“Bu yazıda insanın ebedi alınyazısı olan yolculuğun öykümüzdeki tezahürlerini üç başlık altında incelemeye çalışacağız” diye mekânsal yolculuk, manevi yolculuk ve içsel yolculuk başlıklarıyla konuyu özetliyor.
“Kusurlu Rüya: Tuhaf Zamanlarda Öykü” daha çok günümüz öyküsünü irdelediğinden bugünün öykü yazarları için istifade edilecek bir eserdir fakat daha çok eleştiri ve özet olarak sunulan meseleler temel bilgiye sahip olmayan okuru zorlayacaktır fikrindeyim.
Eser Genç Yazarlara Ne Hissettirir: Haddinizi Bilin
Poetikalar neden yazılır ve kimler yazar? Şiirde ve öyküde kendini kabul ettirmiş yazarlar ya da artık “usta kalem” dediklerimiz bilgi birikimleri ve sanat anlayışları ekseninde bir edebi metni nasıl irdeleyeceğimizi, nasıl yazacağımızı, metne nasıl yaklaşacağımızı ortaya koymak ister. Buradaki temel paradoks şu: iyi kalemler zaten kendi poetikalarını oluştururken (İsmet Özel, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemal Şakar, Necip Tosun gibi) onların bir tavrı/tarzı varken bu metinler kimler için yazılıyor? Şiire ya da öyküye yeni başlayan ve henüz olgunlaşmamış yazar/yazar adayı içinse bu eserlerin daha didaktik, daha yalın ve daha teşvik edici olması gerekmez mi? Tam bu soruların ardından Aykut Ertuğrul’un “Kusurlu Rüyası”nın bende bıraktığı etki: Haddini bil, eğer en iyisi değilsen yazma. Peki ya yazmadan nasıl iyi olabiliriz? İlk eserinde zirveye çıkan kaç kalem vardır?
İlk bölümde neden bu kadar karamsarlığa kapılıyor eseri okuyanlar? Şimdi aşama aşama aktarıyorum okurun hislerini. Ertuğrul önce bize bakmak ve görmek kavramlarının öykücü açısından kıymetini izah ediyor. Öykü yazanların neyi nasıl göreceklerini de şöyle aktarıyor:
“Görmeden bir hikâyeyi yazamayız, görmek, durup bakmak demektir çünkü. Görmek üzerine düşünmek demektir. Başkalarının hikâyelerini merak etmek demektir. Kendisini başka insanların yerine koymak demektir.” (Ertuğrul, 2020, s. 14)
Sonrasında Aykut Ertuğrul kendi ironik diliyle “Hikâye ne işe yarar, Öyleyse ne?” diye sorup konuya giriş yapıyor. Buraya kadar bir sorun yaşamıyoruz, mesele buradan sonra başlıyor. “Öykü Gerçekten Yükseliyor Mu?” başlığından sonra adeta üslup da sertleşiyor tavır da biraz farklılaşıyor. O tebessümlü yazarımız biraz hüsran biraz kırgınlık ya da bezginlik hissettiriyor bize. İçinde tuttuğu tüm modern öykü eleştirilerini art arda kesip biçmeden eğip bükmeden sıralıyor. “Öykü nereye doğru yükseliyor; vasatın hükümranlığına, niceliğin egemenliğine değilse eğer?” (Ertuğrul, 2020, s. 30). Uzun uzun sivrice bir dille niceliğin çokluğundan derinliğin giderek azalmasından, kaba tabirle her önüne gelenin yazmasından şikâyet ediyor. Bu kadar yazanın olması bir “kültür endüstrisi” ve “kendisine okur ve yazar olarak bile tüketici yaratan kapitalist bir sistem” (Ertuğrul, 2020, s. 31) eleştirilerini getiriyor. Haklı olan tüm bu tenkitlerde inceden de bir gözdağı veriliyor sığ yazanlara. Haklı ama oldukça keskinleşen üslup ironiyle harmanlanınca daha da etkili oluyor.
Netflix’ten sonra öykü yazılabilir mi?(Ertuğrul, 2020, s. 40)
Bu sorunun da uzunca cevabını veren Aykut Ertuğrul toplumda değişen ve bu değişimle de çürüyen, yozlaşan değerleri; gelişen teknolojiyle hayatın hızının metinin hızından çok olmasını anlatırken: “toplum neyse hikâyeci de ona dönüşüyor” diyor. Tam da bu noktada okur yavaş yavaş okları kendine çeviriyor. Haklı mı acaba? Bu sığ yazın atmosferinde bir metin daha oluşturmanın manası ne? Asıl can alıcı nokta “Yarı Harf Yarı İnsan Yarı Öykü Yarı Hezeyan” bölümünden sonra geliyor. Bu kısımda özellikle genç yazarların sıkça rağbet ettiği varoluşçu buhran edebiyatına sert eleştiriler yapılırken Leyla Erbil, Ferid Edgü Orhan Duru, Demir Özlü gibi 50 kuşağı da bundan nasibini alıyor. Eleştiriler aynı hızla” Fildişi Kuleler”den edebiyat yapanlara yöneliyor. Tutunamayan yazarların halkı tanımayışı,halktan kopuk oluşu eleştirisi de Oğuz Atay’ dan Cemil Meriç’e kadar uzanıyor. Tam bu noktada genç öykü yazma heveslisi “bunları bile eleştiriyorlar aman ha senin neyine gerek, otur oturduğun yerde” diyor içinden. Aykut Ertuğrul eleştirilerini zaman zaman da kendine yöneltiyor, hakkını teslim edelim. Hatta benzer soruları kendine de soruyor:
“Ben mi daha iyi yazıyorum Haldun Taner mi? Ben mi yoksa Feyyaz Kayacan mı? Atay mı? Bilge Karasu mu? (Ertuğrul, 2020, s. 30)
Onlardan iyi değilim ama tek iyi olmayan ben de değilim diyen yazarımız: “Günümüz öyküsünde bir başyapıtla karşılaşmayalı ne kadar oldu?” “Ben mi daha iyi yazıyorum Haldun Taner mi? Ben mi yoksa Feyyaz Kayacan mı? Atay mı? Bilge Karasu mu? (Ertuğrul, 2020, s. 30)diye belki de en kritik soruyu soruyor. Tüm bunların sonunda genç öykücülerin anladığı: Vasatın egemen olduğu ve sığ öykülerin sıkça görüldüğü kusurlu öykü evrenine bir yenisini daha eklemeyin. Bir Cemal Şakar değilsiniz ve muhtemeldir ki bir başyapıt da veremeyeceksiniz, o halde boşa kürek çekmeyin. Şimdi sessizce kalemi bırakıp arkanıza bakmadan uzaklaşın.
Öykü İncelemeleri Bölümü
Türk edebiyatında öteden beri tenkid mevzusu tartışılırken eser incelemelerinin nasıl olması gerektiği hususu da çokça dillendirilmiştir. Öykü nasıl yazılmalı kadar öykü nasıl okunmalı meselesi de çokça konuşulmuş elle tutulur neticelere de varılamamıştır. Genellikle teoride kalan bu tartışmalar sonunda bazı baba yiğitler bir eser kritiği nasıl olmalı meselesine örnekler sunmuştur. Aykut Ertuğrul’un ilk bölümde sert eleştirileri ve esasen haklı sitemleri akla şu soruyu da getirmiştir. İyi örnekler yok mu? Bu iyi metinleri nasıl okumalı, derinlikli ve çok boyutlu bir öykü nasıl incelenir? İşte ikinci kısımda on altı kitabın ve yazarın incelemesini sunuyor yazarımız. Ahmet Altan’dan Cemal Şakar’a, Murat Yalçın’dan Ahmet Büke’ye farklı isimlerin eserlerini okura tanıdan Ertuğrul, kimi zaman sivri dili kimi zaman da ironik tavrıyla çok boyutlu analiz ve tespitlerde bulunuyor.
Övgüsü güçlü yazarların yergisi de güçlü oluyor. Ahmet Altan’ın “Son Oyun” romanını incelerken Ertuğrul şu keskin dili de cesurca kullanıyor:
Eğer Altan çok satar bir roman yazdığını, amacının da zaten bu olduğunu iddia ediyorsa diyecek sözümüz yok; akıcı bir dil, aforizmalar, olaylar, olaylar… Eh bu romanda muadillerinden pek farklı sayılmaz bu durumda.” (Ertuğrul, 2020, s. 153)
Hepimiz çok satanları ya da çok övülen isimleri okurken benzer histe olup dillendiremiyoruz. Övgüyü de yergiyi de dayanaklarıyla aktaran kitap kritikleri bölümünün kritiğini yapmak manasız olacağından bu kısmı okurun merakına bırakalım.
Son Söz
Türk edebiyatında öykü sahasında seçkin isimler arasında olan Aykut Ertuğrul, kendi tecrübelerini ve bilgi birikimini bu eserde bizimle paylaştı. Her ne kadar sert eleştirileri, yazma heveslilerinin canını sıkıp belki de yazmaktan vazgeçirecekse de buna da ihtiyaç olduğu muhakkak. Türk edebiyatındaki yığılmanın azalması gerek. Bu çağ belki de Ertuğrul’un da dediği gibi kendi türünü ve formunu oluşturacak. Tuhaf zamanların en çok rağbet gören tavrının “zekâ” olduğunu da bilen yazarımız eserde baştan sona hem zekâsını hem de tatlı üslubunu gösterdiğinden tek solukta okunan türünün nadir örneklerinden. Henüz kırklı yaşlarında olması, genç kuşağın jargonunu iyi yakalaması, sosyal medya ve televizyonda göz önünde bulunması bakımından genç öykücülerin model aldığı isimlerden. Yazımın başında da değindiğim gibi sıkıcı ve oldukça didaktik mevzuları tatlı tatlı anlatmak daha çok okura seslenmek demek. Bu bağlamda uzun müddet okurun talep edeceği bir eser olduğu kanaatindeyim.
Bu yazıyla esasen biz de Aykut Ertuğrul’un yaptığını yapmaya çalıştık. Kritiğin kritiğini yazmak da benim için hayli güçtü. Hele hele vasatın bu kadar eleştirildiği bir kitabı yazmak ayrı bir cesaret de gerektiriyordu. Son söz olarak kusurlu zamanların kusurlarını görebilmenin yükünü sırtlanan yazarlardan olan Ertuğrul’un yaptığının zora talip olmak olmadığını da belirtelim.
Ertuğrul, A. (2020). Kusurlu Rüya: Tuhaf Zamanlarda Öykü. İstanbul: Ketebe Yayınları.
Yazar: Tuba YAVUZ - Yayın Tarihi: 28.04.2021 09:00 - Güncelleme Tarihi: 25.04.2021 13:18