Marksist Estetik C. Caudwell Üzerine Bir İnceleme, Düşünce, Serkan PARLAK

Marksist Estetik C. Caudwell Üzerine Bir İnceleme yazısını ve Serkan PARLAK yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabilirsiniz.

Marksist Estetik C. Caudwell Üzerine Bir İnceleme

05.01.2015 10:01 - Serkan PARLAK
Marksist Estetik C. Caudwell Üzerine Bir İnceleme

I. BÖLÜM Caudwell Estetiğinin Dayanakları

1. Marksist Estetik

Klasikler: Kapital, Anti-Dühring, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Doğanın Diyalektiği, 1844 El Yazmaları, Grundrisse, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sanat ve Edebiyat Yazıları ( Marks, Engels )

Mekanik Marksist anlayış ( ekonomik/determinist) toplumda var olan her şeyi ekonomik temele indirgeme eğilimindedir. Proletkult ( proleterya kültürü) anlayışı devrim sonrası Rusya'da geçmişin bütün kültür mirasını reddederek proleteryanın kendi "saf" kültürünü yaratmasını öneriyordu. Soyut, idealize edilmiş kahraman sosyalist gerçekçi anlayışın " erdem"i haline gelmişti. Engels'e göre de Aeskhilos, Aristofanes, Dante, Cervantes ve Shiller köken açısından öncül ideolojik(yönsemli) yazarlardı.

Marksist estetik teorinin en temel sorunsalı mimesistir. Mimesis (yansıtma) kökenli sanat anlayışlarının karşılaştığı temel soru ikici-dualist ölçü sorunudur. Sanatın hayatı yansıttığını kabul ettiğimiz anda, sanatı değerlendirmede, hayatın nasıl yansıtıldığına bakmamız gerekir. Değerlendirmemizi sadece estetik ölçütlerle yaptığımızda hayat sorunu havada kalacak, hayatın yansıtılış biçimini kavramaya yönelik ölçütleri kavradığımızda ise sanatsal diyebileceğimiz ölçütler havada kalacak. Bu ayrışma ancak başka ikileşmenin teorik olarak haklı gösterilmesiyle giderilebilir: biçim(sanata ilişkin öğeler) / içerik(hayata ilişkin öğeler)

Plehanov: Darwin, insanlarda ve hayvanlarda biyolojik bir güzellik içgüdüsü olduğunu savunmuştur. Kant idealizmine göre insanda güzelliği algılayan bir ruhi yeti vardır. Diyalektik maddeciliğe göre ise, her şeyin tarih ve toplum içerisinde belirlenmesi gerektiğinden, güzellik de tarihsel ve toplumsal olarak değişkendir.

Plehanov'a göre eleştirinin işi, bir sanat eserinde yansıyan genel ideolojik yapıyı çağının ve toplumun somut koşullarına bağlamaktır. Eleştirmenden, ele aldığı eserin hangi toplumsal koşullara bağlı olduğunu, son olarak bu toplumsal koşulların hangi ekonomik etkenlerce belirlendiğini tespit etmesi beklenir. Eserin kendi sınıf temeline bağlanması söz konusudur. Sanat eleştirisinin, sanat eserini toplumsal bağlamına tercüme etmesi, bunun ötesinde bir değerlendirme ve yargılamaya girmemesi gerekir.

Hegelci diyalektik anlayış; toplumsal bütünü homojen, öğeleri birbiriyle özdeş ve birbirini yansıtan bir varlık olarak görür. Belli bir ekonomik örgütlenme belli bir estetiği, belli bir estetik ise belli bir ekonomik örgütlenmeyi ön gerektirir. Bu anlayışın temel eleştirisi belli bir yapıdan diğerine takılmadan geçilmesi, üstyapıya hiçbir özerklik payı bırakmamasıdır.

Lunaçarski: Marksist bir eleştirmen sadece nedenleri açıklamakla yetinmez. O aynı zamanda bir savaşçı ve kurucu olmalıdır. Eleştirmenin görevi, sanat ve sanatçının devrimin başarısını koruma ve sosyalizmi kurma amacını yerine getirip getirmediğini araştırmaktır.

Sonuç da Plehanov eleştirmene betimleyici işlev, Lunaçarski ise değerlendirmeci işlev yükler. Ancak bu iki ölçüt de sanatla ilgili değildir.

2. Yerli Entellektüel Ortam: İngiltere

Sorunsal, belli bir sorunu çözmek için ona bakan kişinin zihninde var olan kavramlar bütünlüğüdür. Her kavram hatta her kelime, başka kavram ve kelimelerin oluşturduğu bir çerçeve içerisinde yer alır, onlar tarafından belirlenir. Bu bakımdan 'sorunsal' daha sistematikleşmiş bir 'bağlam' gibi de düşünülebilir.

Öncelikle I.A.Richards'ın sisteminin nasıl bir sorunsalın ürünü olduğuna bakalım:

Marksist olmayan dilbilimcilerin ortaya attığı Marksistlere çekici gelen hipoteze göre, dilin ortaya çıkış süreci çalışmaya yakından bağlıdır. İlkel topluluklarda iş ortak yapıldığı için belli bir ritme ihtiyaç vardır. Dil ve ardından şiir, çalışma için gerekli bu ritmi sağlar. Burada dili dar bir çerçeveyle sınırlandırma, mekanikleştirme ve işleve indirgeme gözden kaçmamalıdır.

Sanat dış gerçekliğin değil, iç dünyanın ' yüreğin istekleri'nin yansımasıdır. İşlevi ise, insanın toplumsallığının temeli olan ortaklaşa üretim ve çalışmada, topluluğu bir bütün olarak ilgilendiren bütün uğraşılarda, birlikte olma ruh halini sağlayan ortak duygu ve coşkuyu sağlamaktır.

Hegel diyalektiğinde sentez amaç olduğu için, alt aşamaları olan tez ve antitezi belirlemektedir. İngiltere burjuva sınıfının dinamik toplumu Şekspir'i, Fransız Devrimi ise gerçekçi roman akımını ortaya çıkardı. Bu yaklaşımda sanatçı görüşleriyle, ilerici dinamikleri temsil eden sınıf görüşlerinin çakışması durumu sözkonusudur..

Sanatın asıl işlevi, yaşanan maddi pratik içinde 'yeni' olanı dile getirmektir. Yeni olanı dile getirmek ise zorunlu olarak insanları bütünleştirmez, aksine ayrıştırır. Sonuç olarak sanat en genel ve en yüksek soyutlama düzeyinde ele alındığında, sınıfsal farklılaşmadan önce, genel gerçeklikle genel bilgilenme düzeyi arasındaki sürekli ve yenilenen çelişkiden kaynaklanır. Bu durum aynı zamanda var olan algılama kalıplarıyla yeni algılama biçimleri arasındaki diyalektiktir.

II. BÖLÜM Caudwell'in Estetik Teorisinin Eleştirisi

Şimdi 1930'ların İngiliz Marksist Eleştirisindeki teorik bulanıklığa bakalım: 1. Sanatı ekonomik temelin edilgin bir yansı'sı gibi gören mekanik anlayış.( Jdanov'la olgunlaşan Sovyet Marksist estetiğin sorunsalı) 2. İdeal bir dünyayı gösteren ve insanları yeni değerlere doğru iten romantik sanat anlayışına bağlılık. ( İngiliz romantik geleneğinin sorunsalı)

Genotip, kültürel ve toplumsal olarak kazanılmış olan her şey çıkarıldığında, geriye kalanın genetik aktarımıdır. (E.P.Thompson) Caudwell'in genotipini Hegelci bir 'aufhebung (aşma)" kavramına bağlayabiliriz. Hegelci diyalektiğin bütün uğrakları önceki aşamalara göre bir üst düzeyde sentezler olmakla birlikte kendilerinden önceki uğrakları da içerirler. İnsanlığın gelişmesine de bu gözle bakacak olursak, söz konusu evrede, insanın bilinçli eylem yapabilir bir varlık olarak kendi biyolojik zorunluluklarını aştığını, ama vardığı yeni sentez aşamasında bunları kendi özü içinde hâlâ barındırdığını söyleyebiliriz. Caudwell'in her kuşakta ortaya çıkan ve sanat yoluyla adapte edilerek toplumsallaştırılan içgüdülerinin bir açıklaması da budur. İnsan toplumsallaşınca ve üretince içgüdüleri yok olmuştur, ancak içgüdüsel enerjileri hâlâ vardır. İçgüdüsel enerji kendisini yaratan nesne ortadan kalktıktan sonra bile varlığını sürdürmekte direnen inatçı bir gölge olarak ortaya çıkar. Sanat da işte bu yok olan içgüdülerin yerine geçerek, içgüdüsel enerjileri bilinçli eğitim yönünde terbiye eder.

Dilde içkin olan bilim ve sanat faaliyetleri, insan-doğa mücadelesinin ürünleridir. Herhangi bir anda 'doğru' denen kavram, yaşayan insanların kafasında gerçekliğin kısmi yansımalarından oluşan özel bir karmaşadan başka bir şey değildir. Bunlar üst üste yığılmamış; verili toplumda deneysel teknik, bilimsel literatür, iletişim, tartışma araçları ve laboratuar imkanlarına göre örgütlenmiş görünüşlerdir. ( C.Caudwell, historisist bilgi teorisi)

Genel ideolojiyle bireyde oluşmuş biçimi arasındaki ilişki, Saussure'ün dil kuralı yani Langue ve Parole analojisiyle anlaşılmalıdır. Dil söze indirgenemeyeceği gibi genel ideoloji de ne kadar 'ortak' olursa olsun, birtakım 'ego'lara, bireysel bilinçliliklere indirgenemez. T.S.Eliot da çağdaş insanda duyarlılık ayrışmasından yakınır. (ikilikler-duality) Bu dualizmin başlangıcı Aydınlanma Çağı'dır. Bu durum Rasyonalizm ve Romantizm ikileminin hâlâ çözülememiş olmasının sonucudur.

III. BÖLÜM Yansıtma/Yaratma Sorunsalı Ve Üretim Olarak Sanat

1.Yansıtma Teorisi

Platon ve Aristo'nun felsefesi idealisttir. Her ikisine göre de sanat, kaynağı olan bir gerçeklik türünü yansıtır. Duygu/düşünce ayrılığı 18. Yüzyıl akılcılığının ürünüdür. Evrenin düzeninin akli ilkelere dayandığı kanıtlanmış bir gerçeklik gibi görülünce, insanların hayatında duygunun yeri elbette azalacaktı. Sanatçı, aldatıcı olduğu kabul edilmiş duyguları değil, gerçekliğin ta kendisi olan aklî yasaları anlatmaya çalışacaktı.

2.Yaratma Teorisi

a) Anlatımcılık:

Duygunun dile getirilmesi ve dışa vurulması anlatımdır. Sanatçının kaynağı dış dünya değil, kendi içindeki ( imgelem, hayal etme yetisi) yaşantıdır. Bitmiş bir eserde cisimleşecek şey imgelemsel yaşantılar karmaşasıdır. Eserin değeri sanatçının değerinden doğar. Sanatçı bir tür üstün insandır.

Yaratma sorunsalını yüksek düzeyde tanımlayan eleştirmenler Croce ve Collingwood'tur. Croce, duygunun dile getirilmeden önce var olduğuna inanmaz. Anlatımcı kuramda duygunun belirli bir hal alması ancak dile çevrilmesiyle olur. Ondan önce duygu değil, pek de bilinmeyen birtakım izlenimler vardır. Sanat eserinin yaratılması, izlenimlerin belirlenmesi ve ne olduklarının anlaşılması, anlatımla yani dile çevrilmekle olur. Anlatılmış duygu, tamamlanmış bir duygudur. Colingwood'a göre yaratıcı üst insanın yarattığından zevk almak isteyen varsa o da aynı türden bir üst insan olmalıdır.

b) Psikolojik Yaklaşım:

İmgelem, yaratma gibi kavramlar ciddi bir bilimsel analize imkân vermeyen türden nosyonlardır.

Jung'un yaklaşımında arketip kavramı, insanın ortaklaşa bilinçdışında bulunan ortak simgelerdir. Sanatçı bu simgeleri işler, biçimlendirir. Yazar- okur arasında alışverişi yapılan nesne ortaktır.

Freud'a göre sanat eserlerinin evrensel ortaklığı söz konusudur. Bilinçdışı ortak malzeme üzerinden iletişim kurulur. Ruh hastası olan sanatçı, 'yüceltim' yapabilme yeteneğiyle hastalığını nesnelleştirir, içinden atar. Bu sayede içini boşaltır ve rahatlar. Kompleksin öğeleri ortak olduğundan, herkes bu eserlerden zevk alabilir.

Freud'un teorisi asıl incelediği çağdaş Batı toplumları için geçerlilik taşır. Soyut çerçevesi, aile yapısı içinde belli otorite kurumlarının belli tepkilere yol açması, bilinç ve bilinçdışı ayrımı, yasaklamaların getirdiği gizli istekler gibi temaları kapsar. Yaklaşıma temel eleştiri, 'tarih' perspektifinin yokluğu ve sanatsal değer konusunda herhangi bir ölçüt vermemesidir.

Sanatçı yarattığı eserde kendi iç dünyasını dışa vurmaktadır. 'Yansıtma' ikincildir. Sanatçının iç dünyası ile onun varsayımsal okurlarının iç dünyası arasında, sanatçının bilincinde olmadığı bir ortak bilinçdışı dünya vardır. Sanatçı kendi içini dışlaştırır, okurda aynı bilinçdışı öğelere sahip olduğundan esere yakınlık duyar, onu yaşar.

c) Biçimcilik:

Roger Fry'la başlayan ve özellikle Anglo-Sakson estetik dünyasında adını duyuran akımdır. Temel ilkesi sanat eseriyle hayatı birbirine karıştırmamaktır. Bu bağlamda yansıtmanın tam karşıtıdır. Biçimcilikte sanat eserinin kendi kendine bağımsız olması gerekir. Sanatın, sanat eserlerini 'sanatsal' yapan evrensel kuralları, ilkeleri, ölçüleri olmalıdır. Eserin nasıl oluşturulduğu ikinci plandadır. Önemli olan organik birlik, karmaşıklık, ironi gibi ölçütlerdir.

Sanat eserini ayrı bir varoluş ve bir anlamda özerk ya da kendi amacını kendi içinde taşıyan bir varlık gibi gören modern anlayış, hayatî organik biçim fikrine sıkı sıkıya bağlıdır. İşlevselci antropologların biyolojik modeli, dışa kapalı bir organizma söz konusudur. Eserin dili dış dünyaya değil, kendi içine dönük, kelimelerin birbirlerini karşılıklı olarak niteledikleri bir bağlam yaratır.

Fantastik eserler, gerçekliğin başka bir düzenlenmesini yaparak bize, bizim gerçekliğimiz hakkında yeni perspektifler gösterir. Yani bu dünya hakkında bir şey söylemek için, değişik bir dünya yaratmışlardır.

3.Epistemoloji sorunu:

Althusser'in ampirik tanımı, verili bir özne ile verili bir nesneyi karşı karşıya getiren ve bilgiyi de nesnenin özünün özne tarafından soyutlanarak alındığı bütün epistemolojileri kapsar. Buradaki temel sorun, nesnenin bilgisinin nesnenin bir parçası olarak kabul edilmesidir. Öznenin yapısı ( psikolojik, tarihi vb.) ve nesnenin yapısı ( sürekli, süreksiz, hareketli, hareketsiz vb.) ne olursa olsun bu bilgi süreci değişmemektedir. Bu tanım bazı idealist anlayışları da içine alır.

İdealist-ampirist ayrımı soyutta var olan bir farktır. Örneğin Descartes'ı ki ilk kurucusudur ampirist saysak, idealizmden ayırmaya imkan var mı? Karşıt örnek ise, Hegel gibi idealizmin doruğuna varmış bir filozofun, örneğin 'zaman' gibi temel bir kavramda tamamen ampirist nosyonlara dayanmasıdır.

İdealist düşünce tarzının içsel gereği, nesne ile nesnenin bilgisi arasında özdeşlik kurmaktır. İkincil nitelikleri değişmiş de olsa ( renk, koku, biçim vb.) balmumunu balmumu yapan bir özü vardır. İnsan zihni bu özü temellük ettiğinde ' balmumunun bilgisini' alır ve kavrar. Nesnenin bilgisinin bir tür fazlalık sayılan ikincil nitelikleri atıldığında elde edilmesi söz konusudur.

Maddeci bilgi teorisine göre nesnenin bilgisi ve nesnenin tarihinin bilgisi ayrı şeylerdir. Bilginin mutlak olmayışının nedeni, nesnenin metafizik bir özü, kendisini o nesne yapan bir özü olmayışıdır. Bilgi ve düşünce ( ideoloji, bilim, sanat, felsefe, din vb.) zihne yansıyan bir şey değil, zihnin ürettiği bir şeydir. Analoji yaparsak, bir 'soyma' değil, bir 'giydirme' bir 'ayıklama' değil bir 'inşa'dır. Düşünce üretmek, gerçekliği zihinde yeniden üretmektir.

İdeoloji bir yansıma değil bir üretimdir. Somut bir toplum bütünü içinde somut pratiklerle üretilir. İdeolojiyi klasik sorunsal içinde ele alanlar, bunun, gerçekliğin ters yüz edilmiş biçimi, yanılsama olduğunu söylediler.( Feuerbach, D. De Tracy, C.Caudwell)

Biçimsel yapısı açısından düşünce; görece statik, gelişmesi bu işlemi yapan biyolojik organın gelişmesine bağlı; son analizde beyin yapısı insan tarihinin değil, madde tarihinin bir parçasıdır. Bu durumda değişen şey, düşünceyi düşünce yapan soyut biçimler, yapı değil düşüncenin içeriğidir. Düşüncenin içeriğinin değişmesi ise düşüncenin içinde üretildiği toplumsal bütünün değişmesiyle gerçekleşir.

Bilimsel ve sanatsal söylemlerin farklılığını ve özgüllüğünü oluşturan şey; temelleri olan ideolojiye karşı aldıkları tavır, kendilerine ideoloji içinde verili olanı, kendi özerk alanlarında 'eklemleme' biçimleridir. ( Dilin simgesel ve duygusal kullanımı söz konusu değildir.) Farklı eklemlemelerin sonunda şüphesiz dilin kullanımı da değişmiş olabilir, ama farklılık yalnızca bu kullanım çerçevesi içinde açıklanamıyor. Ama sorun ideolojinin dönüştürülmesinin biçimleridir.

İdeolojik faaliyet hammadde olarak verili bulunan ideolojiyi, ideolojinin tikel öğelerini, değerleri, inançları, yargıları vb. eklemleyerek dönüştürür, farklı ideolojik içerikler üretir. Sınıf-ideoloji ilişkisi ise şöyledir:1. Sınıf ideolojisi, belirli ideolojik öğelerin belirli bir söylem içinde eklemlenmesinden oluştuğu ölçüde, toplumda verili bir anda homojen ve tek bir sınıf ideolojisi yoktur. 2. Sınıf ideolojisinin varlığı nesnel bir gerçeklik olmakla birlikte, somut konumu açısından belli bir sınıfın üyesi sayılan her bireyin bu ideolojiyi eksiksiz paylaşması düşünülemez. 3. Sınıf ideolojisi değişmeyen, sabit bir bütünlük oluşturmaz; öğeler somut koşullara göre değişerek farklı söylemler yaratabildiği gibi, belli bir sınıf benzer öğelerin birkaç farklı eklemleniş biçimi arasında bir seçme yapma durumunda da kalabilir.

Moore'un Principia Ethica'da dikkat çektiği gibi, dilin genel kullanımı, somut bir nesneyi belirten kelimeler gibi, böyle bir nesneye tekabül etmeyenlerin de aynı düzen içinde kavranılması ve kullanılması sonucunu doğurarak ' semantik bir bulanıklık' yaratır. Bilimsel söylem kelimelerini gündelik dilden seçer, ama bu kelimeleri dönüştürür, yani dilsel ve ideolojik bulanıklık anlamlılıklarından çıkarır. Sanatsal söylemde kelimeler tek ve bulanık anlamlı değil, çok anlamlıdır. Gündelik konuşmadaki bulanıklık ve keyfilik değil belirsizlik söz konusudur.

Dille ideoloji arasındaki sıkı bağdan ötürü, dilsel alışılmış kullanımda bir değişiklik ( kelimeleri farklı kullanma) gerçekliğin algılanmasında ( gerçekliğin kendisinde değil) değişiklik yaratır. Şiirsel söylem bir anlamda analojik düşünce tarzını uygulamaktır. Örneğin bilim-kurguda bilimin ideolojik kavranması söz konusudur. Bilinmeyenler bilinen terimler aracılığıyla yorumlanır. Şiirde analoji bir araç olup gerçek bir açıklama yerine konulamaz, metafor ve metonomiye dönüşür.

Sanatçı-eser-okur zincirini birbirine organik biçimde bağlayan nesne 'ortam' ideolojidir. İdeoloji üç momentin ortak paydasıdır. Bu üç momente yönelik değerlendirmeler, bunların birbiriyle karşılaşmasından doğmuyor. Her zaman için söz konusu öğelerin ideolojinin sağladığı ortak zemin üzerinde karşılaşmalarından oluşuyor.

4. Üretim Olarak Sanat

İnsanların toplumsal hayat içinde değiştirdikleri nesnelere göre üç ayrı faaliyet alanı vardır: 1. Bir ham madde olarak verili doğayı alıp dönüştürerek insani ürünler haline getirdikleri ' ekonomik düzey' 2. Devrimler, reformlar ve çeşitli politik eylemler yoluyla verili insan ilişkilerini yeni toplumsal ilişkilere dönüştürdükleri ' politik düzey' 3. Verili ideolojiyi, düşünceleri, değerleri teorik-sanatsal yollardan yeni düşüncelere, değerlere dönüştürdükleri ' ideolojik düzey'

Toplumun üretim tarzı sanatsal üretimi iki dolaylı yoldan etkiler: Sanatsal üretimin, dolaşımın ve tüketimin maddi ortamını dışsal olarak hazırlar; sanatsal üründe doğrudan doğruya yer alacak ideolojilerin genel çerçevesini belirler. Edebi pratikler; edebi üretim tarzı, genel ideoloji ve estetik ideolojinin karmaşık konjonktürünün ürünleridir ve süreç içinde bu öğelerden biri ya da öbürü egemen duruma geçer.

Metinsel gerçek (zihindeki somut), tarihi gerçeğin ( gerçek-somut) hayali bir düzleme aktarılmış biçimi değil, kaynağı ve nesneleri son analizde tarih olan birtakım anlamlandırma pratiklerinin ürünüdür. Metnin hakkında olduğu hayali konumlar (sözde-gerçek), dolaysız biçimde tarihi gerçeğin karşılığı olmayıp daha çok, metnin bütün anlamlandırma sürecinin bir etkisi ya da görünümüdür; bütün bu sürecin gösterdiği ideolojidir- kendisi de tarihin gösterilmesi olan ideoloji. Yaşantıyı dolaysızlıktan çıkarma, sözde-nesneyi üreterek sanatın kurgusallığının oluşturulması, sanat eserinde var olan nesne veya kişilerin yeniden üretilmesidir. Yani sanatçının, yaşantının, ideolojik olarak önceden kurulu olanla ilişkisini değiştirmesi etkisini yaratır. Örneğin J.Sorel'in ya da Raskolnikov'un kendi ideolojileriyle ilişkileri, bu ideolojinin çelişkileri gözlemlenir hale gelirken, ideolojinin dışındaki gerçek ilişkiler ( kişiyle ideoloji arasındaki hayali birliği kuran) ima edilir.

Sanat eseri bir ürün, ürün olduktan sonra kendisini üretmeye, ideolojisini üretmeye başlar. Kendisini üreten koşullara karşı da bağımsızlık kazanabilecek bir yapıdadır. Sanatsal ürünün tüketilmesi, eserin içerdiği ideolojinin tüketicisi tarafından yeniden üretilmesini getirir. Bu dinamik ve etkin bir ilişkidir. Tüketici kendi ideolojisini, genel ideoloji ve estetik ideoloji dolayımlarıyla eseri tüketirken üretir.

5.Değerlendirme Ölçütleri:

Sanatsal değer, sanatsal üründe içkin olan bir şey değildir.(yansıtma, yaratma ve biçimciliğe aykırı bir önerme) Sanatsal değer, herhangi bir nesnenin değeri gibi, tüketilmek üzere mübadelesinde ortaya çıkar. Sanat eserinin değeri ne yansıttığı hayatta, ne yaratıcısının üstün estetik yeteneğinde, ne de eserin birtakım biçimsel içsel ilişkilerindedir. Sanat eserinin sanatsal değeri, yaşantı ve onun dolayımıyla tarih ile kurduğu ilişkide yatar.

IV. BÖLÜM Sonuçlar

"Üretim olarak sanat" yaklaşımıyla sanat üstüne bir teorinin, insan pratiklerinin başka türleriyle bağlantısını kurmak, bir başka söyleyişle, sanat teorisini bütünsel bir toplum teorisinin bir parçası, aynı yöntemsel yaklaşımın bir özel alana uygulanması haline getirmek mümkün oluyor.

Yansıtma teorisi, sanatın toplumla ve hayatla ilişkisi üstüne bazı geçerli önermelerde bulunabilmekle birlikte, sanatsal ürünün içsel ilişkilerine eğilmekte yetersiz kalıyordu. Anlatımcı ve biçimci yaklaşımlar ise bu iç ilişkileri aydınlatmakta epey mesafe aldıkları halde, kendi teorik öncülleri gereği sanatın hayatla gerçek bağlarını kurma konusunda tam bir suskunluk içinde kalıyorlardı. Sanata bir üretim olarak bakmak ise hem genel sosyolojik türden, hem de yakın okuma biçiminde yaklaşımlar için teorik bir meşruluk temeli kazandırıyor ve bunları tutarlı bir birlik haline getiriyor.

Sanat olayını bileşkeleri yani 'üretici-ürün-tüketici' zincirini tutarlı bir bütün olarak ele almak, ötekileri ikinci plana itme pahasına bir tanesine öncelik verme zorunluluğundan kurtulmak da, bu yaklaşım içinde mümkün oluyor. Söz konusu bileşkeler, toplumca paylaşılan ideoloji ekseni üstünde birleşiyor. Gene aynı eksen üstünde, söylemin analizi yoluyla, üründe 'yeni' olanın ne olduğu, üründe nasıl gerçekleştiği ve okurun zihninde nasıl bir değişiklik yarattığı sorunları da tutarlı bir bütünlük içinde ele alınabiliyor.

Godelier'den Pecheux'e, Saussure'den Della Volpe'ye, yapısalcılıktan genel sistem teorisine kadar birçok kaynaktan, kimi zaman bilinçli bir şekilde etki alarak, kimi zaman bir eleştiri sürecinin sonucunda, kurulmuş bir sentez bu.

Marksist Estetik
C. Caudwell Üzerine Bir İnceleme
Murat Belge
Birikim Yayınları


Yazar: Serkan PARLAK - Yayın Tarihi: 05.01.2015 10:01 - Güncelleme Tarihi: 27.11.2021 06:49
3732

Serkan PARLAK Hakkında

Serkan PARLAK

1975 yılında Bilecik'te doğdu. Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi.

Derlediği "Başka Semtin Öyküleri" adlı öykü kitabı Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi, ilk romanı “Ormanın Kıyısı” Roza Yayınları , “Kasabadan Kente Doğru, Cemil Kavukçu Öykücülüğü” adlı derleme deneme-inceleme kitabı ise Günce Yayınları tarafından yayımlandı. Editör ve düzeltmen olarak yaklaşık kırk kitabı yayına hazırladı.

Gazete kitap tanıtım eklerinde -Radikal Kitap, Akşam Kitap- dergilerde -Notos, Varlık, Roman Kahramanları- 2015 sonrasında ağırlıklı olarak dijital mecralarda -Oggito, edebiyathaber, kitaphaber, literaedebiyat, k24kitap, edebiyatburada- kitap tanıtım, eleştiri, inceleme, deneme ve çağdaş sanat yazıları yazdı.

Halen İstanbul’da yaşıyor, MEB’de Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak çalışıyor. Defne’nin babası.

Yayınlanmış Kitapları

- Cemil Kavukçu Öykücülüğü, Editör, Günce Yayınları, 2021
- Ormanın Kıyısı, Roza Yayınevi, 2016
- Başka Semtin Öyküleri, Derleyen, Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi, 2014

Serkan PARLAK ismine kayıtlı 106 yazı bulunmaktadır.

Yazarımıza ait 3 kitap bulunmaktadır.

Twitter Kitap Satış Sitesi Kitapyurdu.com