Medeniyetlerin ve İnsanlığın Çöküşü Üzerine Bir Kitap
"Tüfek, Mikrop Ve Çelik" kitabında medeniyetlerin gelişim süreçlerini coğrafi şartlarla ilişkilendiren bir bakış açısıyla kıyaslayan ve dünya çapında üne kavuşan coğrafya profesörü Jared Diamond, bu defa medeniyetlerin çöküş süreçlerini, çöken ve çökmeye direnebilen medeniyetlerin tecrübelerini, yine dünyanın farklı köşelerinden örnekleri derinlemesine inceleyerek ele alıyor. Kitabın kırk dört sayfalık girizgâhında, çalışma yöntemlerini, ele aldığı medeniyetleri hangi ölçütlerle değerlendireceğini, medeniyetimizin çöküşüne karşı yapabileceklerimiz üzerine fikir yürütürkenki tarafsızlığının hangi temellere dayandığını açıklamış.
Genel bir kapsam belirlerken, geçmiş medeniyetlerin çöküşüne sebep olarak gösterilen ekointihar çeşitleri; ormansızlaştırma ve habitat yıkımı, erozyon-tuzlanma-verim kaybı gibi toprak sorunları, su yönetimi sorunları, aşırı avlanma, aşırı balıkçılık, ithal türlerin yerli türler üzerindeki etkileri, nüfus artışı ve kişi başına gelirin etkisi şeklinde sıralanıyor. (s.21) Bugün bu sebeplere eklenen dört yeni etken ise insan kaynaklı iklim değişikliği, zehirli kimyasallar, enerji sıkıntısı ve yeryüzünün fotosentez kapasitesinin tamamen insanlar tarafından kullanılması. (s.24) Yazar, bu on iki sebebe ilaveten beş etkenli bir çerçeveden de bahsediyor ve kitap boyunca, çöküşe örnek medeniyetleri bu büyüteç altında inceleyeceğini söylüyor. Çevre tahribatı, iklim değişikliği, düşman komşular, dost ticaret ortakları, toplumun çevre sorunlarına müdahaleleleri olarak sıralanan bu beş etken, kitabın, yaşamakta olduğumuz medeniyet krizlerini aşıp aşamayacağımız yönünde bize bir fikir vereceğini, belki yol göstereceğini sezdiriyor. (s.31) "Tarihî gözlemler ve öngörülebilir tehlikelere rağmen toplumlar neden yanlış davranışı seçiyor?" sorusu bu meyanda kitaba temel teşkil ediyor.
Yazar ilk incelemesine geçmiş bir medeniyetten değil, yaşantısının detaylarına en derinlemesine vâkıf olduğu günümüz Montana'sını örnekleyerek başlamış. Montana'nın on yıllar içerisinde en zengin on eyalet arasından sondan ikinciliğe düşmesine sebep olan madencilik faaliyetlerindeki toksik atık sorunu, ormanların kerestecilik niyetiyle aşırı tüketilmesi, aşırı artan elma bahçelerinin topraktaki azotu tüketmesi, aşırı otlatmacılığın otlakları tüketmesi, toprakta tuzlanma (bu sorun bölgemizi bereketli hilal olmaktan çıkaran sorun), ömrünü tamamlayan barajların yarattığı risk, su ve hava kalitesinin bozuluyor olması, balıkçılık meraklılarının getirdiği turnabalığının ve çiftlik balıkçılığı için Avrupa'dan getirilen türlerle gelen hastalıkların bölgenin yerel alabalıklarını yok etmesi, ithal geyiklerle gelen hastalıkların insanlara dahi bulaşan ölümcül hastalıklara dönüşmesi, ithal süs bitkisi türlerinin yerel yem bitkilerine yer bırakmayacak şekilde yayılması, arazilerin parsellenmesine bağlı olarak sulama rejiminin değişmesi gibi sorunları ele alınmış. Tüm bu etkenler, insanın üretirken doğurduğu olumsuzlukları bertaraf etmenin maliyetinin üretimin getirisinden fazla olduğunu gösteriyor. Hatta Montanalı bir bankacı durumu özetlerken, bolluk içinde kendilerini fakir hissettikleri 1950'lileri hatırlatıyor ve bugün sadece para peşinde koşmalarının getirdiği maddî bir kutuplaşma içerisinde olduklarını söylüyor. Diğer yandan, çevreyle ilişkili ama insan etkenli bu sorunlar karşısında Montana'nın yerlileri ile sonradan gelenlerin (büyükşehiri kırsala taşıyan büyükşehir kaçkınları) görüş ayrılıkları, taleplerindeki uzlaşmazlık, dolayısıyla sorunun tespit edilemiyor ve öngörülemiyor oluşu asıl üzerinde durulması gereken nokta olarak irdelenmiş.
İkinci örnek olan Paskalya Adası, bin yıla yakın süreyle dost-düşman teması yaşamamış olmaları hasebiyle yazarın çerçevesini belirleyen beş etkenden ikisinden muaf bir halkın çöküş sürecini neredeyse günbegün anlatıyor. Altmış sayfalık bu bölümde, bölünmüş Paskalya toplumlarının, inşa ettikleri dev taş heykeller üzerinden birbirlerine psikolojik üstünlük sağlama uğruna giriştikleri ormansızlaştırma faaliyetinin önce adadaki kuşları, sonra diğer hayvansal ve bitkisel besinleri ortadan kaldıran zincirleme sonuçlarını görüyoruz. İnsan eliyle gelen ve sonunda yamyamlığa kadar varan bu çöküş, doğrudan ada insanlarının bilinçsizliğine ve kötü niyetine bağlanmasa da, aşırı tüketime dayalı hareket tarzı ile içinde bulundukları çevrenin kendini yenileyebilecek yapıda olmadığını fark edemeyişin bir araya gelmesine dayandırılmış. Bu durum birçok günümüz toplumu için de geçerli olduğundan, dikkatle anlaşılması gerekiyor.
Üçüncü bölüm, Paskalya Adası'ndakine benzer bir çöküş yaşayan yoğun nüfuslu Mangareva Adası'nın, dost ve ticaret ortağı olan çok düşük nüfuslu komşu iki adadaki hayatı tamamen ortadan kaldırmasıyla ilgili. Evet, buralarda bir savaş yaşanmamasına rağmen, canlı tek bir insan bile kalmıyor. Pasifikte yakın zamanda yaşanan olaylar, sınırlı kaynakların tüketilmesi durumunda toplumların birbirinin sonunu getirebileceğini ve günümüzün dünyasında ekonomik bağımlılıklarının varacağı noktayı gösteren bir model olarak sunulmuş.
Dördüncü bölüm altı yüz yıla yakın bir süre ekonomik işbirliği içerisinde bulunan Anasazi topluluklarının, bir kuraklık dönemi sonrasında birbirlerine düşmeleri ile gelen çöküşü açıklıyor. İnanç ve idare merkezi haline gelen topluluk, çevre toplulukların kaynaklarını önce karşılıklı rıza ile (alışveriş) tüketiyor, normal şartlar altında sorun yaratmayan bu durum bir kuraklığın denkleme dahil olmasıyla iç savaşa dönüşüyor. Paskalya adasındakinin aksine, bu defa merkezden dışa değil dışarıdan merkeze doğru bir yıkım gerçekleşiyor. İtalya'da Roma'nın, İngiltere'de Londra'nın durumları bu örneğe benzetilmiş. Modern ev sahipleri, yatırımcılar, siyasetçiler ve öğrencilerin yaşadıkları ve günden güne kaçınılmaz hâle gelen lüksün, koşullar değiştiğinde bizleri zor durumlara düşürebileceği hatırlatılıyor, bir israf kültürü içerisinde yaşadığımızı sonradan fark edeceğimiz, ancak geriye dönüşün mümkün olmayacağı uyarısında bulunuluyor.
Maya Çöküşleri
Beşinci bölüm, önceki bölümlerde ele alınan medeniyetlerinkine benzer sebeplerle çöküşler yaşayan Maya toplumlarını irdeliyor. İç savaşa dönüşen çevre ve nüfus problemleri, tarımın düzlüklerden tepelere taşınması nedeniyle tepelerde başlayan ormansızlaşmanın erozyona sebep olması ve bu erozyonun da düzlükleri verimsiz hale getirerek tarımsal çöküşü getirmesi, seçkinlerin heykeller, mücevherler ve tapınaklar üzerinden yarışa girmesi, ve en önemlisi toplumların yüz yüze olduğu gerçek büyük tehditler karşısında pasif kalması bin beş yüz yıllık çöküşler ve yeniden ayağa kalkışlar sürecinde etkili görünen sebepler olarak sıralanmış. Bu çöküşlerde nüfusun üç milyonlardan üç binlere kadar inebildiğini, tamemen çöken medeniyet alanlarında yeniden ormanlaşma oluşmasına rağmen yeniden bir toplumun oluşamadığını görmek ilginç ve ders alınası noktalardan.
Vikingler ve Nors Grönlandı
Yağmacı istilacı Vikinglerin Shetland, Faroe, Orkney adalarındaki farklı medeniyetlerinin gelişimi, İzlanda'ya ve oradan da Grönland'a geçişleri, sonrasında Amerika kıtası olduğu çok geç fark edilen Vinland ülkesini kurmaları ve fakat elde tutamamaları bir sonraki bölümün konusu oluyor. Yılın başlarında incelemiş olduğum "Viking Masalları" (Salt Okur) kitabında Vinland'a dair anlatılar bulunuyordu ve bunlar uzunca bir süre masal ya da destan olarak kabul edilmişlerdi. Oysa bugün Vikinglerin Amerika'ya ulaştığını ancak yerlilerle mücadele edemeyip kısa sürede oradan kovulduklarını öğreniyoruz. Vikinglerle ilgili bu bölüm, önceki bölümlerde Pasifik Adaları temelinde ele alınanların Kuzey Atlantik Adaları'na iz düşümü olarak kabul edilebilir. Öte yandan Diamond, tezini farklı bölgelerden örneklerle zenginleştiriken deneysel bir doğrulamaya da girişmiyor, girişilemeyeceğini itiraf ediyor. Pasifik'te ve Atlantik'te örneklediği bu adaların dışında var olan yüzlerce adada tezine temel teşkil eden sebeplerin etkinliğini doğrulamaya kalkışmak onun için dahi pek mümkün görünmüyor. Bu görevi mikroalan tarihçilerine tevdi etmiş.
Grönland'a, bugünküne benzer ılıman iklim şartlarında yerleşen İskandinavların, yüz yıllar içinde tekrar soğuk iklime dönüşen şartlar altında bölgenin yerlileri olan İnuit'lerle (Eskimo) rekabet edemeyip yok olduğunu öğreniyoruz. Bu şaşırtıcı bilgi bizi tekrar aynı soruyla karşılaştırıyor; Norslar neden İnuitlerin yöntemlerini benimseyemedi? Toplumlar, öngörülebilir felaketler karşısında, yok olmak pahasına, neden pasif kalıyor? Sorunun cevabı derin bir çözümleme neticesinde, Norsların ithal ettiği Avrupalılık ve Hritiyanlık olarak verilmiş. Avrupa'ya hayatî ürünler ihrac edilirken, lüks veya kilise envanterine giren, halka fayda sağlamayan mallar ithal ediliyor. Aynı zamanda en değerli madenler ve keresteler de kilise, katedral inşalarında kullanılarak tüketiliyor. Yeni dinî inanç, toplumu deniz hayvanlarını tüketmemeye, çok sınırlı ve zor yetiştirilen kara hayvanlarını tüketmeye zorluyor. Aynı zorlu şartlarda yaşamayı başarabilen İnuit halkının kullandığı üstün araç gereçleri ve avlanma sistemlerini benimsemelerine engel olan tutuculukları, Avrupa'dan getirdikleri muadil araçları ve ürünleri dahi hayatlarına hızla dâhil eden İnuit halkı karşısında Norsları aciz bırakıyor. Bunlar uzun vadede Nors toplumunun sonuna zemin hazırlıyor. O zemin üzerinde Norsların sonunu getiren, yazarın spekülasyon dediği, ancak sanki yaşamışçasına canlandırdığı son darbe günleri oldukça etkileyici. Yazar bu becerisini her seferinde bir tevazuyla neticeye bağlıyor ve kendi sonunu hazırlayan bu toplumların, pek o kadar da bilinçsiz olmadıklarını, aksine bizlerden çok daha uzun süreler yaşamayı başarmış olduklarını hatırlatıyor. Amerika'da 250 yıldır yaşamakta olan Avrupalı göçmenlerle, 800 yıl İnuitlerle hayatta kalma mücadelesi vermiş olan Grönland Norsları kıyası bunun bu bölümdeki örneği. Ve kitabı yarılamış yeni bölüme geçerken yazar, artık yavaş yavaş hayatta kalmayı başaran medeniyetlerin meziyetlerine, hatalardan nasıl ders çıkardıklarına, doğru uygulamalarına yöneleceğinin sinyallerini veriyor.
Başarıya Giden Zıt Yollar
Bölüm başlığından da anlaşılabileceği gibi, bin yıllarca ayakta kalmayı başarmış bazı toplumların izlediği farklı stratejilerle karşı karşıyayız. Yeni Gine Tepecikleri ve Tikopia Adası gibi çok küçük nüfuslu Pasifik adacıklarında benimsenen aşağıdan yukarıya yönetim (uyumlu sivil toplum) ve dünyanın en yoğun nüfuslarından birine sahip olan Japonya'nın benimsediği yukarıdan aşağı yönetim (devlet, hatta otoriter devlet) tarzlarının, çevreyi okuyabilen uygulamalarla birleştiğinde sağladığı sürdürülebilirlik anlatılıyor. Kabile medeniyetlerinin, özellikle nüfus planlaması konusunda bugün kabul edilemez yöntemlerle iki binden az nüfuslu bir toplumu bin yıllarca aynı sayıda tutarak yaşatabilmeyi başarabilmiş olmalarını açıklayan sayfalar oldukça çarpıcı ve düşündürücü. 1650'lerde kaynakların tüketilmesi nedeniyle çöküşün eşiğinde olan Japonyanın 1800'lere gelindiğinde silvikültür (yeniden ormanlaştırma) çalışmalarıyla %80'ini kaybettiği ormanlarına tekrar kavuşmuş olması, önümüze bir sonraki bölümlerde irdelenecek yeni sorular getiriyor. Paskalya Adası sakinleri, Mayalar, Anasazi, Ruanda ve Haiti toplumları bunu neden başaramadı? "İnsanlar neden ve hangi aşamalarda grup karar alımında başarılı ya da başarısız olurlar?" (s.389)
Yazar, sorunun cevabını, Japonya'nın hızla yeniden ormanlaşabilen Mayaların ise aksine çok uzun vadede kendini toparlayabilen topraklara sahip olması gibi basit çevresel etkenlere bağlamak yerine kitabının mesajını doğa determinizminden (doğal şartların belirleyiciliği) kurtarmaya çalışıyor ve çevreyle uyumlu, organize ve istikrarlı insan faaliyetine eş ağırlık veriyor. Halkı uzun vadeli düşünmeye zorlayan düzenlemelerin, yasakların, yönlendirmelerin ve hatta kast sistemlerinin dahi olumlu etkilerini açıklıyor. Bunu ispat eder nitelikteki bir örnek, takip eden bölümlerde, Haiti-Dominik Cumhuriyeti kıyasıyla geliyor. Aynı adayı ortadan ikiye bölünmüş şekilde paylaşan bu iki toplum çevresel belirleyicilikten ziyade, belirgin yönetim farkları sebebiyle bambaşka hayatlar yaşıyorlar. Aslında her ikisi de siyasal ve ekonomik açıdan istikrarsız olmalarına rağmen, Haiti, kaynaklarını hızla tüketip adadaki hâkim konumundan tam bir sefalet içerisine düşerken, Dominik tarafında, ormanların yönetimini orduya verip, kerestecilerle çatışmaya varan çok sert yöntemler kullanan diktatörler, doğa rezervini koruyan politikalarıyla toplumu ayakta tutuyorlar. Yaşamlarıyla, bencillikleriyle, oluşturdukları tekellerle, şahsi çıkarları uğruna yaptıklarıyla, öylesine kötü adamların ülkenin kaderini çizmekte böylesine başarılı ve disiplinli bir yol izlemiş olmaları kendi halkları tarafından bile anlaşılması zor bir ikilem olarak yakın tarihin ortasında duruyor. Yukarıdan aşağıya doğru başlayan bu politika bugün aşağıdan yukarıya şekilde işler tutulmaya çalışılıyor ve 2000'den sonra başlayan yeniden bozulmaya bugün STK'lar direnmeye çalışıyor.
Yazar bir sonraki bölümde Çin'in üretmekte olduğu kirlilik hakkında oldukça kapsamlı bir rapor sunduktan sonra, dünyayı tehdit eden ve Çin'in gelişimiyle orantılı büyüyen bu tehlike karşısında Dominik Cumhuriyeti'ninkinden çok daha etkin bir yukardan aşağı yönetim politikası beklentisini ortaya koyuyor. Önceleri bu sorunları sadece kapitalist ülkelerin yaşayacağını düşünen sosyalist yöneticilerin, zamanla vahim gidişattan muaf olmadıklarını fark ettiklerini ve yeni önlemler üreteceklerini düşünüyor.
Son örnekleme konu olan Avustralya, kaynakların en aşırı tüketildiği birinci dünya ülkesi olarak diğerlerinden farklı bir yerde duruyor. Orman yoğunluğu %80 dolayında olan Japonya'nın, orman yoğunluğu %20'lere düşmüş olan Avustralya'dan ucuz kereste ithal ediyor ve Avustralya'ya yüksek katma değerli ürünler ihraç ediyor olduğu bilgisi, yönetici akıllar arasındaki farkı birebire ortaya koymuş. Avustralya'nın birincil sorunu olan toprak bozulmasına neden olan tüm iç ve dış etkenlerden ayrıntılı olarak bahsedilmiş ve nihayetinde Avustralya'nın dünyada tarımdan vazgeçerek kazançlı çıkabilecek tek örnek olduğu sonucuna varılmış. Yazarı buraya getiren onlarca etken okunmaya ve anlaşılmaya değer ilginçlikler içeriyor.
Neden Bazı Toplumlar Feci Kararlar Alıyor?
Kitabın sonlarına yaklaşırken artık baştan beri sorduğumuz en önemli soruya cevap arıyoruz. Yazar bu cevapları önce, tehlikeli değişimi fark edememek, etse de algılayamamak, algılasa da çözmeye çalışmamak, çalışsa da başaramamak şeklinde basit dört yola ayırıyor ve sonrasında bunları sapaklarıyla birlikte haritalandırarak buraya kadarki bölümlerde verdiği örneklerle eşleştiriyor. İlk yolda karşımıza çıkan "emekleyen normalleşme" ve "coğrafya amnezisi" terimleri kendi kendini anlatan, yaşamakta olduğumuz belalar olarak önümüzde duruyor. Üçüncü yolda rastladığımız tanıdık bir diğer açıklama; toplumların bencil kararları. Bir toplumun, diğerlerine ve hatta hepsine zarar veriyor olduğu hâlde, kendine menfaat sağlayan eylemleri benimsemesi pek yabancı olmadığımız bir durum. Kısa vadede sağlanan "büyük" kârlar, uzun vadede yavaş yavaş gelen daha büyük zararları görünmez kılıyor. "Ortak kaynakların trajedisi" kavramı da "ben kullanmazsam başkası kullanacak" dürtüsüyle aşırı hasat edilen ve sonunda tamamen tükenen doğal kaynaklar için kullanılmış bir tabir ve yine, nispeten akılcı davranışlar arasında verilmiş. Diğer yandan yazar herkes için akıl dışı olan davranışlara da açıklamalar getiriyor. Geçerliliğini yitirmiş değerlere-geleneklere bağlılık, sürü psikolojisi, psikolojik inkâr bu akıl dışı davranışlardan en önemli üç tanesi... Psikolojik inkâr bence bunların en ilginci. Beklenen İstanbul depremine karşın birçoğumuzun yaşadığı durum bu olsa gerek. Bu düşünce tarzı, psikolojide akıl sağlığını korumanın bir yolu olarak tanımlanmış olsa da tehlikeyi ve gelmekte olan çöküşü ortadan kaldırmayışıyla sadece günü kurtarıyor, aklı koruyor ama hayatı korumuyor. Bu dürtünün tehlikeye en yakın olanlarda gelişiyor olması da şaşırtıcı bir diğer gerçek.
Yazar, "karamsar" olarak nitelediği kitabının bu bölümünde toplumlara yol göstermeye çalışırken, kökten değişimci kararlar alıp gidişatı değiştirebilme şansını ancak etkin bir liderlikte görüyor, bunu başarabilen toplum ve liderlerden bahsederek hâlâ ümitvar olduğunu söylüyor. Hatta Başkan Kennedy'nin 1961 ve 1962 yıllarında birbiri ardına verdiği, biri çok başarısız diğeri çok başarılı iki kararın nasıl alındığını kıyaslaması, özellikle karar alıcılara ders niteliğinde. (s.551) Petrol şirketleri ve madencilik sektörü içinden yaptığı benzer kıyaslar bize bu alandaki çalışmalar hakkında önemli bilgiler veriyor. Ardından yazar, rasyonel davranış eksenini koruyarak yenilenemez zenginliklerden yenilenebilir zenginliklerin üretim-tüketim ilişkisine geçiş yapıyor. Bu alandaki örnekleri kerestecilik ve balıkçılık sektörleri. Keresteciik sektöründe FSC, balıkçılık sektöründe MSC sertifikasyonuna giren şirketlerin, olumsuz gidişatı değiştirmedeki etkileri ortaya konmuş ve iyi uygulamaların benimsenmesi konusunda sorumluluk şirketlerden çok kamuya yüklenmiş. Yazar üretimle ilgili bazı maliyetleri dahi kamuya yükleyerek, sorumluluğu kamunun alması gerektiğini, ancak o şartla sertifikasyon veya yasal düzenlemelerin etkili olabileceğini iddia ediyor. Ülkemizdeki durum bu konuda haklı olduğunu gösteriyor. Ortada gerçek bir kamu talebi olmadığında, sertifikaların kağıt üzerinde kaldığı, kanunların arkasından dolaşmanın gayet normal görüldüğü, benmerkezli bir bilinç düzeyindeyiz.
Kitabın Pratik Sonu
Yazar bu yedi yüz sayfalık çöküş uyarısını, on iki temel sorun tespiti ve bunların karşısında dile getirilen tezlere itirazlarıyla toparlamaya çalışıyor. Sorun maddeleri bu kısma kadar bahsedilenlerin somutlaştırılmış hâli diyebiliriz. İtiraz ettiği söylenceler ise şöyle:
- Çevre, ekonomiye göre dengelenmeli.
- Teknoloji sorunlarımızı çözecektir. (Burada kastedilenin 2006'da eriştiğimiz teknoloji olduğunu hatırlatmakta fayda var.)
- Bir kaynağı tüketirsek aynı ihtiyacı karşılayan bir başka kaynak her zaman bulabiliriz.
- Dünyada bir gıda sorunu yok, gıdanın doğru şekilde dağıtılmasını engelleyen ulaşım sorunu var.
- İnsan ömrü, sağlık ve zenginlik gibi genel göstergelerle ölçüldüğünde koşullar gelişiyor, ufukta bir çöküş görünmüyor.
- Kıyamet tellalı çevrecilerin görüşleri geçmişte hep yanlış çıktı.
- Nüfus krizi kendi kendine çözülüyor, artış hızı öyle düşük ki dünya nüfusu şu anki nüfusun iki katının biraz altında dengelenecek.
- Dünya, insan nüfusu artışını sonsuza dek kaldırabilir.
- Çevresel kaygılar birinci dünya züppelerinin karşılayabileceği bir lükstür.
- Çevresel sorunlar içinden çıkılamaz hâle geldiğinde çoktan ölmüş olacağım.
Kitabın ilk yazım tarihinden bu güne kadar geçen sürede dahi çoğunun haksızlığı anlaşılmış olan bu tezlerin henüz anlaşılamamış olanlarını da yazar açıklıyor ve şu an için geçerliliğini koruyan iki tezi daha ayrıntılı ele alıyor.
- Modern toplumlar ile geçmişte çöken toplumlar arasında dağlar kadar fark var, o nedenle geçmişten çıkardığımız dersleri doğrudan uygulayamayız.
- Dünya, devletler ve büyük işletmelerin durdurulamaz ezici güçleri tarafından şekillendirilirken ben bir birey olarak ne yapabilirim ki?
Net cevaplardan çok sorularıyla ve cevap arayışına hizmet edecek çözümlemeleriyle gündemi meşgul eden, sadece coğrafî değil, sosyolojik yanılgılarımızla da yüzleşmemizi amaçlayan, fizikî dünyayı anlama ve tarihi yorumlama becerilerimize birçok yöntem ekleyen "Çöküş", kamu yönetimiyle ilgilenenler başta olmak üzere, en yakın çevreden tüm insanlığa kadar kalıcı bir etki yaratma niyeti taşıyan herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap. Kimi zaman distopyaları, kimi zaman ütopyaları, hatta komploları dahi çağrıştıran ama nihayetinde aklı ve niyeti sorgulama alışkanlığı kazandıran yanıyla, seçimi okura bırakan bir başvuru metni. Medeniyetlerin çöp yığınlarının, ağaç fosillerindeki yaş halkalarının, gübre kalıntılarının, buz ve göl çekirdeklerinin, polen çökeltilerinin bilimsel analizlerde nasıl kullanıldığına yönelik ilgi çekici bilgiler sunmak, kapitalist toplum ve hazcı birey özeleştirisi yapmak, Hollanda örneğinde somutlaşan ortak yaşam becerisini övmek, çevre-insan-toplum uyumunu sezdirmek, sürdürülmesi mümkün olmayan hayat tarzlarımızın mecburen sekteye uğrayacağını hatırlatmak gibi farklı görevleri, karamsarlık kasvetine de anlamsız bir iyimserlik rehavetine de düşmeden ciddiyetle üstleniyor. Bütün bu çevre sorunlarının müsebbibi olarak gördüğümüz dev şirketlerin dahi doğru bir yöntem benimsediklerinde kabul edilebilir işler ortaya çıkarabileceğine dair örnekler vermesi, aklını insanlığın uzun vadeli yararına odaklamayı başarabilen bir avuç liderin çok büyük değişimlere sebep olabileceği umudunu koruması, tüm bu kurumlardaki sorumlu insanlar için bu kitabı okuma zorunluluğunu doğuruyor. Nobel dışında almadık bir ödül bırakmamış, çağın dahilerinden biri kabul edilen Jared Diamond'un bu ikinci büyük çalışmasını da etkileyici olarak niteleyebilirim. Zamanın bir çöküşe doğru akıyor olduğu çoğumuzun kanısı gibi görünüyor ancak öyleyse dahi Jared Diamond gibi sorunu gören, gösteren, görmezden gelinmesine karşı bir sözü olan insanları yetiştirebilen toplumların hem iyi veya kötü her gidişattan sorumlu, hem de her halükarda gidişatı yöneten milletler olacağı kesindir.
Jared Diamond
Çöküş
Çev.: Barış Baysal
Pegasus Yayınları
2019 Şubat
720 sayfa (Dizin, Teşekkür, Okuma Önerileri/Kaynakça hariç 670 sayfa)
Yazar: A. Erkan AKAY - Yayın Tarihi: 30.09.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 16.09.2022 23:16