Mehmet Aktaş’ın Çağrısı: Sesime Gel
Sesime Gel kitabında yurt dışına giden arkadaşlarımın izini sürüyorum. Rastgele açıyorum. Kavafis çıkıyor karşıma: "Başka bir ülke yok, başka bir deniz bulamazsın, bu şehir arkandan gelecektir."
Bizimse gidecek, başımızı sokacak bir yurdumuz dahi yok. Bir yerlere gidiyoruz, gitmek zorunda kalıyoruz ama arkamızdan gelenler acılı anılarımızdan başka bir şey değil. Ve kabuk bağlamamış yaralarımız. Bir yurdumuz olsaydı, elbette kabuk bağlardı yaralarımız. Bir yerlere sığınırdık ve yaralı bir ceylanın yarasını yalaması gibi biz de yaramıza bakardık. Maalesef böyle bir şansımız yok. Hep açıkta kalan, kanayan yaralarımızla dışarıdayız ve bir yerlere gitmek zorundayız.
Bir belirsizliği oynarız bu yüzden. Ve eksik takvimlerle çıktığımız her yolculuk, esmer yüzümüze gömmüştür kaderimizi. Esmer yüzümüz, bütün karşılıksız soruların mezarlığıdır. Kimler geçmemiştir ki bu mezardan. Kimleri göndermemişizdir ki Avrupa'nın soğuk kentlerine ve bıkmadan usanmadan yeryüzünün en acılı haritalarını çıkarmışızdır bu mezarlardan. Gidecek bir yerimiz yok. Bir yerim olsaydı, elbette durum farkı olurdu. Kanayan yaralarım kabuk bağlardı. Ben böyle gün ortasında el âleme seyirlik olmazdım.
Raman Dağı'nın eteklerinde hüznü topluyorsam hala, göçebe seslere kulak vermişsem, demek ki hala Diyarbakır Hapishanesi'ndeyim. Kara çadırların içinde bekleşip dururuz. Kendimize gelmek için. Soluklanmak için. Yol bellidir ve kan revandır bütün iklimler. Batman nisanları, Silopi mayısları ve Cizre haziranları… Aslında hiç çıkmamışızdır kara çadırın içinde. Bir hüküm gibi, uzaktan ve yakından…
Sonra Sirkeci'de beklediğimiz gar ayrılıkları. 1940'ların havası, çarpar durur belleğimizi. Biraderim, Pötürgeli Hasan ve Abuzer. Kime sorsak adresi, kendimizi bularız her fırsatta. Biraderim başka havada, insan insana sığmaz diyor başka bir şey demiyor. Hasan, hasret kancasında uzakları gözlüyor, bir eli böğründe. Abuzer ise, geçen günlerin aynasında çarmıha geriliyor, ses etmiyor. Kesinlikle ses etmiyor. Sessizce kan kaybediyor, sararmış benzin dışında. Yanına yaklaşmaya korkuyorum. Bıçak kesmiş ağzımda, sessizliğimi biliyorum ustura bakışlarımla. Biraderim başka havada, uzakta.
İstanbul'dayım, esmer hamallar arasında. Kimi neyi bekliyorum gecenin bu vakti. Yaşama daha çok var. Hangi akrep ısırdı beni, hangi yelkovan kovalıyor. Sağmalcılar'dayım, bir ekmeğin peşinde. Yolunu gözlediklerim hiç yoktan gittiler. Kapımda Roma yangınları. Beynimde alev alev gitmeler, sürgünlükler ve gar ayrılıkları. Haydar Paşa sultası. Yeşil direk, Mercan Yokuşu, Eminönü ve Cağaloğlu. Kimse kusur aramaz. Kimsede kusur aramıyorum. Bir yerlerde bekler mi hala Seyyid Rıza, hecelenmiş katliamlar. Bir yerlerde bekler mi Şeyh Sait, mimlenmiş darağaçları.
İbrahim'in türküsü, belirli belirsiz seçilir uzaklardan. Giden gitmiştir aslında, kalanlarsa pek mahzun. Yerle bir oldu umutlar. Kurşunun adresi bellidir yine. Yağmur ve yüreğim, tekleyip durur, aynı damlanın içinde. Boğuşup dururlar, can çekişirler. Uzaklardan gelen, İbrahim'in türküsüyle... Berfin, gelmez gelir. Sona sonu gelmez Norşin akşamları, Muş ovası, Taş Medrese, beyaz evler, Şeyh Nureddin, Nakşi ayaklanmalar ve mirler divanı. Hepsi at başı, yekpare. Norşin kaçırması, zamanın iki yakası.
Bir delik açılmıştır ruhumda ve kurtlanmaya başlamıştır bütün yeşil dünya. Gelmeyecektir Berfin. Hiçbir zaman gelmeyecektir. Onu bekleyen annesi de yok artık. Hangi yürek dayanır, annesiz bekleyişlere. Ve anneler daha çok benzer Diyarbakır'a, bebelerse Adiloş bebeye. Kimler ölür dolunayın altında. Biraz daha yaşamak için, çok daha ölmek gerekirmiş. Kanımızın alazında bekleşir, toplu gar ayrılıkları. Aslında 1940'lardan hiç çıkmamışızdır. Tarihimiz orada takılı kalmıştır, saatimizin kafası bozulmuştur, pimi çekilip ortamıza atılmıştır. Akrep zehriyle, yelkovan zembereğiyle işe koyulmuştur.
Muhakkak bir hapishanede mektup yazıyorumdur anneme, dostlarıma, sevdiklerime. Biraderim, Pötürgeli ve Abuzer, bir yerlerde beni bekliyorlardır. Nereye gideceğimizi bilsek de, az çok sonumuzu kestirsek de, bekliyorlardır beni Biraderim, Hasan ve Abuzer.
Kullardan bir kulum, insanlardan bir insan ve Cehennem Deresi'nde bir çiğ tanesi, Kasaplar Deresi'nde bir umut. Bitlis yollarında, kayıp bir Lice sigarası, kaçak yolcu. Aslımı sormasa da küheylan, yolumu bilirim, nereye gideceğimi bilirim ve ölümlerden ölüm beğenirim. 1940'lı yollar, aynı kişiler, Biraderim, Pötürgeli ve Abuzer.
Düz ova yamyassı hikayemiz, inmiş tepemize asuman, dalga kıran, kan konduran. Her bileşkede gizli tarihimiz, uzaklara ötelenmiş hikayemiz. Gar ayrılıkları. Sirkeci ve Haydar Paşa, Kurtalan ve Erzurum, Sivas ve İzmir.
Uluçarşı'nın uluları, Ulucami'nin müdavimleri… Dersim dağları, Diyarbekir darağaçları… Bir avuç toprağın rüyasında unutulmak ve yarınlara umut bağlamak… Zwieg bütün bunları bilmese de yazmasa da olur. Çarşı ile camii arasında, dağlar ile darağaçları arasında, aynı zaman dilimi, aynı figüranlar: 1940'lı yıllar, Biraderim, Hasan ve Abuzer… Sonra diğerleri, Helin, Aziz, Xançepekliler ve mendil satan esmer çocuklar…
Kafavis'le başladık, onunla bitirelim: "Bir kayık yapacağım, başka ülkelere gideceğim."
Ama benim İskenderiyeliye söyleyecek bir, iki sorum var: Bir yere ait olmayanlar nereye gidebilirler ki? Gönül rahatlığıyla son nefesini verecek bir yeri olmayanlar ne kadar uzaklara gidebilirler ki?
Sesime Gel
Mehmet Aktaş
Avesta Yayınları
168 sayfa
İstanbul, 2018
Yazar: Faik ÖCAL - Yayın Tarihi: 29.12.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 13.11.2023 22:41
Yazıda ötekileştirilmiş insanın yalnızlığı ve kendini çaresiz hissedişi anlatılmış. Aile ve dost kavramlarının önemi belirtilmiş. Şehirlerde yaşanan kalabalıklar içinde yalnızlık teması işlenmiş. Tarihi olaylarda ismi öne çıkan kişilerin hissiyatları konuşturulmuş. Hüzünlü, bekleyiş ve umut dolu bir mültecinin duygu yoğunluğunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.