Mehmet Narlı'dan Yeni Kitap: Edebiyat ve Delilik

Mehmet NARLI'nın EDEBİYAT VE DELİLİK; Türk Roman ve Öyküsünde Deliler ve Delilik adlı yeni kitabı Akçağ Yayınları arasından çıktı. Bu kitabın yayımı öncesinde Gerçek Hayat'ta Mehmet Narlı ile yapılan söyleşiyi aşağıda sunuyoruz:
Yakında edebiyatımızda delilik üzerine bir çalışmanız yayınlanacak. Önce şunu soralım: Türkler de dahil, Doğu toplumlarında 'Deliliğe bakış' Batı'nın bakışından farklı mıydı geçmişte?
Çalışmamın kapsamı roman ve öyküler olsa da kültürel bir arka plan olarak İslam ve Batı toplumlarında delilik algısına da atıf yapmak gerekti elbette. İslam toplumlarında delinin bütünün bir parçası olarak algılandığı, şiddete eğilimi olmayan delilerin, geniş bir özgürlük alanı içinde yaşadıkları söylenebilir. İbadet, sosyal hayat, hukuk ve bütün alanlarda bireyin "aklının başında" olmasını temel şart sayan İslam'ın yarattığı kültür içinde bu müsamaha ve özgürlük çelişki gibi görünür. Bu müsamahanın kaynağı, İslam kültürünün biçimlendirdiği insan ve hayat anlayışıdır. Arap, Fars, Türk toplumları, deliliği bütün olarak bir kader içinde algılıyorlardı. Cinlenmek, perilerle temasta bulunmak gibi sebepler, musibet olduğuna dair yaklaşımlar da vardı ama "hikmet" ve "ibret" dairesinden çıkmıyorlardı. Çünkü Allah her şeyi zıttıyla yaratmış; iyiliğin içine kötülüğü, akıllının içine deliyi koymuştur. Merhamet etmeyene merhamet edilmeyeceği inancı diriydi. Delilere ve deliliğe karşı müsamahanın bir kaynağı da, İslam kültürü içinde var olan "ukâlau'l mecânîn" (akıllı deliler)dir. Kendi özgünlükleri içinde Allah, insan ve hayat çevresinde çarpıcı, sakınmasız ve tutkulu ifadelerde bulunan bu delilerin varlığı, o kadar geniş bir ilgi ve kabul görmüştür ki, istedikleri mekanda ve ortamda yaşama dokunulmazlığına sahip olmuşlardı. Bu iklimde, tasavvufun meczupları görülür. Davranış ve sözlerinde toplumsal tutarlılık olmayan, üstü başı perişan, iletişim yeteneklerini kaybetmiş bir çok kişi, meczupluk içinde yeni ve etkileyici bir anlam kazanmıştır. Aşka, yeni bir yönelim, nitelik ve maksat kazandıran meczup anlayışı, "tasavvufî aşk" şeklinde adlandırılan bir hakikat muhataplığı ve bir edebiyat üretmiştir.
Michel Faucault'nun Deliliğin Tarihi adlı araştırması, deliliğin tanımsal, sosyal, siyasal ve hukuksal anlamlarına ve tarihine yönelir. Bu araştırmaya yaslanarak çok kaba bir dönemleştirme yapabiliriz: Hristiyan Batı toplumlarında deliler, Ortaçağda suçlu bulunan; bütün iyiliklerin dışına itilen; lanetlenen ve lanetlendiklerine inanılan kişilerdi; ama şu veya bu şekilde hayatın içindeydiler. Klasik hümanist dönemde delilik etrafında, kuramsal yaklaşımlar görülmeye, deliliğin gücünden ve hatta delilik ile deha arasındaki ilişkilerden söz edilmeye başlanmıştır ama aynı zamanda akıl, delilik üzerindeki tahakkümünü çok ağır bir şekilde devam ettirmiş; delilikten gelecek bütün kötülüklerden korunmak için deliler, hırsızlarla, kimsesizlerle, cüzzamlılarla birlikte tımarhanelere ve hastahanelere doldurulmuşlardır. Delilerin mümkün olduğu kadar kendi gerçeklikleri içinde tıbbın konusu olduğu dönem ise modern dönemdir. Faucault'ya göre modern dönemde delilik, ya makul, düşünülmüş, ahlaken bilge olanın tabanı üzerinde tanımlanmış ya da verili ölçüleri olan toplumsal/siyasal birim kendini akıllı olarak dayatmış, kendi dışındakiler için delilik kategorileri oluşturmuştur.
Foucault'tan, Batı'da delililerin vebalılarla birlikte tenhalara sürülüp kapatıldığını biliyoruz. Doğu'nun geleneğinde deliye muamele nasıldı, toplumdan dışlanan birisi miydi?
Modern zamana kadar İslam toplumlarında Faucoult'nun ifadesi ile genel bir "kapatma" görülmemektedir. Delinin sorumluluğu, bakımı ilk elden ailelere aittir. Bununla birlikte delilerin başlıca iki merkezde toplandıkları görülmektedir: Hastahaneler ve tekke/dergahlar. Dols, bîmaristan- mâristandaki delilere yönelik özel tedariklerin orta çağ İslam toplumundaki tıbbi uygulamaların oldukça önemli bir yanı olduğunu söyler. Türkler, hastahane kurma geleneğini devam ettirmişler; Osmanlı devlet adamları, imparatorluğun her yerinde kurulan akıl hastanelerinin hamileri olmuşlardır. Delilere sûfi tekkelerinde bakılması da yaygın bir uygulamadır. Buralarda, akıl hastalarına bakılmakta ve hastaların tedavileri hekimler ve şeyhlerce yapılmaktaydı.
Modernleşme sürecinin başladığı yıllara kadar delilerin sosyal hayatta ötekileştirilmediği, dışlanmadığı yaygın bir görüştür. Hemen her şehirde, kasabada herkesin hayatında var olan, herkesle kendine mahsus ilişkiler kuran, esnafın nasibini açan, anlaşılmayan sözlerinde bir hikmet bulunan deliler vardır. Bu yüzden esnaf, deliyi, mutlaka dükkanında görmek ister. Delilik, her aklın içindeki bir boşluktur sanki; hem akıllıya ikaz hem ona emanettir. Delinin özgün dairesine girmeye çalışmak, onunla alay etmek ayıp ve günahtır.
Roman ve öyküde görünen delilikleri sormak isterim. Mesela son yıllara kadar sosyal hayatın içinde gördüğümüz, hayatımızın doğal bir parçası olarak yaşayan delilerle psikiyatrik bağlamdaki delilerin edebiyattaki varlığı hakkında neler söylersiniz?
İslam toplumlarında deli ile veli arasında ilişkiler kurulduğu bilinen bir şeydir. Söz ve eylemlerinde genel ölçülerin dışına çıkan; ortalama algının kavrayamayacağı veya anlamsız bulacağı sözler söyleyen delinin hikmet sahibi olduğuna dair menkıbeler, hikayeler vardır. Bir deli kadar, dünyadan bağımsız yaşayamayacağını kabul eden insanlar, delilerin, saf ve samimi imanlarından dolayı korunduklarına da inanmışlardır. İbn Haldun, meczupların bir bakıma delilere benzedikleri halde velayet makamında bulunduklarını belirttir. Fakat Osmanlı modernleşme sürecinin başlarında kurulmaya başlayan roman ve öykümüzde kurulan deli tiplerinin ve delilik dilinin, bu çerçeveden oldukça uzak olduğunu söylemeliyiz. Bu çalışmanın en şaşırtıcı bulgularından biri de roman ve öykümüzün (bir kaçı hariç) deliliği bütünüyle modern psikiyatrik düzlemde algılamış ve işlemiş olmasıdır. Çünkü edebiyatın biçimleri, türsel formları, doğal olarak kendilerini var eden düşünsel sistemleri içermektedirler. Halbuki deli/veli idrakini oluşturan toplumsal kimliğin ve kişiliğin esası, büyük ölçüde tasavvufa dayanır. Modern Türk romanı ise bu kaynakla ilişkisini çok sınırlı tutmuştur. Bilgikuramsal zemin değişirken oluşan zihnin, delilik algısı da değişmiştir.
Deliyi ve deliliği entelektüel düzleme yerleştiren yazarların tamamı Türkiye'nin modernleşme sürecindeki değişimlerini, kopuşlarını ve her alandaki ikiliklerini düşünen, tartışan entelektüellerdir. Bu entelektüeller için topluma rağmen kurmak istedikleri bilinç düzleminin yıkılması bir hayal kırıklığıdır. Delilik dilinin oluşmaya başladığı yer de tam burasıdır. Deliliğin, kuramsal ve felsefi bir düzlemde kendini tartıştığı da görülmektedir. Delilik de kendini, yaşantılar, çatışmalar içinde deneyimlemekte, kendini tanıma imkanlarını yoklamaktadır. Deliliğin ortaya çıkabildiği, kendi dilini konuşabildiği bir biçim de rüyadır. Ancak hiçbir metinde rüya, terimsel anlamıyla tek başına deliliğin içine konumlandırıldığı bir bilinç dışı merkez olmamış; hayal ve halüsinasyonla iç içe girmiştir. Metinlerin önemli bir kısmında deli ve delilik, bireysel aykırılığın, karşıtlığın ve toplumsal eleştirinin bir biçimi olarak kurulmaktadır. Yazarlar, büyük kitlenin veya devletin eleştirisini "delidir ne yapsa yeridir" atasözünün sağladığı bir güvenlik ortamında yapmaktadırlar. Toplumsal hayatın en renkli, en atak, en kendine özgü figürlerinden olan deli-dolu tiplerin, roman ve öykümüzde az görünmesi bir eksikliktir. Sosyal hayatın içinde, çocukla deli arasındaki ilişkinin, erişkinle deli arasındaki ilişkiden oldukça faklı olduğu, delilerin, büyüklerin dünyasına kapandıkları kadar çocuklara kapanmadıkları; çocukların da delilere, büyüklerden daha farklı ilgi duydukları rahatlıkla gözlemlenebilir. Özellikle 1950'lerden sonraki roman ve öykülerde delilerin önemli bir kısmı kadındır. Delilerin kadın olmasının, delilik dilini farklılaştırdığını söyleyebiliriz. Kadınlar, çoğu zaman mahkum ve mecbur oldukları bir deliliği yaşarlar. Deliliğin kaynağı, arka planı ve ortamı olarak genetik süreklilik, aşağılanmalar, suçluluk duyguları ve travmalar öne çıkmaktadır. Bazı öykülerde kapitalist düzenin yabancılaştırıcı, fetişleştirici yapısı da delilik kaynağı olarak belirgin bir şekilde hissedilmektedir.
Bir de delinin "tekinsiz dil"i var. Edebiyatçı için de bu dilin esere imkan sağlayan bir tarafının olduğunu söyleyebilir miyiz?
Delilik dili, bazı metinlerde, "tutunamayanlar", toplumsal anlama ve anlaşılma umudunu kaybedenler için, konuşabilmenin bir imkanı, olan biteni anlamanın bir ihtimali olarak kurulmaktadır. Bazı metinlerde de deli bir özne, delillik dilinin pratik düzeydeki karşılıksızlığını edebiyat içinde yeniden kurarak, oldukça soyut ve imgesel bir dil kurmaktadır. Delilik, bir anlamda, kendini, yaşantılar, çatışmalar içinde deneyimlemekte, gözetlemekte, kendini tanıma imkanlarını yoklamaktadır. Çünkü delinin, deliliğini, psikiyatri kliniklerinde tartışma imkanı yoktur. Sanat, deliliğin kendini anlatması için psikiyatriden daha risksiz, daha toleranslı imkanlar sunabilmektedir. Ciddinin dilinden mizahın diline geçiş için de delililik dilinin kurulduğu görülmektedir.
Dede Korkut'un kahramanlarından biri olan Deli Dumrul'un deliliği ne türden bir deliliktir? Onun şahsında henüz İslam'a geçmemiş Türklerin cahilliği mi vurgulanmak istiyordu?
Dede Korkut hikayelerinde isimlerinin önünde "deli" sıfatı bulunan kişiler, Müslüman Türk kültürünün "delidolu" tanımlamasının içinde yer alırlar; ortak özellikleri, gözünü budaktan sakınmamalarıdır. Yiğit, cesur, hesapsız olan bu kişilerin, güçlerini, öfkelerini kontrol edemedikleri olur. Deli Dumrul'un Azrail ile karşılaşmasında yaşanan çatışma, iktidar mitinin çöküşü olarak algılanabilir. Bu bağlamda Deli Dumrul hikayesi, kişisel iktidarla Mutlak iktidar karşılaşmasını, dinsel ve sosyal kavramların yerli yerine oturmasını anlatır. Bilgin Saydam, Deli Dumrul'un deliliğini, bilinç öncesi süreç olarak değerlendirir. Ona göre tek bir mite ısrarla tutunmak "saplantı"nın, tek bir mit tarafından kontrolsüz sürüklenmek "psikoz"un işaretidir. Deli Dumrul'un travması, o güne kadar mutlaklaştırdığı gücüne güvenemeyeceğinin ortaya çıkmasından kaynaklanır. Saydam'ın yaklaşımına kültürel psikoloji açısından bakıldığında, bir kültürdeki doğallık ve bilinçlilik süreçlerinin çözümlendiğini görürüz. Fakat Azrail ile Deli Dumrul karşılaşmasını, iktidar alanını paylaşmak veya devretmek istemeyen kültür ile Mutlak iktidarın sadece Allah'ın olduğunu söyleyen dinin karşılaşması olarak düşürsek, bu karşılaşma, doğallıktan bilince geçişi değil bilincin kaynak değiştirmesini işaret eder.
Bu yazı GERÇEK HAYAT dergisinden Sayı Belirtmeksizin alıntılanmıştır.
Yazar: Alıntı - Yayın Tarihi: 24.01.2014 09:44 - Güncelleme Tarihi: 18.11.2021 17:09