Modern Toplum Hastalığı Olarak ‘Yabancılaşma’ Ve Bi, Edebiyat, Şerife Saliha BOZOKLU

Modern Toplum Hastalığı Olarak ‘Yabancılaşma’ Ve Bir Başkaldırı Örneği Olarak: ‘Yabancı’ yazısını ve Şerife Saliha BOZOKLU yazarına ai

Modern Toplum Hastalığı Olarak ‘Yabancılaşma’ Ve Bir Başkaldırı Örneği Olarak: ‘Yabancı’

19.05.2021 09:00 - Şerife Saliha BOZOKLU
Modern Toplum Hastalığı Olarak ‘Yabancılaşma’ Ve Bir Başkaldırı Örneği Olarak: ‘Yabancı’

“Hiçbir şeyin, ama hiçbir şeyin önemi yoktu ve ben

bunun niçin böyle olduğunu biliyordum.” (Camus, s. 109)

YABANCILAŞMA

Modern toplum insanı, ‘cahiliye toplumu’ olarak nitelendirilen toplumu sıkça eleştirir vaziyettedir. Bilhassa insanların güneş, ay, yıldız, Lat, Uzza vs. gibi putlara tapması ilkel kabul edilmekle beraber helva gibi yiyeceklerden kendi elleriyle putlar yapıp bunlara tapınmaları, acıktıklarında ise bu putları yemeleri ‘komik’ bulunmaktadır. Bu değerlendirme beraberinde şu soruyu getirmektedir: Günümüzde Lat, Uzza, Menat gibi putların bulunmaması putperestliğin sona erdiği, artık putun/putların bulunmadığı anlamlarına mı gelmektedir? Psikanalist-sosyolog Erich Fromm’un “Putperestliğe Karşı Ortak Mücadele” başlıklı yazısında, “Bugün kritik öneme sahip bir tarihsel olaya tanıklık ediyoruz: Yeni bir putperestlik, sanayi toplumunu neredeyse tümden ele geçirmiştir.” (Fromm, s. 103) şeklinde de ifade ettiği üzere bu soruya cevabımız müspet yönde olamamaktadır.

15-16. yy. İtalya’sında baş gösteren, düşün dünyasında radikal değişimlerin yaşandığı Rönesans hareketi ‘modern toplum’un da başlangıcı olarak görülmektedir. İnsan yaşamı (hümanizm) üzerine yoğunlaşıldığı bu dönem bilim ve teknolojinin de öncelenmesiyle pek çok önemli gelişmeye yer hazırlamıştır. 18-19. yüzyıllarda yeni buluşlar ile makinelerin endüstride kullanılmasıyla başlayan beraberinde ise sermaye birikiminin artmasına yol açan Sanayi Devrimi bu gelişmelerin başında yer alır. Mottosu akıl, bilim ve ilerleme olan Aydınlanma “bilimci ve mekanikçi akıl egemenli dünyevî bir mesihçilik”tir. “İnsanın akılla, gerçeğin en derin hakikatlerinin üzerindeki perdeyi kaldıracağına ve maddi ilerlemeyi başaracağına” (Dağ, s. 24) inanır. Burada ‘mesihçilik/kehanet mesihçiliğine’ değinmekte fayda vardır, çünkü Rönesans hareketinin -bilhassa Rönesans ütopyacılığı- altında yatan en büyük fikirlerden bir tanesi olarak dikkatleri celp etmektedir. Kehanet mesihçiliği, kısaca ifade edecek olursak:

“İnsan cennette doğayla birdi ama –tıpkı hayvanlar gibi- ben bilincinden yoksundu. Tanrı’nın buyruğuna uymamakla ya da ‘hayır’ deme yeteneğiyle, insan kendi beninin ayırdına varır ve özgürlüğe ilk adımlarını atar. İnsanlık tarihi ilk kez bu adımla yazılır.” (Fromm, s. 16) fikrini geliştirmiştir ve “insanın kurtuluşunun, insanlığın değişiminin, tarih içinde meydana gelmekten çok onu aşması” (Fromm, s. 16) ile gerçekleşeceğini savunur

Bu anlayışa göre kusursuz toplum zamanın ve “mekânın sonunda, yeryüzünün henüz keşfedilmemiş bir yerinde”dir. (Fromm, s. 17) Böyle bir yaklaşım ise bizleri aşina olduğumuz bir kavram ile karşı karşıya getirir: Ütopya. Thomas Moore tarafından türetilen bu sözcüğün temelinde kehanet mesihçiliği anlayışı yatmaktadır. Bu anlayış ve motto ile yola çıkan insanoğlu, maddi ilerleme açısından, epey yol kat etmiştir ve bu yolda durmadan ilerlemeye devam etmektedir. Bu ilerleme teknolojinin günlük hayata dâhil olmasıyla pek çok kolaylığı beraberinde getirmiştir, fakat buna karşılık fark edilmesi çok zor –bu yüzden de savaşılması da zor- putperestlik baş göstermiştir. “Bugünün putları, sistemli şekilde özendirilen bir açgözlülüğün –para, güç, şehvet, zafer, yiyecek ve içecek açgözlülüğünün- eserleridir. İnsan bu açgözlülüğün araçlarına ve amaçlarına tapınır.” (Fromm, s. 104) Böyle bir durumun fark edilmesi ise zordur, çünkü İsmet Özel’in de ifade ettiği gibi, “Piyasaya tapınan ferdin tapınma biçimi de açık seçik değildir. Emtiaya tanınan kutsallık, markaya atfedilen kuvvet, reklamın dua yerini tutması gibi hususları putpereste açıklamak, ona ihtiyaçtan nasıl uzaklaşıp, yalnızca piyasaya kulluk etmek gibi bir batıl dinin gereklerini yerine getirdiğini gösterebilmek oldukça zordur.” (Özel, s. 79). Bu durum ise kişinin “canlı, açık, benliğini aşmış bir varlık olarak kendini yadsıması”na neden olur. “İnsan, putlara tapmakla kendini tutsak eder ve özgürlüğü reddeder.” (Fromm, s. 104) Bir tür özgürlükten kaçış olarak nitelendirebileceğimiz bu tutumun temelinde ise ‘aktarım’ olgusunun olduğunu ifade edebiliriz. Bu olguyu Fromm, “putperestlik dışavurumu” olarak niteler ve şöyle ekler:

“Kişi, kendi etkinliklerini ya da deneyimlediği tüm şeyleri –sevgi gücünü, düşünce gücünü- kendisi dışındaki bir nesneye aktarır. Bu nesne bir kişi olabileceği gibi ağaçtan ya da taştan bir şey de olabilir. Bir kişi, bu aktarımsal ilişkiyi kurar kurmaz, yalnızca kendi insani işlevlerini aktarmış olduğu nesneye boyun eğerek kendi kendisiyle ilişki kurar. Dolayısıyla, sevmek (yabancılaşmış, puta tapıcı bir tarzda sevmek) şu anlama gelir: Ancak tüm sevme yeteneğimi aktarmış olduğum puta kendimi teslim ettiğim zaman sevebilirim.” (Fromm, s. 22)

Bu anlayış sadece sevmek için değil tüm insani karakteristikler için geçerlidir. Böyle bir durum ise bizleri şöyle bir sonuca ulaştırır: “Modern insanı oluşturan, kendisinin yarattığı şeylerdir. (…) O ancak şeyler aracılığıyla, mal mülk aracılığıyla, toplumsal rolü aracılığıyla, ‘persona’ sı (büründüğü rol) aracılığıyla oluşur; ama yaşayan bir kişi olarak gerçek değildir.” (Fromm, s. 24) Gerçek kimliğiyle var olamaması ise insanın kopmalar yaşamasına neden olmuştur. Bu kopuşlar başta insan-tanrı, insan-doğa ve insan-insan arasında yaşanmakla birlikte insanın kendi özünden de koptuğu aşikârdır. Yaşanan bu kopmalar nihayetinde modern dünyanın mustarip olduğu en büyük hastalığa yani ‘yabancılaşma’ya sebebiyet vermiştir.

Kavram farklı yaklaşımlarda farklı anlamlar ifade etmektedir; her düşünür kavramın farklı tahlilini yapmaktadır. “Psikanalitik perspektifte Rank, yabancılaşmayı ayrılık kaygısı; Erikson, temel güvensizlik olarak görür.” (Biricik, s. 88) Hegel ve Marx’a göre ise, “Kişinin kendini kaybetmesi ve artık kendisini etkinliklerinin merkezi olarak algılamaz olması”dır. “Kişi pek çok şeye sahiptir ve pek çok şey kullanır, ama kendisi azdır. (…) Kişi yalnızca az olmakla kalmaz, bir hiçtir de; çünkü kendisinin yaratmış olduğu şeylerin ve koşuların egemenliği altındadır. Kendisi de bir şey haline gelir.” (Fromm, s. 23) Kısacası, olmak ile sahip olmak arasında bocalayan modern toplum insanı sahip olmak hırsıyla kendini de bir ‘nesne’ haline getirmekten kaçınamamıştır. Nükleer silahlar ise bu hastalığın en ürkütücü neticeleri arasında gösterilebilir. Zira yabancılaşmış insanın dışavurumları arasında özseverlik (narsizm) ve ensest benzeri ortak yaşam (simbiyoz) görülmekle beraber ölüseverlik (nekrofil) de görülmektedir. Ölüseverlik, “Şiddet ve yıkım içeren her şeye yönelik sevgidir; öldürme arzusudur; kuvvete tapmadır; ölüme, intikama, sadizme eğilimdir; ‘düzen’ yoluyla organiği inorganiğe dönüştürme arzusudur.” (Fromm, s. 108). Bu durum ise kötülük kavramının bir değişim geçirip geçirmediği sorusuna yöneltir; çünkü ‘kötü’ artık ‘iyi’ nin karşıtı olmakla beraber yabancılaşmanın getirdiği bir kayıtsızlığın da neticesi olabilmektedir. Kayıtsızlık, dünya üzerinde maalesef ki pek çok örneğine denk gelindiği üzere, insanlık dışı davranışlar sergilenmesine yol açabilmektedir.

Modern toplum hastalığı olarak baş gösteren bu durum –yabancılaşma- düşün dünyasında, edebiyat dünyasında da üzerinde durulan, dikkat çeken konular arasında yer almıştır. Konu pek çok açıdan ele alınmış ve alınmaya da devam etmektedir. Örneğin Fromm, varoluşçuluk felsefesinin, modern toplumda insanın artan yabancılaşmasına karşı bir başkaldırı olduğunu söyler. Albert Camus de, -her ne kadar kendini varoluşçu olarak nitelemese de absürd felsefe etrafında şekillendirdiği eserlerinde varoluşçu felsefeye yakın görüşler ortaya koyar- eserlerinde yabancılaşma konusuna eğilen isimlerin başında gelmektedir. Kült eseri olan 1942’de yayımlanan, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Yabancı isimli eseri de bu konu etrafında şekillendirdiği eserleri arasındadır. ‘Başkaldırı” deyince akla ilk gelen isimlerden olan Camus’nün bu çarpıcı eseri de başkaldırısının bir tezahürü gibidir.

YABANCI

Yabancı için İngilizce basıma yazdığı önsözde Camus’nün,

“Kitabın kahramanı oyunu kurallarına göre oynamadığı için mahkûm edilir. Bu anlamda yaşadığı topluma da yabancıdır o, hayatın kıyısında, kişiye özel, yalnız, duyumsal bir varoşta süzülür durur. Bazı okurların onu bir öksüz gibi görmek istemeleri bu yüzdendir. Bu roman kişisini daha iyi anlamak ya da daha iyisi, yazarın kafasındaki biçimine en yakın haliyle görmek istiyorsanız, Meursault’un, ne yaparak oyunu kurallarına göre oynamadığını sorun kendi kendinize.” (Payza, s. 28)

şeklinde ifade ettiği, birinci şahıs anlatıcının hakim olduğu, yalın bir üsluba sahip eser bizleri şu çarpıcı cümle ile karşılar:

“Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” (Camus, s. 11)

Meursault, Cezayir’de sade bir hayat yaşayan, düzenli bir şekilde işine gidip gelen birisidir. İsmi hiçbir yerde zikredilmez sadece soyadı ile yer almaktadır. Bu noktada, esere kısa bir bakış atmadan önce, Meursault’un kim olduğu noktasında bir dipnot düşmekte fayda vardır, zira yazarın eserle ilişkisi noktasında önem arz ettiğini düşünmekteyiz. Meursault kimdir sorusuna Camus Defterler’de “Meursault’un üç kişinin bileşimi olduğunu söyler. İki erkek ve bir kadından mürekkeptir. Erkeklerden biri Camus’dür.” (Payza, s. 29)

Eserimiz, çarpıcı giriş cümlesinden de anlaşılacağı üzere, kahramanın annesinin ölüm haberini alması ile başlar. Meursault bu haberi sanki gazete haberi okuyormuş gibi bir tepkiyle karşılar. Patronundan izin almaya gider üzgün bir insan portesinden ziyade bu durumdan dolayı kabahatliymişçesine özür diler. Nihayet annesinin cenazesi için bakımevine gider, orada onun için önemli bir durum yaşanmamış gibi rahat rahat kahvesini içer; “Annemin başucunda böyle bir şey yapmak doğru olur mu, bilmiyordum. Sonra düşündüm. Hiçbir önemi yoktu bunun.” (Camus, s. 16) diye ifade eder. Sonrasında uyuyakalır. Defin günü düşündüğü tek şey havanın çok güzel olduğu ve annesinin defin işi olmasa gezip dolaşmaktan ne kadar hoşlanacağıdır. Son bir kez annesini görmek isteyip istemediğini sorarlar, görmek istemediğini söyler. Cenaze memuru annesinin ihtiyar olup olmadığını sorar, yaşını bilmediği için “Eh, oldukça” (Camus, s. 22) diyerek geçiştirir. Annesinin bakımevindeki arkadaşları, bilhassa Perez, gözyaşları dökerken onun hissettiği sadece Cezayir’e varınca ki bakımevinden sadece iki saat uzaklıktadır, on iki saat uyuyacağını düşününce duyduğu sevinçtir. Tüm bunlar akıllara acaba annesine karşı bir kızgınlık veya kırgınlık duygusu içinde midir, herhangi bir sebepten dolayı onu affedemiyor mudur gibi soruları akıllara getirebilmektedir, fakat ilerleyen sayfalarda da anlaşılacağı üzere ortada böyle bir durum yoktur o annesine sevgi besleyen bir insandır, sadece kayıtsızdır.

Cezayir’den döner ve ertesi gün denize girer, orda daha önceden de tanıştığı bir kız vardır: Marie. İlerleyen sayfalarda Marie ona kendisini sevip sevmediğini sorar, aldığı yanıt, sorusunun manasız olduğudur. Binalarında bir kadının şiddete uğradığını duyarak tanık olurlar, Marie bunun korkunç olduğunu, hemen polisi aramaları gerektiğini söyler, o önce cevap vermez sonra da polisleri sevmediğini ifade eder, yani duruma kayıtsız kalır. Daha sonra Marie ona kendisiyle evlenmek isteyip istemediğini sorar, aldığı cevap oldukça ilginçtir: “Benim için fark etmediğini, eğer o istiyorsa evlenebileceğimizi söyledim. O zaman da, onu sevip sevmediğimi sordu. Ben de yine daha önceki gibi cevapladım, bunun bir anlamı olmadığını ama elbette onu sevmediğimi söyledim.” (Camus, s. 43) Bu cevabın üzerine Marie, öyleyse neden onunla evleneceğini sorar, aldığı yanıt diğer yanıtlara oldukça benzerdir, bunun bir önemi yoktur, fakat o istiyorsa neden olmasın.

Binadaki komşusu Raymond -ki kadına şiddet uygulayan kişidir kendisi ve masum olduğuna dair Meursault’u tanık gösterir- arkadaşına gidecektir ve onu da davet eder. Tabi neden olmasın! Orada daha önce Raymond’un şiddet uyguladığı kadının tanıdıkları ile karşılaşırlar ve aralarında kavga çıkar sonrasında ise Meursault yanlışlıkla Arap’ı öldürür ve tutuklanır; mahkeme süreci başlar. Tutuklanıp hapse girmesi onun için o kadar da önemli bir şey değildir, bu durumu da umursamaz. Hatta hemen alışır ve “Zaten annem de böyle düşünürdü; sık sık, insanın sonunda her şeye alışacağını tekrarlardı.” (Camus, s. 72) der. Mahkemede birisini öldürmekten ziyade suçlandığı şey annesinin ölümüne kayıtsız kalmasıdır. Avukat savunma noktasında kendisine yardımcı olmasını ister fakat o buna bile kayıtsız kalıp susmayı tercih eder. Nihayetinde mahkeme idam edilmesine karar verir. Bu durumu da olağan karşılar. Başta kendisinin öleceği fikri ve annesinin ölümü karşısında takındığı tavır olmak üzere ölüm karşısındaki tutumu ve düşünceleri üzerinde durulması gereken bir husustur. Zira eserin özetine geçmeden önce değindiğimiz üzere, Meursault karakteri iki erkek ve bir kadından mürekkeptir ve bu erkeklerden birisi de Camus’dür. Elbet eserin geneline Camus’nün felsefi görüşleri hâkimdir fakat Meursault’un ölüm üzerine düşünceleri ele alındığında Meursault’daki Camus kimliği daha bir belirgin hissedilmektedir. Zira Camus ‘ölüm’ üzerine yoğun bir biçimde düşünen bir yazardır. Bunda İkinci Dünya Savaşı’na tanık olmasının etkisi yadırganamaz. “İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu.” (Camus, s. 103) sözleri bu psikolojinin dışavurumu gibidir. Hücresine gelen papaz ile aralarında geçen konuşmalar Meursault karakterinin düşün dünyasını bir nebze de olsa anlayabilmek noktasında oldukça kıymetli anekdotlar sunmaktadır. Tanrı’ya inanmayan, onun varlığına da yabancılaşan karakterimiz papazın gelmesini istemez fakat onu dinlemezler. Aralarında geçen diyaloglardan sonra Meursault’un isyanının aslında kendini nesne haline getiren, oradan oraya savrulan bir atom haline gelen, başta kendi özü olmak üzere her şeye yabancılaşan insana olduğunu anlarız. Onun için hiçbir şeyin, ama hiçbir şeyin önemi yoktur, çünkü o bunun niçin böyle olduğunun farkındadır. İşin acı tarafı ise papaz özelinde herkesin bu durumun, bir nebze de olsa farkında olduğunun bilincindedir. İnsanların içinde bulundukları acınası durumun farkında olması fakat hiçbir şey yapmamalarıdır onu bu haykırışa sevk eden. Kısacası Meursault yabancılaşmış bir karakterdir fakat onun yabancılaşması bir isyanı içinde barındıran bir yabancılaşmadır yani o yabancılaşan insana yabancılaşmıştır.

Sonuç

Meursault, papazın yakasına yapışıp:

“Yaşadığına bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim boş gibi duruyordum ama kendimden de, her şeyden de emindim, ondan daha emindim, hayatımdan da, gelmek üzere olan şu ölümden de emindim. Evet, bundan başka şeyim yoktu. Ama hiç değilse, bu gerçek beni nasıl kavramışsa bende onu öylece kavramış bulunuyordum.” (Camus, s. 108) der.

Papaz özelinde yabancılaşan insanın nasıl yaşayan bir ölü olduğunu haykırır. O ise bunun farkındadır ve öyle olmaktan hayatı boyunca kaçınmıştır. Özel, çağın üstünde vasıflara sahip insanların çağın zorlamalarına boyun eğmeyeceklerini, ona karşı bilinçli bir yabancılaşma tutumu sergileyeceklerini ifade eder. Onun yüklediği anlamla bu bir tür yabancılaşmaya övgüdür. Fakat bu yabancılaşma beraberinde bir pasifliği, kayıtsızlığı getirmez aksine “çağ hakikatine yabancı kaldığı için hakikat adına yola çıkanlar, çağın bir unsuru olmayı reddederler ve çağa onun tanımadığı doğruları getirirler.” (Özel, s. 114) diye ifade eder. Yani böyle bir yabancılaşma çağın şartlarını yeniden biçimlendirme noktasında son derece aktif olmayı gerektiren bir anlayıştır. Meursault ise modern dünyanın zorlamalarına karşı bir tavır takınmıştır lakin takındığı bu tavır onu daha beter bir yabancılaşmaya ve beraberinde yabancılaşmanın getirdiği kayıtsızlığa sevk etmekten alıkoyamamıştır, varoluşsal bir çıkmaza giren karakterimiz yine bir ‘Yabancı’ olmaktan geri kalamamıştır.

Nihayetinde Camus, Yabancı eserinde isyanını haykırmıştır. Her ne kadar karakter aktif bir role bürünemeyip varoluşsal bir çıkmaza girse de modern dünya insanının içinde bulunduğu hali yüzümüze haykırması ve pasifte olsa bir direniş sergilemesi açısından oldukça kıymetli bir eserdir. Bu isyana kulak verip o çıkmaza düşmeden, Özel’in de ifade ettiği gibi, aktif bir rol bürünüp çağı yeniden şekillendirenlerden olabilmek temennisiyle…

Kaynakça

Biricik, İ. (2016). Albert Camus'nün 'Yabancı' Romanında Kimlik ve Yabancılaşma Problemi. Littera Turca Journal of Turkish Language and Literature, 88.

Camus, A. (2015). Yabancı. (S. Tiryakioğlu, Çev.) İstanbul: Can Yayınları.

Dağ, A. (2020). İnsansız Dünya Transhümanizm. İstanbul: Ketebe Yayınları.

Fromm, E. (2020). İnsan Olmak Üzerine. (Ş. Alpagut, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.

Özel, İ. (2015). Üç Zor Mesele. İstanbul: Tiyo Yayınları.

Payza, H. (2017). Kendine ve Ötekine Yabancı Başka Bir Albert Camus. Düşünbil Dergisi, 25-30.


Yazar: Şerife Saliha BOZOKLU - Yayın Tarihi: 19.05.2021 09:00 - Güncelleme Tarihi: 17.05.2021 11:34
1573

Şerife Saliha BOZOKLU Hakkında

Şerife Saliha BOZOKLU

1994’te Kayseri’nin Yeşilhisar ilçesinde doğdu. Lise öğrenimini Yeşilhisar Anadolu Lisesi’nde gördü. 2017’de Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden (İngilizce) mezun oldu. “Kendini Bil” sözünü kendine gaye edinmiş, bu uğurda ‘insan’ kalmak ve insan olarak son nefesini vermek üzere çaba harcayan, ‘insan’ denen meçhulün peşinde koşan, tek sığınağı kitaplar olan bir ademkızı…

Şerife Saliha BOZOKLU ismine kayıtlı 29 yazı bulunmaktadır.

Twitter