Muhtâr Es-Sekafî; Hayatı, Görüşleri ve Şia’ya Yönelik Etkisi Üzerine -3
Konumuza kaldığımız yerden devam…
İslam tarihçileri ile İslam mezhepler tarihçilerinin, Muhtâe es-sekâfî ile ilgili kanaatlerinin var olduğunu bu arada belirtmiş olalım… Bundan önceki yazımızda, onun, nübüvvete bakış konusunda şu ifadelere yer vermiştik; "Muhtâr'ın, kendisine "vahiy geliyor" düşüncesine atfen nübüvvet iddiasında bulunmasının yanında, Cebrail ile birlikte, Mikâil ile görüştüğü iddiaları da söz konusu…" (a. g. e) Konuya dair yukarıda da belirttiğimiz üzere, İslam tarihçileri ile İslam mezhepleri alanında "tarihçi" kimliğe sahip kişilerce; onun nübüvvet ile ilgili görüşleri olduğu kaynaklarda geçmektedir.
İslam tarihçisi Tahir El-Makdisi'nin, (ö. 355/966') anlatımına göre Muhtâr, insanları kendisine çekmek için hileler yapıp olağanüstü şeyler kullanır ve meleklerin ona yardıma geldiğine dair şahitlik etmeleri için ashabından bazısına emir verdirdi. İbnü'l-İmâd'a (ö. 1089/1659) göre ise Muhtâr, son olarak Cebrâil'in kendisine gökten vahiy getirdiğini iddia etmiştir." (S, 82) denilerek, onun nübüvvetle ilgili olarak ileri sürülen iddiaları, bu şekilde teyit edilmiş bulunmaktadır. Bu konuda, başta İslam tarihçisi İbn Kesir gibi birçok kişinin de, onun, nübüvvet iddiasında bulunup, bulunmadığı hususunda kesin bir söz söylenmeyeceğini belirtmiş olmasına rağmen, onun sapık ve saptıran bir kişi olduğu hakkında hiçbir şüphenin olmadığı belirtilmektedir. (Bkz; a. g. e. S, 82)
Kesinlikli olduğu ya da olmadığı halde, onun sapık ve saptırıcı yönünün bulunduğunu belirten İslam tarihçilerinin yanında mezhepler tarihi müelliflerinin de konuya dair yaklaşımını da gözden kaçırmış olmayalım… "Mezhepler Tarihi müelliflerinden Bağdâdî'ye baktığımızda ise o, Muhtâr'ın Râfîzîlerin gulâtlarından olan Sebeiyye tarafından aldatıldığını ve onların Muhtâr'ı zamanın hücceti olarak saydıklarını ifade etmiştir. Sebeilerin söylemleri onu nübüvvet iddiasına götürmüş, neticede özel adamlarının yanında kendisine vahiy geldiğini iddia etmiştir." (83)
Onun "bedâ" görüşüne gelince;
"Bedâ kelimesi sözlük anlamlarına bakıldığında b-d-e kökünden türemiş olup ortaya çıkmak anlamındadır. Terim olarak bedâ… Allah'ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesidir. İslâm tarihinde ilk defa Muhtâr ile karşımıza çıkan bedâ konusunun anlaşılabilmesi için onu bu görüşe kail olmasının arka planının ortaya çıkması gerekir." (84) Bedâ konusunda, onun iddia ettiği üzere yukarıda da belirttiğimiz üzere adı geçen kavramın, "Allah'ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesi" olarak tanımlandığı halde, tam tersi olduğuna ise, suçun –haşa!"- Allah'a izafe edilmesi, onun tarafından söz konusu edilmiştir; "Muhtâr'ın ilk söyleyen olarak öncülüğünü yaptığı bedâ görüşü sonraki dönemlerde bazı Şii fırkalar tarafından inkâr edilirken, genel çoğunluğu teşkil eden İmâmiyye fırkası tarafınca akide olarak benimsenmiştir." (91) Bunun altını kalın çizgilerle çizmek gerekir. Onun, bu arada, bedâ konusu dışında bir de rec'at, yani "geriye dönüş" söyleminin de var olduğunu belirtmiş olalım; "Genel olarak rec'at, kişinin öldükten sonra dünyaya geri dönmesi olarak ifade edilmektedir. Farklı dinlerde de mevcut olan rec'at inancını İslâm Tarihi'nde ilk defa dile getiren İbn Sebe'nin kurucusu olduğu Sebeiyye fırkasına göre birden fazla rec'at inancı vardır." (91)
Sebeiyye'nin kurucusu olan "Yahudi" Abdullah İbn Sebe, nasıl ki, Hz. İsa'nın bir gün dünyaya geri geleceği gibi, Hz. Muhammed(s)'in de geri geleceği iddiasında bulunuş olup, konuyu Kasas suresi 85. Âyeti ile bağlantı kurmaya çalışmıştır. "Kur'an'ı sana indiren Allah, elbette seni dönülecek yere tekrar gönderecektir. De ki: "Kimin doğru yolda yürüdüğünü, kimin de apaçık bir sapkınlık içinde olduğunu en iyi rabbim bilir." (Kasas, 85) Hani denir ya; "anlayan beri gelsin!" Bu ayetten böyle bir sonuç çıkarmak için, kişinin ya deli, ya ahmak ya da gizli, mendebur bir İslâm düşmanı olması gerekir.
Sebeiyye fırkası mensuplarının, Hz. Ali'nin de, ölmediğine inandığı belirtilmektedir; "Hz. Ali'in ölmediği ve bulutlarda olduğu söylenmiştir. … Sebeiyye fırkası mensuplarının gök gürültüsünü işittikleri zaman "selâmunaleykûm Ey Emürü'l-Mü'minûn" dedikleri aktarılmıştır." (92)
Muhtâr'ın, Sebeiyye'nin böyle düşünceye sahip olmasına rağmen, onun, birçok konuda adı geçen mezhep mensuplarından farklı görüşlere sahip olduğu belirtilmekte; "…inanç ve görüşler açısından fırkalar arası geçişkenlik muhtemel olmakla birlikte, tarihi rivâyetler incelendiğinde Muhtâr Es-Sekâfî'nin Sebeiyye inanç esaslarından farklı bir anlayışa sahip olduğu anlaşılmaktadır." (93) Buna bağlı olarak, Sebeiyye fırkası mensuplarının Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ile sahabeye dil uzatılmasına(ta'n edilmesine) rağmen, Muhtâr'ın, bu konuda tekfir dilini kullanmadığı da belirtilmektedir. Bu arada, Muhtâr Es-Sekafî'nin vefatı sonrası dönemde Muhammed b. Hanefiyye'ye dair rec'at iddialarının ortaya atıldığını da belirtmiş olalım. (Bkz. a, g,e s, 93)
"Muhammed b. Hanefiyye'nin gaybet ve rec'atına dair inanışın öncülüğünüm Kerbiyye kolundan Küseyyir Azze (ö.105/723) ve Seyyid el-Himyeri (ö. 172/789) gibi şairler yapmıştır. " (97)
Onun, konuya dair bir şiir için bkz. (S, 97) İçeriği hakkında, Muhtâr'ın, "hayatı ve siyasi faaliyetleri" ile onun "ana" görüşleri ile birlikte, Şii fırkalarının teşekkülüne dair etkisi de, önemini korumaktadır. "Muutâr'ın ölümünün ardından uzun yıllar varlığını sürdüren ancak günümüze kadar gelemeyen Keysâniyye ve onun alt dallarının ortak noktası İbn Hanefiyye'nin imâmetini benimsemeleridir. Muhtâr Es-Sekâfî'nin davetiyle birlikte İbn Hanefiyye'nin imâmetini kabul eden topluluk, Muhtâr'ın ölümünden sonra da İbn Hanefiyye'nin imâmetini savunmaya devam etmiş ve çeşitli gruplara ayrılmışlardır. … Keysâniyye fırkalarının bir kısmı İbn Hanefiyye'nin gaybete girdiğini iddia edip rec'atını beklerken diğer bir kısım ise onun öldüğünü kesin olarak kabul edip imâmeti oğlu Ebu Hâşim Abdullah b. Muhammed'e (ö. 98/716-717) geçtiğini ileri sürmüştür. (101) Bu serinin, bundan önce yayınlanmış bulunan ikinci bölümünde; Muhtâr'ın, Kûfe halkına karşı kendisini "Mehdî" tarafından görevlendirilen bir emir gibi göstermek istemiş, bunu da bazı icraatlarında yansıttığını vurgulamıştık. (S. 61) Konuya bağlı olarak Muhtâr'ın, İbn Hanefiyye'yi "vasi" olarak da vasfettiğini belirtmiştik. Bu durumu o dönem Şiilerinin de kabul edip yadırgamadığı görülür; "Dönemin Şiileri de bu durumu yadırgamamış ve onun peşinden giderek İbn Hanefiyye'nin imâmeti mes'elesinde birleşmişlerdir." (Bkz. S, 62) Ama Muhtâr'ın, İbn Hanefiyye'nin imâmeti konusunda Kur'an'dan bir delil, bir nass(ayet) getirmemiş olması da, önemli.
Nubüvvet ve gulaf fırkalar mes'elesine gelince…
"Genel olarak İslâm mezheplerinde nübüvvet iddiası iki şekilde kendini göstermektedir. Birincisi, davetçi veya fırka mensuplarının tabi oldukları imâmı nebi olarak tanımalarıdır. İkincisi ise kişinin bir imâma veya fırkaya tabi olduğu halde bizzat kendisinin nübüvvetini iddia ermesidir." (108) Bu çerçeveden baktığımızda, Muhtâr'ın, nübüvvetinin "kabul ve tasdik" edilmesinde, onu ikinci grubun içerisinde değerlendirebiliriz. Zira onun nübüvvetinin kabul görmesinin, en önemli amilinin, o dönemde onun çevresinde bulunan insanların ezici çoğunluğunun mevali kesimden oluşmuş olması, onun açısından işin kolaylaşmasını sağladığı söylenebilir. O da öyle davranmış; önce "mehdi" olarak gördüğü İbn Hanefiyye'nin yardımcısı ve sonunda da "kendisine de vahiy gelen" bir nebi olarak tanıtma yoluna gitmiştir. Onun dışında da, epeyce kişinin nübüvvet iddiasında bulunduğu kaynaklarda geçmektedir; Hamza b. Umare e-Berberî, Beyân b. Sem'un, Muğire b. Said el-İclî vb. Bunlardan önce Hz. Ali'nin imâmlığını ve daha sonra ise, onun ilahlığını iddia eden fırkalarında var olduğunu belirtmiş olalım; "İmâmlarını nebilik makamında görenlere Sebeiyye fırkası örnek verilebilir. Zira onlar Hz. Ali'nin nebiliğini iddia etmişlerdir. Bu grup Hz. Ali'nin nebi olduğunu kabul etmekle yetinmemiş, daha da ileri giderek onun ilah olduğunu iddia etmiştir. Sebeiyye inancına benzer bir görüşü Gurabiyye olarak bilinen fırkada savunmuştur." (108) "Son tahlilde nübüvvet iddiasında bulunan kişiler dönemin valileri tarafından öldürülmüş gerek Sünnî gerekse Şiî kelamcılar onların gulat akidesinde olduklarını belirterek küfre düştüklerini iddia etmişlerdir." (114) Her dönem olduğu gibi günümüzde de nebilik/resulluk ve hatta ilahlık iddiasında bulunan birçok insan ile onlara bağlı şahıslardan oluşan "sapkın" gruplarda var olagelmiştir. Bu durumu, çeşitli açılan ve sebeplerden dolayı Şia ile Ehl-i Sünnet^e de arız olmuş bulunmaktadır. Şia'nınki, "gulat" üzerinden vaki olurken, Sünniliğe arız olan "nebilik, ilahlık" durumu da, o da tasavvuf felsefesi içerisinde kendin yer bulmuş olan Batınî /heterodoks fırkalar ve dolayısıyla "anlayışlar yoluyla" arız olmaktadır. Fırkalarda bedâ mes'elesine gelince; İmâmiye/İsna aşere, bu kavramı ilk kullanan kişi olan Muhtâr Es-Sekâfî 'yi bir tarafa bırakıp, işin başlangıcını doğrudan Ca'fer es-sadık ile oğlu İsmail olayını esas aldıkları görülür. (119) Rec'at ve onun tezahürlerine gelince; "Muhtâr es-sekâfî ve taraftarları (Haşebiyye) arasında ortaya çıkan rec'at inancı ilk olarak Muhammed b. Henefiyye'nin şahsında temayüz etmiş ve onun ölmediği bir süre sonra dünyaya gelip adaleti tesis edeceği savunulmuş gaybettir. … Haddizarında Muhammed Hanefiyye'nin gaybeti-rec'atı meselesi İmâmiyye/ İsnâaşeriyye fırkasında itikad halini alarak bu fırka mütekellimleri tarafından naklî ve aklî deliller ile açıklanmaya çalışılmıştır." (125)
Sonuca gelirsek; "Son tahlilde Hz. Hüseyin'in intikamını alan ve Emeviler ile Zübeyrilere karşı elde ettiği siyasi başarılar ile nüfuzu artan Muhtâr es-sekâfî, imâmet ve bedâ konularında kendisinden sonraki Şii düşünceye doğrudan etki etmiş, nübüvvet ve rec'at konularında ise kendisinden sonra gelen hareketler için bir arketip vazifesi görmüştür." (132) Muhtâr es-sekâfî, "kendisinden sonra gelen hareketler için arketip vazifesi görmüş" olmasına rağmen, o da, "kan bağı" açısından ehl-i beyt'e mensup olmadığı için, yukarıda da belirttiğimiz üzere bedâ mes'elesinde, Ca'fer es-sadık ile oğlunun öne çıkartıldığı görülmektedir. Bunu da, sonuçta not etmek gerekir.
Muhammed Usame Karadeniz, "Muhtâr Es-Sekafî; Şiiliğe Dair Farklı Bir Okuma", Mana Yayınları 1. Baskı, 2024 İstanbul
Yazar: Sait ALİOĞLU - Yayın Tarihi: 23.09.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 22.09.2024 13:44