Mustafa Uçurum Hikâyesinin Derdi
Tarihin her döneminde bilim ve teknolojiyi ilerleten bazı toplumların, belki aynı paralelde insani duyarlıkları geliştirememesinden dolayı, diğer toplumlar üzerine baskı kurduğu ve insani değerlerin tamamen dışında bir davranış geliştirdiği gerçektir. Ancak modern dönemde bu yöntemler de geliştirilmiştir. Yalnızca güç kullanmak fazlaca pahalı olduğundan gücü kullanmayı düşündükleri toplumların değerlerini ve psikolojik dayanma eşiklerini yok etmeye yönelmişlerdir. 19. ve 20. Asır Türk toplumu o hale gelmiştir ki o baskıyı uygulayanın bir tür gönüllü aşığı ya da kölesi olmuştur. Tanzimat dönemi ve sonrasında yazılan kurgu eserlere bakıldığında yapılan değerlendirmelerin de ne kadar komik olduğu görülür: yanlış batılılaşma… Doğru batılılaşmanın ise tanımı onların bilimini almak şeklindedir. Oysa Üstat Sezai Karakoç bir medeniyetin bir şeyini almanın bir bütünü almak olduğunu, D. Mehmet Doğan ise batılılaşmanın ihanet olduğunu anlatır. Batılılaşma meselesi ismini sayamayacağımız kadar çok düşünce ve sanat adamının gündemi olmuştur. Bu bağlamda Rasim Özdenören "Kafa Karıştıran Kelimeler" (Özdenören, 1986) eserinin girişinde bir konudan şikâyet eder. Bu konu şöyledir: "Türkiye'de yüz elli yıla yakın bir zamandan beri düşünce hayatımızda yer tutan kelimeler asli muhtevalarından boşandırılmış olarak kullanılmaktadır." Şikâyetinin ilerleyen cümlelerinde kafa karışıklığına, Türkçe ile ilgili projelere-ihanetlere değindikten sonra bu kitaptaki yazıların 'okura bir düşünme yöntemi' sunma potansiyeli üzerinde duruyordu. İşte bu düşünme biçimlerini, yöntemlerini gördükten sonradır ki eli kalem tutan ve milleti üzerine bir sorumluluk hissi taşıyan herkes yazmak zorundaydı. Çünkü sunulan batılı(laşmış) tip kadar bizim olan bizden olan tiplerin anlatılma zorunluluğu vardı.
Temel aldığım kitaba geçmeden önce yazma zorunluluğunun yanında bir de yazma süreci hususuna dikkat çekmek istiyorum. Hayat yatay ve dikey yaşantı biçimlerinden oluşur. İnsan ise hem maddi hem de manevi duyarlılık sahibidir. İnsanı insan kılan bu duyarlılıklar manzumesidir. Koşturmaca ve kavga olarak adlandırılan bu iki dünya; insanın iç ve dış dünyasıdır. Yatay olanın gündelik ihtiyaçları ve hayati şartları kapsadığını söyleyebiliriz. Bu yaşayış daha çok pratik, ihtiyaca binaen ve yüzeysel olandır. Kronolojik yaşama kesitinin bir temsilidir. Dikey hayat ise derinlik, zamanlar arasılık, sonsuzluk, soyut ve iç gerçekliği temsil ediyor.
Bir yazarın iç ve dış dünyasının, yatay ve dikey alanlarının kesişim noktasında sanat eseri duruyor. İnsanın yatay-dış dünyada oluşan bir ontolojisi olduğu gibi, bu dünyanın ihtiyaç ve eşyasıyla oluşan, imgelem/sembol/çağrışım yöntemleriyle işaret ettiği başka bir gerçeklik de; dış dünyanın ötesinde dikey alanda oluşuyor. Yaşanan hayatın keşmekeşi ile ideal dünya anlatımına yönelen dikey hayat; sanatçının yatay hayatı yaşanabilir kılma çalışması bir nevi. Bu açıdan hayatın bizatihi kendisinin farkında olunan bir kurgudur.
Mustafa Uçurum da sanıyorum bu zorunlulukların cenderesinde yazan bir yazar. Bunu kendimden de biliyorum, bu kadar farklı edebi disiplin üzerinde kalem oynatmanın "mecbur kalma", "mecbur hissetme" dışında bir açıklaması sanırım yoktur. Şiirden denemeye, aktüel konulardan dergi tanıtımlarına, hikâyeden kitap tanıtımına geniş bir yelpazede yazmak oldukça zordur. Bütün bu zorluklar derdi olanın aşabileceği zorluklardır. Onun derdinin de Rasim Bey'in ya da Üstadın derdinden farklı olduğunu sanmıyorum. Bizi, bizim meselelerimizi dile getirmek; dilimize ve sözümüze vurulan prangaları aşmak gibi bir meselesi olduğunu düşünüyorum. Bunun için yeterince veri var. "Uçurumda Bir Gömü" (Uçurum, Uçurumda Bir Gömü, 2020) kitabına dikkat edilirse bu verilere ulaşmak mümkün. Ancak Mustafa Uçurum'un kitaphaber.com.tr sitesinde bir söyleşiye verdiği cevaplarda da ipuçları var.
Yazmayı bir ihtiyaç olarak görürüm ben. Her gün yapılması gereken bir sosyal aktivite gibi. Hiç olmazsa bir cümle de olsa mutlaka her gün yazarım. Yazmadığım zaman elim soğuyacak gibi hissediyorum. Elimde kalem, not defterime yazdığım bir cümle benim kendime gelmemi sağlayan bir iyilik aşısı gibi oluyor adeta…/..Yazmasam herhalde uslanmaz bir aylak olurdum ben. Ruhumu diyardan diyara gezdiren rotasız bir gezgin… (Uçurum, Kitap Konuşmaları: Mustafa Uçurum, 2023)
Bir kitabı elime aldığımda ilk yaptığım arka kapak yazısına bakmaktır. Arka kapak yazıları ön kapaktaki görselin kitabı tam anlamıyla aktaramaması ihtimali üzerine ya da ön kapaktaki anlamın tamamlanması öngörüsü üzerine oluşturulur. Bu yazılar genelde kitapların hülasası şeklindedir. "Uçurumda Bir Gömü" kitabının da arka kapağına baktım. Şunlar var:
Kasadaki domateslerden bir tanesini aldım. Diğer domateslere hiç benzemiyordu bu. Sivri, sert, garip bir domates. Birkaç tane daha alıp aynı domateslerden koşa koşa dedemin yanına gittim. "Bu domatesler neden böyle dede?" dedim. Dedem baktı, sakalını titreterek güldü. "Anarşist domates onlar," dedi. İlk defa duyduğum bir kelimeydi bu. "Anarşist, anarşist," dedim içimden.
Uçurum'da Bir Gömü, iyilerin galip geldiği ve yaşatıldığı halis niyetli öyküler. Kötüler elbette görünecek ama yazarın inşa ettiği güzel dünyayı yok etmeyi başaramadan. Eser, yalın dilin, sade kurgunun, iyi niyetin ve tarihî bir dönemin aynası.
Kitaptaki hikâye etme şeklinin gelenekteki biçime benzediğini söyleyelim ve hikâyelerin de gelenekteki gibi olduğuna geçelim. Tıpkı tanıtımda kullanılan cümlelerde olduğu gibi. Bizim anlatı geleneğimizde malumunuz kötülük de kötüler de arızidir, azınlıktır ve çoğu zaman pişman-iflah olurlar. Oysa batıda kötü ve kötülük inanç ve algı gereği doğuştan ve sonsuzdur. Bu hikâyelerde iyiler kazanıyor bizim masallarımızda olduğu gibi. Hatta bu durumu bütün bir doğu kültürüne teşmil edebiliriz.
Otuz hikâye var kitapta. Bu hikâyeleri tasnif etmeye kalksak başaramayız. Hikâye çeşidi açısından kesin çizgiler yoktur zaten bunu bütün açıklığıyla görürüz. Daha genelini de söyleyebiliriz: sanatta kesin çizgiler ve ayrım noktaları yoktur. Zenginlik de oradadır. Sanat dalları ve metin türleri birbirinin içindedir. Aynı şekilde anlatım için de "serbest salınım" anlatım şeklinden söz edebiliriz. Serbest salınım bir yönüyle bilinç akışına, aynı zamanda "gezgin zihin" ve zihnin sürekliliği meselesine benziyor.
Klasik hikâye unsurları olsa da ağırlıklı olarak durum ve "kısa hikâye" formatına yakın. Bu husus biraz da şuraya dayanıyor: Modern Türk hikâyesinin ilk örneklerinden sonra edebiyatımızda yerleşip kök salmasının bağlamını Ömer Seyfettin'e borçluyuz. Onun tema ve ana fikirleri tamamen yerlidir. Sonraki önemli aşama Sait Faik'tir. Günümüz hikâyesine uzanan bu çizgi birçok anlatıcıyı ağırlamıştır. Günümüz hikâyesinde görülen manzara ise modern algı üzerine postmodern anlatı kurmaktır. Bu marazi durumdan sakınan ve kurtulmak için yazmak gerekiyor esasen ve bu anlamda yazanlar var. Mustafa Uçurum bu eksende değerlendirilmelidir. O kurguladığı hikâyede okuyucuyu anlatıya ortak etmeye, etkileşimli metin kurmaya eğilimlidir. O merak duygusunu hareket ettirmeye, hayal gücünü de öncelikli hale getirmeye çalışır. Kahramanların çevresiyle bir bütün içinde anlatıldığı hikâye pek kalmadı malumunuz. Kendi bireyselliği içinde boğulan ve amaçsız kalan kahramanlar her yeri sarmış durumda. Bu anlatı türü ikinci paylaşım savaşı ürünü nihayetinde. Bizdeki karşılığı şöyle: 1970 ve 80'li yıllarda kırsaldan şehre göçler ve modernleşmeyle beraber toplumsal bağı kopan-bireyselleşen insanların sıkıntıları kısa hikâyeyi oluşturuyor. Zaten "ben merkezli hikâye" de buradan uçlanıyor. Mustafa Uçurum hikâyesi ise "kısa hikâye" formuna gülümserken hem kısa hikâye formunu genleştiriyor ve bireysellikten çıkarıyor hem de toplumun parçası olan kişileri anlatısına kahraman seçerek toplumun duyarlıklarını ve moral değerlerini işliyor. "Emir kesin; emrolunduğun gibi dosdoğru ol.", "Atının üstünde bir Halid bin Velid düşlüyorum… Asr-ı Saadet'in aslında saadetten daha çok büyük acılarla yoğrulan vakitlere şahit olduğunu büyüdükçe öğreniyorum.", "Öğleni Ali Paşa'da kılacaksın, ikindiyi Garipler Camisi'nde. Sadece cami değişikliği değil bu. Arada 500 sene var."
Mustafa Uçurum bütün insanlığın meselesi olan trajedileri işliyor kitapta. Savaşlar ve darbeler gibi büyük çözülmelerin toplumdaki izini sürüyor. 1980 darbesi, Suriye iç savaşı gibi. Ama özellikle "Rahatı Kaçan Şair" hikâyesine dikkat çekmek isterim. Hem bir kültürel ajanda hem de kültüre-şiire dikkat çekme yönelimi var. Melih Cevdet'in şiirini fon olarak kullanarak ötekileştirilmiş insanları anlatıyor. Kısa hikâyenin durum hikâyesinden bir çıkma olduğunu söyleyebileceğimiz kadar özellikle "Rahatı Kaçan Şair" hikâyesi üzerinden bir Sait Faik hikâyesi ve etkisine değinilebilir.
Özetle bizden ve içten hikâyelerden oluşuyor kitap. Okuru merak unsuruyla kendine çekiyor. Çekilen okur hayatı incelten ve yaşanılabilir kılan ayrıntıları görüyor. Bazı hikâyelerde sanıyorum Mustafa Uçurum'un kendi hayatından ya da şahitliklerinden de izler var. Dili yalın ve içten, kurgusu usta işi. Okumayanlara tavsiye ediyorum.
Kaynakça
Özdenören, R. (1986). Kafa Karıştıran Kelimeler. iz.
Uçurum, M. (2020). Uçurumda Bir Gömü. Şule.
Uçurum, M. (2023, 11 10). Kitap Konuşmaları: Mustafa Uçurum. (T. Yavuz, Röportaj Yapan) https://www.kitaphaber.com.tr/kitap-konusmalari-mustafa-ucurum-k5854.html. adresinden alındı
Yazar: Ethem ERDOĞAN - Yayın Tarihi: 11.12.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 08.12.2023 09:25