Orpheus Soneleri Üzerine Bir Sone
Oytun Efe KURU yazdı...
Geçmişin, şimdinin ve geleceğin akışkan bir ak kan senfonisine, ayın kristal yüzünden süzülen bir sıvı aynaya dönüşmesi nasıl gerçekleşebilir? Ya da o sıvı aynanın okuyucu için meleksi hayaletler formunda imgelere ve seslere bürünmesi neye işaret eder? Rilke'nin Orpheus'a Soneler kitabına.
Rilke'nin benim için çoğunluğun aksine magnum opus'u olan kitabı Duino Ağıtları değil Orpheus'a Soneler'idir. Bu öyle bir kitaptır ki yazarın hayatı boyunca kaderini suistimal etmiş olan ızdırap-hassasiyet ve ölüm üçgeninin hükmünün ortadan kalkışı enigmatik bir var oluş türküsünde göstermiştir kendisini. Gerek kullandığı s/imgelerin anatomisinde olsun gerekse de şiirlerin içindeki akışın haleti ruhiyesi, baştan aşağı gök katlarında açılmış muhteşem bir salonun panaromasını sunar önümüze. Yer çekimi vasıtasıyla içinde debelenip ıskaladığımız bu dilber yaşamda, aslında her şey havada süzülüp yükselmektedir yanı başımızda. Doğa o nurdan heykel ayaklarıyla yerden ve sütten kesilmiştir artık. Biz özgürüzdür, lakin tam da o anda terk ediliriz. Bu bizi gerçekten hür kılar ve Rilke sorar: "Eyvah! Neredeyiz biz? Hep daha da özgür..." Evet, Orpheus sonsuz şarkılarını kurtuluş ninnileyen liriyle söyledikçe daha da geçeriz kendimizden ve daha da sıkı kökleniriz doğa anaya. Şarkı ve müzik tertemiz bir doğum lekesi/mührü olur çıplak ayaklarımızla dans ettiğimiz ormanların kızıl toprağında. Bu masalsı dansı Rilke'nin Wera Knopp'una borçluyuzdur. O gencecik dansöz kızın zamansız ölümüne. Kitap bir mezartaşı yazıtı olarak ona adanmıştır. Bir rüzgâr gibi hızlıca gelip geçmiştir Wera Rilke'nin hayatından. Ölümünden sonra ise Rilke'ye en mükemmel eseri yazdırmıştır ve yakın dostlarına şunu söyletmiştir:
"Wera'nın ruhu beni yazmaya zorluyor..."
Rilkeleşmiş gerçek bir şair için, kurulan imgeyle simge arasında bir fark yoktur. Zamanın/Şiirin akışındaki tüm 'an'lar sonsuzlaşarak tansır ve sesin içeresinde yankılanır/yansır. İşte tam da bu durum Rilke'nin tüm sanat hayatı boyunca üstüne basa basa durduğu 'dönüşüm' konseptinin kristalize olmuş halini ele verir bize, mercan bir kıvılcım suretinde. Biz, geçip gidenler olarak ki öyleyiz, sonsuz olanın içerisinde tarumar olmadan evriliriz. Mitin başkahramanı olan Orpheus ise, artık bu evrimin merkez noktasıdır Rilke için, sarsılmaz bir orjin, çivi çakılmaz bir tau haçı... Uçmak, gelmek, gitmek... Bu devri daim içerisinde zamanın unutulmuş ve tozlu raflara kaldırılmış titrek adımlarına dönüşmüştür. Rilke, artık dünyayı yenmiştir. Kader, Rilke'nin dizleri önünde eğilmiştir bir çöl tapınağı suskunluğunda.
Peki tebessüm? Onun yeri neresidir?
Yine bizler, hem dal hem balta olanlar yerden biraz yüksekte- yarı yukarıda, gülüşlerin uçlarındayızdır. Böylece olgunlaşırız verimli meyveler gibi saçaklı bir gizemle. Ölüleri iyi tanırız, ağaçlarımızın kökleri onları ölümsüz dansa kaldırır yağmurlar çağladıkça. O ağaçlara melekler konar, örerler filizlenen sevdamızı. Her meşk sessiz bir çocuktur da yoktur önümüzde beşerden engeller.
Alevin sesini duyarız ve akıl almaz kutsallığa eğeriz kulağımızı, Rilke ateşin içinden konuşur. Başlar tüm yağız döngüler, afife serencamlar. Sedef bir mühür yüzüğünün duldasından ulaşırız yaşamı kucaklamaya ve tüm kucaklar bizimdir notalar arası turkuaz ongunlukta. Acı çekmek sütlü üzümler gibi mayalamıştır bizleri ki şaraba dönüşürüz gencecik kanımızın ormansı damarlarında. Tüm bunlar olup biterken gülleri yapraklarla peçeleyen beden örtüsü de ortadan kalkmıştır, artık ışıktan başka bir şey yoktur şiirin uçkusal mihrabında. Sessizlik ışır ardımızda bıraktığımız tüm vedaların doruklarında, unutulmuş bir hatıranın mühürlenen suratında, geçmişin buzdan rahiyalarında.
"Ah, gel ve git. Sen neredeyse çocuk olan daha..."
Şüphesiz ki, Rilke ile Orpheus arasında bir fark kalmamıştır artık. Ki kitap yayınlandıktan kısa süre sonra Rilke'nin ölmesi bunu ispatlar. Tıpkı Orpheus'un karısından sonra ölümü gibi. Umberto Eco, Foucault Sarkacı'nda şöyle demişti "Bazen yazarın söylemek istediğini ispatlaması için ölmesi gerekir." Orpheus ve Rilke öldü, ama biri imgelerin diğeri seslerin en zirvesiydi, böylece kendilerini şiir ve müzikte ölümsüz kıldılar. Ses ve imge altın bir kozada çiftleşip sanatı yarattılar. Sanatsa her an doğayı besliyor, doğa sanatla şarkı söylüyor... Sular hızla akıyor ve Rilke, "ben varım" diyor bağrındaki gökyüzünün sağrısında. Gidiyor, (sadece gider ya) gidişi var oluştur, hep alır götürür kendini ve hep bir başka kurtuluşun burcudur girdiği hakikatin mosmor kanatlarının alnacında,
öyle saydam
cennetin büyüyen toprak odalarında...
-Buraya Rilke için yazdığım bir şiir bırakıyorum-
Sıvı aynadan aynalı gül
kim tefsir etti seni, benden önce
suretini yıldız koridorlarında okudum
kürelerin mihrabında kök salarken.
adın yaratılıştan önceki gün mühürlendi.
dönen kıvılcımların girdaplarında kokun göverirken.
Açık kızıl tenin dünyaya damladı diye
anka kanatları son bir kez kül oldu
ve zümrütlerle sırlandın, ayı parlatırken.
Dikenlerin melek labirentleri
ırmaklar gökte halkalar çizerken
sarmal kan iplikleri, sende son ve tek raks
tefsirinin ilk harfi, gümüş camın içindeki
inci sedefi, özsuyunda yürüyen ordulardı
sessizliğinin bilgisi
çehrenin kirpikleri
kutsal dengenin yansıyan iliği
simgelerin yegane resmi, şato odalarımda
kül dirhemi,
elmas duman, esintin tanrı bilekleri.
(Bu yazı için yararlandığım Orpheus'a Soneler çevirisi Yüksel Özoğuz'un çevirmenliğini yaptığı YKY baskısı olan kitaptır.)
Tansır: benzemenin zerafeti olarak anlam bulmakta.
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 08.11.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 08.11.2023 09:30