Özgürlük Nimet mi, Lanet mi?, Düşünce, Mustafa BUĞAZ

Özgürlük Nimet mi, Lanet mi? yazısını ve Mustafa BUĞAZ yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabilirsiniz.

Özgürlük Nimet mi, Lanet mi?

12.05.2023 09:00 - Mustafa BUĞAZ
Özgürlük Nimet mi, Lanet mi?

Giriş

İnsanoğlu, yüzyıllar süren mücadeleden sonra, büyük bir maddi servet oluşturmasına, demokratik kazanımlar elde etmesine, totaliter rejimlere karşı büyük zaferler kazanmasına rağmen, neden hala kaygılı, özgürlüğünü çeşit çeşit diktatörlere teslim ediyor ve kendisinin robotlaştırılmasına izin veriyor? Bu sorunun cevabını Erich Fromm ''Özgürlükten Kaçış'' isimli kitabında enine boyuna tartışıyor. Olaya hem ruhbilimsel hem de toplumbilimsel açıdan bakarak bir taraftan kendisinden önce yapılan yorumların eksik taraflarını vurguluyor bir yandan da toplumla birey arasındaki diyalektik ilişkiye vurgu yaparak sosyal psikolojinin önemine dikkat çekiyor. Kitabın ana tezini önsözde yazar şu şekilde özetliyor:

''Bu kitap, kendisine güvenlik verirken onu sınırlayan bireysellik-öncesi toplumun bağlarından kurtulmuş olan çağdaş insanın, kendi bireysel beninin gerçekleştirilmesi yani, zihinsel, coşkusal, duyusal gizilgüçlerinin anlatımını ortaya koyması şeklindeki olumlu anlamda özgürlük kazanmadığını öne sürmektedir.'' (S- 10)

Çünkü özgürlük, onu daha bireyselleşmiş ve akılcı bir varlık haline getirmesine karşın aynı zamanda daha soyutlanmış ve dolayısıyla kaygılı ve güçsüz de kılmıştır. Bu anlamda özgürlüğün getirisi olumlu ve olumsuz olarak iki yönlüdür. Bireyselleşme öncesi- geleneksel toplumlarda sınırları belirli ve güvenlikli alanda rahat rahat yaşarken özgürlük aracılığıyla eski güvenli bağlardan kurtularak bireyselleşen insan, bir anda kendini güvensiz, kimsesiz ve güçsüz bir halde bulabilir. Törel anlamda soyutlaşan ve yalnızlaşan birey için özgürlük kaldırılması ağır bir yük haline gelebilir. İşte bu noktada insan özgürlükten kaçış yolları geliştirerek bağımlılıklara boyun eğmekte, bir kurtarıcının ya da bir diktatörün yönetiminde robot olmayı tercih etmektedir.

Özgürlük: Bireysel mi Toplumsal mı?

Fromm, özgürlüğün doğuştan mı geldiği yoksa toplumsal bir sorun mu olduğu konusunda tek taraflı düşünmez. İnsanın özgürlüğünü hem doğuştan getirdiği özellikler hem de toplumsal şartlar belirler. Ona göre, insan sadece öz bilince sahip ussal bir varlık değildir, doğasında şeytani güçler de barındırır ancak bunu çağa veya döneme hâkim olan toplumsal-siyasal koşullar değiştirebilir. Bu anlamda insanın değişmez bir benliği yoktur. Orta Çağ'da insan kişiliğinde görülmeyen bazı özellikler Rönesans döneminde görülmeye başlanır. Mesela Orta Çağ'da görülmeyen ün tutkusu, çalışma açlığı, rekabet, hırs ve doğa güzelliği anlayışı Rönesans ruhuyla beraber ortaya çıkmıştır. Burada asıl önemli olan insan doğasının nasıl işlendiği ve yapılandırıldığıdır.

Erich Fromm'a göre sadece doğuştan getirdiğimiz içgüdülerimizin doyurulması yetmez, insan dünyayla tinsel bağlar kurmak zorundadır. İnsan doğuştan bütün insanlarda ortak bulunan açlık, susuzluk, cinsellik gibi temel dürtülerle doğar. Evet, bunlar temel ihtiyaçlardır, doyurulmalıdır ama bunların yanında sevgi, nefret, aidiyet, güç istenci gibi doyurulması gereken soyut gereksinimleri de vardır. Bunların doyurulması da en az doğal dürtüler kadar önemlidir. Eğer aile ve toplum tarafından uygun şartlar altında yeteri kadar doyurulmazsa boyun eğme ve kaçma mekanizmaları devreye girecek birey bu açlığı gidermek için başka yollar deneyecektir.

İnsanın toplumsal tarihi onun doğadan kopuş tarihidir. Öz bilinç sahibi insan ölümün, hastalığın, yaşlanmanın, diğer canlılardan farklılığının bilincindedir. Çocuk anasından doğar doğmaz ayrı ve farklı biyolojik varlık haline gelir. Fakat gene de uzun bir süre annesine bağımlı olarak yaşar. İlerleyen süreçte yavaş yavaş, kademe kademe ilksel bağlarından kurtularak özgürlüğünü kazanır. Fakat öz bilinç sahibi insan özgürleşirken aynı zamanda evren karşısında ne kadar küçük ve değersiz olduğunun da bilincine varır. Artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir. Ya özgürlük ve bireyselleşmenin getirdiği bilinçle dünyayla yeni bağlar kurup olumlu yönde benliğinin gelişimini sağlayacak ya da kendinden daha üstün bir otoriteye boyun eğerek özgürlükten kaçış yolları geliştirecektir.

Orta Çağ: Kısıtlı Ama Güvenli Bir Alan

Erich Fromm, insanın özgürlük serüvenini anlamak için özellikle Reform dönemine dikkat çeker. Ama Reform dönemini anlamak için de Orta Çağ'dan Yeni Çağ'a geçerken insanlığın yaşadığı değişimi iyi anlamamız gerektiğini belirtir. Fromm'a göre Orta Çağ'ın iki yüzü vardır:

  • Orta Çağ'ın birçok düşünür tarafından karanlık dönem olarak görülmesi.
  • Gerici düşünürler tarafından idealize edilmesi.

Birinci görüştekiler, Orta Çağ'da kişisel özgürlüğün bulunmadığına, büyük kitlelerin küçük azınlıklar tarafından yönetildiğine, baskı ve otoriteye, batıl inançlara vurgu yaparlar. İkinci görüştekiler de dayanışma duygusuna, insani değerlerin ekonomik işlerden üstün tutulduğuna, insan ilişkilerindeki samimiliğe, Katolik kilisenin evrenselliğine ve Hristiyanlığın insan sevgisine dikkat çekerler. Yazara göre bunların hepsinin doğruluk payı vardır. Ama Orta Çağ'ı modern çağdan ayıran en önemli özellik bireysel özgürlüğün bulunmayışıdır, saptamasını yapar: Eski dönemde herkes, toplumsal düzendeki rolüne zincirlenmiş durumdadır. (s-60) Kişi çağdaş anlamda özgür değildi ama yalnız ve soyutlanmış da değildi. Toplumsal düzen doğal düzen olarak algılanıyordu ve onun bir parçası olmak güven ve aidiyet duygusu veriyordu.

Orta Çağ toplumunda kent ekonomik düzeni görece durağandır. Zanaatkârların ne üreteceğine, ne kadar satış yapacağına loncalar karar veriyordu. Rekabetten ziyade dayanışma vardı. Mala çok tamah etmek aç gözlülük ve oburluktan sayılırdı. Bunlar da çok büyük günahlar arasındaydı. Ekonomi toplumun her tarafını kuşatmamıştı, ekonomik çıkarlar erdem ve ahlaktan daha önemli değildi. Servetin tek elde toplanmasına engel olunuyordu. Servet insan için vardır, insan sermayenin efendisidir ilkesi geçerliydi. Kilise önemli bir kurum olarak insanın Tanrıyla ilişkisinde aracı rolünü oynuyordu. İnsanlara bir taraftan ilk günah doktrinini aşılarken diğer taraftan Tanrının sonsuz sevgi ve merhametini bütün insanlara koşulsuz sunduğu ve bu yüzden Tanrı tarafından sevildikleri ve bağışlanacakları umudunu yaygınlaştırıyordu. Dünya ve insan evrenin merkeziydi, cennet ve cehennem gelecekteki yaşam yeri, doğumdan ölüme dek yaşanacak olaylar Tanrı'nın takdiriydi.

Orta Çağ'ın sonlarına doğru toplumsal, ekonomik ve siyasi koşullar değişince insanın kişiliği de değişmeye başladı. Ortaya çıkan yeni koşullar Orta Çağ toplumunun bütünleşik ve merkezi yapısını zayıflattı. Sermaye biriktirmek, bireysel ekonomik girişimcilik ve rekabet önem kazandı. Yeni bir sınıf olan burjuva ortaya çıktı. Kilisenin rolü zayıfladı, yeni ekonomik güçler ve kapitalistler toplumun patronu oldular. Geleneksel, dine dayalı insani ilişkilerin yerini paraya ve rekabete dayalı seküler ilişkiler almaya başladı. Tabii yeni ekonomik ve kültürel gelişmeler her sınıf için aynı etkiyi göstermedi. Değişim, zengin ve varlıklı kapitalistler için olumlu etki yaratırken aşağı orta sınıflar, işçiler ve köylüler için büyük olumsuz sonuçlar doğurdu. Yeni gelişmeler zengin ve güçlü sınıflar için güvenli bir dünya yaratırken zenginlik ve güçten yoksun büyük kitleler için güvensiz bir dünya anlamına geliyordu. İşte Orta Çağ'dan Yeni Çağ'a geçiş böyle bir güvensizlik, huzursuzluk ve fakirlik içinde gerçekleşiyordu.

Reform: Dinde Bireyselleşme

Dini alandaki yeni öğretiler zengin üst sınıflara değil, kentli orta sınıflara, kentlerdeki yoksullara ve köylülere hitap ediyordu. Çünkü kitlelerin yeni ortaya çıkan olumsuz koşullarla baş edebilmelerini sağlayacak öneriler getiriyordu. Reformasyonun iki önemli düşünürü Martin Luther ve John Calvin, dinde reform yaparak bu umutsuz kitlelere yeni durum karşısında dayanma gücü aşılamayı amaçladılar. Özellikle Luther, Hristiyanlık dinini Kilisenin tahakkümünden kurtararak bireyselleştirdi, insanın özgürleşmesi yolunda büyük adımlar attı. Fakat dinin öznel deneyime indirgenmesi ve kilise kurumunun ortadan kalkması bireyi güvenli alanın da dışına itmek anlamına geliyordu. Kilise her ne kadar bireyi kendi otoritesi altında tutsa da ona bir aidiyet duygusu ve güvenli alan sağlıyordu. Yazara göre Luther'in öğretileri tam tersi bir etki yaratmış insanın daha da güvensiz, yalnız ve kaygılı bir bilince sahip olmasına neden olmuştur.

Luther'e göre insan doğası kötü ve şeytansıdır. Bu kötü doğası insanın iyi bir iş yapmasına izin vermez. İnsan doğasının kötülüğü onun doğru olanı seçme özgürlüğünden tümüyle yoksun oluşunu da gösteriyordu. Bu yüzden insanın kurtuluşu için Tanrının inayeti ve merhameti gerekli ve zorunludur. Eğer insan kendini aşağılar ve irade ve gururunu yok ederse Tanrının lütfu ona bağışlanabilir. Kişi kendi çabalarıyla ya da iradesiyle kurtuluşa eremezdi. Böylece Luther, insanın Tanrıyla ilişkisini insanın güçsüzlüğü temeline dayalı bir boyun eğme ilişkisine dayandırmıştır. Bu yüzden Fromm, Luther'in Protestanlık öğretisinin bireyi çağdaş kapitalist sisteme psikolojik olarak hazırlama görevi gördüğünü iddia eder. Çünkü bireyin iradesinin önemsizliği, boyun eğme ve dışardan gelecek bir kurtuluşa iman, Kapitalist çağda insanın otoriter rejimlere ve üstün güçlere sahip olduğuna inanılan liderlere teslim olmasını kolaylaştıracaktı. Ayrıca yazar daha da ileri giderek aslında Luther'in dini öğretisinin döneminin kaygılı, kuşkulu ve yeni hayat karşısında ne yapacağını bilemeyen kitlelerin güvensiz psikolojisinin kendi dinbilimine yansımasından ibaret olduğunu söyler: ''Luther'in inancı teslim olmak koşuluyla sevilmek konusunda ikna olmaktı, buysa bireyin devlete ve öndere tümden boyun eğmesi ilkesiyle pek çok ortak yönü olan bir çözümdü.'' (s-97)

Reformasyon çağının diğer önemli düşünürü John Calvin'in düşünceleri de Luther'in düşünceleriyle çok yakındı. O da Kilise'nin yetkesine ve öğretisine karşıydı, fakat insanoğlunun kurtuluşunu kişinin kendisini aşağılamasına ve Tanrı karşısında küçük görmesine bağlıyordu:

''Ona göre biz kendimizi aşağılamalıyızdır ve Tanrının gücüne güvenmenin tek aracı işte bu kendini aşağılamadır. Çünkü, kendimize olan güvensizliğimiz ve kendi perişanlığımızın bilincinde olmaktan kaynaklanan kaygı kadar hiçbir şey, aklımızın tüm güvenini Tanrıya yöneltmemize neden olamaz.'' (s-99) Buna ek olarak bireyin, kendisinin efendisi olduğunu sanmamasını öğütler. "Biz, kendimize ait değiliz; öyleyse, yapmak istediklerimize ne aklımız ne de irademiz egemen olmalıdır… Biz Tanrıya aitiz; öyleyse onun için yaşayalım ve ölelim.'' (s-100)

Calvin'in öğretisinin Lutherinkinden farkı onun yazgı öğretisidir. Calvin'in yazgının önceden belirlenmesi kuramının, Nazi ideolojisinde çok canlı bir şekilde ayakta tutulan, bu yüzden de burada açıkça belirtilmesi gereken bir etkisi var. Bu, insanların temelde eşit olmadığı ilkesidir. Calvin'e göre iki tür insan vardır: kurtarılmış olanlar ve ezeli lanetle cezalandırılmış olanlar. İnsan eşit yaratılmamıştır. Tanrı bazı insanlara lütuf sunarken bazılarını ezelde lanetlemiştir. Kişinin görevi, bu yazgıyı değiştirmek değil ahlaksal çaba ve erdemli yaşamla kurtarılmış/seçilmiş bir insan olduğunu ispatlamaya çalışmak olmalıdır. Eğer insan bu dünyada erdemli bir yaşam sürer bunda da başarılı olursa seçilmiş olduğunu ispatlamış olur. Önceleri dinsel anlamda algılanan başarının yerini sonraları seküler anlamda başarı düşüncesi almış, dünyada başarılı olmak seçilmişliğin işareti sayılmıştır. İşte size Kapitalizmin motor gücü ve motivasyon kaynağı!:

''Başlangıçta çaba denilince temelde ahlaksal çaba anlaşılıyordu ama daha sonra, kişinin uğraşıyla ilgili çaba ve bu çabanın sonucu, yani iş hayatında başarı ya da başarısızlık anlamı öne çıkarıldı. Başarı, Tanrı lütfunun işareti sayıldı, başarısızlıksa, lanetlenmişliğin belirtisiydi.'' (s-106)

Özgürlükten Kaçış Mekanizmaları

Başta da söylediğimiz gibi bireye güvenlik veren temel bağlar koparıldıktan sonra ortaya çıkan dayanılmaz güvensizlik, yalnızlık ve güçsüzlük duygusunu yenmek için bireyin önünde iki yol vardır: Ya ''olumlu özgürlük'' dediğimiz gelişmeyle birey, sevgi ve çalışma ile coşkusal, duygusal ve zihinsel yetilerini gerçekleştirerek dünyayla kendiliğinden bir ilişki kurar ya da geride kalarak, özgürlüğünü feda ederek ve bireysel beniyle dünya arasında oluşan boşluğu ortadan kaldırarak yalnızlığını yenmeye çalışır. İkinci yol aynı zamanda bir kaçış mekanizmasıdır. Bireyin varlığını tehdit eden bir korkudan kaçışın ifadesidir. Bu çözüm yolu görünüşte dayanılmaz kaygıyı bastırır ve paniğe kapılmayı engelleyerek yaşamı olanaklı kılar ama altta yatan gerçek sorunu çözmez.

Kitapta ele alınan ilk özgürlükten kaçış mekanizması, bireysel benin yoksun olduğu gücü elde etmek ya da, başka bir deyişle, yitirilmiş bulunan temel bağların yerine geçecek yeni "ikincil bağlar" aramak için, kişinin kendi bireysel beninin bağımsızlığından vazgeçmesi ve kendi benini, başka birinin beniyle ortak yaşam içinde eritmesi şeklindeki eğilimler olacaktır.

a)Yetkecilik:

Bu kişilik yapısının belirgin biçimleri, boyun eğme ve egemenlik kurma isteğinde, ya da daha doğrusu, normal ve nevrotik kişilerde değişik ölçülerde var olan mazoşist ve sadist isteklerde görülmektedir.

Mazoşist eğilimlerin ortaya çıktığı en yaygın biçimler, aşağılık duygusu, güçsüzlük ve bireysel önemsizlik duygularıdır. Bu kişiler kendilerini küçültme, zayıflatma ve olaylara egemen olmama eğilimindedirler. Bu insanlar oldukça düzenli olarak, kendileri dışındaki güçlere, diğer kişi ya da kurumlara, ya da doğaya büyük ölçüde bağımlı olduklarını belli ederler. Kendi istedikleri şeyi yapmaya değil de, bu dış güçlerin olgusal ya da sözde buyruklarına boyun eğecek konumda olmaya hazırdırlar. ''Çoğu kez, "Ben isterim", ya da "Ben varım," duygusunu yaşama yetisinden yoksundurlar. Bunlar için yaşam bütünüyle ezici ölçüde güçlü, denetleyemeyecekleri, ya da egemen olamayacakları bir şeydir.'' (s-156)

Yetkeci kişiliklerde, mazoşist eğilimlerden başka, bunun tam tersi yani sadist eğilimler de görülür. Birbirine az çok gömülmüş üç çeşit sadist eğilim vardır. Bunlardan biri, onları yalnız ve yalnız birer araç, "yoğrulmak hamur" durumuna getirmek üzere, diğerlerini kendine bağımlı kılmak ve onlar üzerinde kesin, sınırsız bir yetke uygulamaktır. Diğer bir sadist eğilimde, başkalarını yalnızca katı bir yetkeyle yönetmek güdüsü değil, onları sömürmek, kullanmak, onlardan çalmak, derilerini yüzmek, kısacası, yenecek yutulacak neleri varsa almak itkisi vardır. Bu istek kişinin verebileceği duygusal ya da zihinsel özellikler gibi maddi olmayan şeyler yanında maddi şeyleri de hedef alabilir.

Üçüncü bir sadist eğilim de, başkalarına acı çektirmek ya da acı çektiklerini görmek isteğidir. Bu acı bedensel de olabilir ama daha çok zihinsel acı çektirmekten hoşlanılır. Burada amaç, başkalarına etkin bir şekilde acı vermek, aşağılamak, utandırmak ya da onları utanç verici ve aşağılayıcı durumlarda görmektir. Ancak ruhbilimsel olarak, her iki eğilim de kişinin kendi benliğinin zayıflığına ve soyutlanmışlığına katlanamamasından kaynaklanan tek bir temel gereksinimin sonuçlarıdır. (bkz. Yahudi Soykırımı)

b) Yıkıcılık

Sado-mazoşist isteklerle yıkıcılığın çoğu kez iç içe bulunsalar da birbirlerinden ayrı tutulmaları gerekir. Yıkıcılık, etkin ya da edilgin ortak yaşama ereğini değil, nesnesinin yok edilmesi ereğini gütmesi açısından farklıdır. (s-189) Ama o da bireysel güçsüzlük ve soyutlanmışlığın dayanılmazlığından kaynaklanır. Dışımızdaki dünyaya kıyasla güçsüz olduğum duygusundan o dünyayı yok etmekle kaçabilirim. Onu yok etmeyi başarırsam yalnız ve soyutlanmış olarak kalacağım, ama benimki, benim dışımdaki nesnelerin yenilmez gücü karşısında ezilmeme olanak tanımayan harika bir soyutlanmadır. Dünyanın yok edilmesi, kendimi, onun tarafından un ufak edilmekten kurtarmak için yapabileceğim son, nerdeyse umarsız girişimdir. Sadizm nesnenin kendisiyle iş birliği etmeyi, onunla bütünleşmeyi amaçlar; yıkıcılıksa nesnenin yok edilmesini hedef alır.

c) Robot Uyumluluğu

Bu mekanizma, diğer mekanizmalar içinde en yaygını ve en kullanışlı olanıdır. Birey başkalarının kendisinden beklediği rollere bürünür ve fazla direnmeden sürüye uyum sağlar. Ben ile dünya arasındaki tutarsızlık ve onunla birlikte de bilinçli yalnızlık ve güçsüzlük duygusu da ortadan kalkar. Bu mekanizma, bazı hayvanların kendilerini korumak üzere renk değiştirmesiyle kıyaslanabilir. Onlar da kendi çevrelerine o kadar benzerler ki, çevrelerinden nerdeyse ayırt edilemezler. Kendi bireysel benliğinden vazgeçen ve bir robot haline gelen kişi, çevresindeki milyonlarca diğer robotla aynı olur ve artık kendisini yalnız hissetmez, kaygı duymaz. Ama ödediği bedel yüksektir; kendi benliğini yitirmiştir.

Nazi İdeolojisi ve Psikolojisi

Nazizm yazara göre ne sadece psikolojik bir sorundur ne de sadece ekonomik. Yazının başında da belirtildiği gibi hem psikolojik hem de siyasal-ekonomik bir sorundur. İkisi arasında karşılıklı etkileşim ve diyalektik bir ilişki vardır:

''Nazizm bir ruhbilimsel sorundur, ancak ruhbilimsel etmenler, toplumsal-ekonomik etmenlerin biçimlendirdiği etmenler olarak anlaşılmalıdır; Nazizm ekonomik ve siyasal bir sorundur, ama bütün bir halk üzerindeki etkisi ruhbilimsel etmenler olarak değerlendirilmelidir.'' (s-218)

Yazar, Nazi ideolojisinin en çok da aşağı orta sınıfları etkilediğini belirtir. ''İşçi sınıfıyla liberal ve Katolik burjuvazinin olumsuz ve kabuğuna çekilmiş tutumunun tersine, Nazi ideolojisi, orta sınıfın küçük dükkân sahiplerinden, zanaatçılar ve memurlardan oluşan aşağı katmanları tarafından hararetle selamlandı.''(s-220) Bunun da sebebini bu sınıfın toplumsal özelliğinde arar. Bunların toplumsal nitelikleri işçi sınıfının, orta sınıfın, üst sınıfların ve soyluların özelliklerinden çok farklıydı. Yaşama bakışları dardı, yabancı düşmanlığı güdüyorlardı, cimri ve çileci bir gruptular. Ama sadece onların karakter özelliklerine bakarak yetkeci kişiliğe sahip olduklarını söylemek haksızlık olurdu. Dönemin olumsuz ekonomik şartları onların ruhsal durumları üzerinde büyük olumsuz etkiler yarattı.1923'te doruğuna ulaşan ve yıllarca çalışarak yaptıkları tasarrufları bir bir kaybetmelerine neden olan enflasyon toplumu büyük bir umutsuzluğa sürükledi. 1924 ile 1928 arasındaki yıllar aşağı orta sınıfa ekonomik düzelme ve yeni umutlar getirdi ama 1929'dan sonraki bunalım bu kazanımları da silip süpürdü. Enflasyon döneminde olduğu gibi gene işçilerle üst sınıfların arasına sıkışan orta sınıflar, en savunmasız ve dolayısıyla en büyük darbeyi yiyen grubu oluşturdular:

''Enflasyon da hem ekonomik hem de psikolojik rol oynamıştı. Devlet yetkesine olduğu gibi tutumluluk ilkesine de öldürücü darbe indirilmişti. Uğrunda insanların, pek çok küçük zevkten vazgeçtiği yılların tasarrufu, kişinin kendi dışındaki nedenlerle havaya uçuyorsa, para biriktirmenin ne anlamı vardı ki? Devlet, kendi paraları ve tahvilleri üzerine bastığı sözlerini yerine getirmeyebiliyorsa, artık kimin sözüne güvenilecekti?'' (s-223)

Toplumsal bunalımın artması, Nasyonal Sosyalizmin önemli bir kaynağını oluşturan bir düşünce değişikliğine, bir yansıtmaya yol açtı. Toplum tüm bunalımların kaynağını Birinci Dünya savaşında alınan yenilgiye ve Versailles Anlaşmasının getirdiği ağır yaptırımlara bağladı. Alman ulusu artık bir kurtarıcı beklemek için bütün olumsuz psikolojik ve toplumsal koşullara sahipti. Nazizm işte bu şartlar altında yerleşmeye başladı. Nazizm, ''Kitlelere tekrar tekrar bireyin hiçbir şey olmadığı, bir şeyden sayılmadığını söylemiştir. Birey bu kişisel önemsizliği kabul etmeli, kendisini daha yüksek bir gücün içinde eritmeli ve bu yüksek gücün kuvvetine ve utkusuna katılmaktan gurur duymalıdır.'' (s-239)

Sonuç

Özgürlük bir lanet mi yoksa nimet mi? Bu sorunun cevabını Zygmunt Bauman'ın ''Akışkan Modernite'' isimli kitabında bahsettiği Yunan mitolojisinden aldığımız şu öyküyle vermeye çalışalım. Büyücü Kirke'nin laneti nedeniyle domuza dönüşen gemicilerini kurtarmak için büyülü otları bulan Odysseus, personeline çok yakında tekrar insan olabileceklerini söylediğinde domuza dönüşmüş gemiciler buna karşı çıkarlar. Tekrar insana döndürdüğü Elpenoros isimli gemici kurtarıcısına öfkeyle şunları söyler:

"Yine mi sen, lanet olası işgüzar herif? Yine mi başımızın etini yemek, bizi canımızdan bezdirmek istiyorsun, yine mi her türlü tehlikeye atılalım, yine mi durmadan yeni kararlar almaya zorlayalım yüreklerimizi? Oysa ne kadar mutluydum ben, gönlümce çamurda yuvarlanıyor, güneşin altında uyuşuk uyuşuk yatıyordum, hapur hupur yemek yiyor, canımın istediği gibi homurdanıp böğürüyordum, aklımda ne derin düşünceler vardı ne de, "şimdi ne yapsam, şunu mu yoksa bunu mu? gibi endişeler vardı. Ne diye geldin ki? Beni tutup lanet olası eski hayatıma geri göndermek için mi?''

Yunan mitolojisinden alınan bu pasajda şu hakikati ayan beyan görebiliyoruz: Özgürlük kaldırılması veya taşınması ağır bir yüktür. Karar vermek, düşünmek, bireysel sorumluluk almak, kendini geliştirmek ve benliğini gerçekleştirmek hiç de kolay değildir. Erich Fromm'un da belirttiği gibi insan özgürleştikçe bireyselleşir ve eski güvenli bağlarından kopar, artık hayatında tek başınadır. Bu dayanılmaz yalıtılmışlık, güçsüzlük ve kaygı halinden kaçmak için birtakım kaçış mekanizmaları geliştirir. Özgürlükten kaçışın ve kaçış için geliştirdiği mekanizmaların altında yatan temel psikolojik etmen budur.

Özgürlükten Kaçış
Erich Fromm
Çev: Şemsa Yeğin
Say Yayınları
İstanbul, 2019
303 sayfa


Yazar: Mustafa BUĞAZ - Yayın Tarihi: 12.05.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 12.05.2023 09:44
1353

Mustafa BUĞAZ Hakkında

Mustafa BUĞAZ

Hakikatin peşinde koşan, münzevi, mütecessis bir fikir işçisiyim.

Mustafa BUĞAZ ismine kayıtlı 33 yazı bulunmaktadır.

Twitter